12 Ekim 1937 Atatürk’ün yazdırdıkları

Atatürk’ün fikir adamı olarak bir özelliği de herhangi bir konu üzerindeki düşüncelerini bir vesile ile o anda yanında bulunanlardan bir kişiye yazdırması, sonra bu notu orada hazır bulunanlara karşı okutturması idi.

Atatürk tarafından çeşitli vesilelerle yazdırılmış olan bu notlardan bir bölümü 1971 yılında, Utkan Kocatürk tarafından, “Atatürk’ün Yazdırdıkları” adında bir kitap halinde yayımlanmıştı. Bu sayfamda eski gazete sayfaları arasında kalmış Atatürk’e ait bazı notları siz değerli dostlarımla paylaşmak istedim.

Atatürk’ün yazdırdığı bu notlardan ilki , 1937 Sonbaharında son kez Ege gezisini yaptığı sırada, Ege manevralarını takiben, Aydın’dan, Ankara’ya dönerken, 12 Ekim 1937 akşamı trendeki sofra nöbeti esnasında eski yaverlerinden Bolu milletvekili Cevat Abbas Gürer tarafından yazı halinde tespit edilmiştir. II. not, yine aynı gece Atatürk tarafından sofrada bulunan bir yakınına “Tarih Yazı İle Başlar” başlığı altında yazdırılmıştır.

Atatürk’ün 12 Ekim 1937 akşamı, yakın gelecekteki ihtimali dünya durumu karşısında Türkiye Cumhuriyeti’nin alacağı hal ve tavır hakkında yazdırdığı not:

…”Yalnız samimi bir kanaat olarak bildiğimiz bir şey vardır ki; eğer bu memleketin bir gün herhangi bir yerde bir badireye girmesi, bir muhabereye tutulması veya iştirak etmesi mukadderse hükümet olarak bu hususta Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve millete, onu, etrafıyla mütalâa ederek, bildirerek ve anlayarak karar vermek imkânını hazırlamak, başlıca vazife saydığımız bir iştir.

Yani istemiyoruz ki, beynelmilel herhangi hadisede bir hükümetin veya birkaç hükümetin girişecekleri taahhütlerinin tabii cereyanları şu veya bu tarza birbirini iltizam ederek milleti mazide birçok hadiselerde olduğu gibi bir emrivaki karşısında bıraksın.

Milletlerin faaliyetlerinde bütün hadiseleri evvelden tahmin edip bir karara bağlamak mümkün olmamıştır. Bununla beraber Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bu memleketin mukadderatında düşünerek bir karar vermesi ve ancak onun verdiği kararların tatbik olunabilir olduğunun dâhilde ve hariçte herkese anlatılmasının, bu memleketin selâmeti için esaslı bir çare olduğunu zannediyoruz.

Türkiye şu veya bu tarzda herhangi bir yere sürüklen dirilmiş gibi başıboş bir idare manzarası göstermeyi asla kabul edemez.

Büyük devletler arasındaki mücadele, gerginlik, husumet o haldedir ki bunların arasında bulunarak bir badireye karışmak ihtimali vardır. Bu ihtimale karşı ise azami derecede dikkatli, tedbirli ve soğukkanlı bulunarak, postu kurtarmaya çalışmak vaziyetindeyiz. (Kaynak: Cevat Abbas Gürer, Atatürk ve Dünya, Yeni Sabah 10 Kasım 1941.)”

Atatürk’ün 12 Ekim 1937 akşamı “yazı” kelimesinin açıklamasıyla ilgili yazdırdığı not:

— Tarih yazı ile başlar —

…”Türkiye Cumhuriyeti mekteplerinde okunması tasvip edilen tarih kitaplarında tarihin tarifi şöyledir: ‘Tarih, insan cemiyetlerinin zaman ve mekân kaydıyla sahih olarak hayatlarını, kültürlerini nakleder bir ilimdir.’

Bu tarif yanında şunu kaydetmek lâzımdır ki, tarihin bu tarifi bütün dünya klâsik kitaplarında aynı değildir. Ancak siyantifik tarif şöyle bir kayda tutulmuştur:

‘Yazı, bunda beşer zekâsının inkâr kabul etmez hakikatini görmemek mümkün değildir.’

Ve fakat yazı nedir?

İşte bu nokta üzerinde durur ve bundan çıkan orijinal anlamı kapsayabilirsek, Türkiye Cumhuriyeti mekteplerinde okunmakta bulunan tarih kitabı içindeki tarifi tam anlayışla yerini bulur.

Yazı, bu Türk kelimesi, şu anlamı işaret eder:

Her şey, hususiyle bir şey. O da insan zekâsının, düşüncesinin kafasındaki geniş parlaklığın, o zekâ parlaklığının bütün buluş ve görüşlerinin, yapışlarının ifadesine yarayan bir şeydir, objedir.

Şimdi dünya âlimleri yazıdan bahsettikleri zaman bununla Grek, Lâtin, Finike vesaire harflerinin ve bunlarla mazbut olan historik eserlerini kastederler. Bu kasıt doğrudur. Ancak sayılan türlü isimlerden evvel isimli veya isimsiz yazılar yok mudur? Sümer’in, Hati’nin, Mısır’ın; onlardan daha çok eski olduğu bugün bilinen ve görülen Uygur’un, Maya’nın yazıları historik diye kaleleştirilen tarih çerçevesi haricinde bırakılabilir mi?

Bu yazılarla Orhon yazıları, dar kafalı historiyenlerin yaratmaya çalıştıkları yüksek kale bedenleri onların kafalarına yıkmak için birer kale ve ayakta duran, pek canlı kuvvet ve kudret ifade birer yazı abideleri değil midirler?

Yazı nedir?

Bunu anlamak hakikatten çetin ilim sahibi olmaya bağlıdır. Palêalithigue devirde bir çakmak taşı üzerine yazılan yazıları görmüş dünyada kaç âlim vardır? Palêalithigue bir kemik parçasının üzerinde bugün en münevver insanların, mimarların, mühendislerin kullanagelmekte oldukları desimetreyi görürsek; bugünkü ilim dünyasının yirmi otuz bin sene evvelindeki ilim âlemini henüz, ilmi hakikati anlayamamış zavallı çocukları mertebesinde göreceğinden asla mütehayyir olmamalıyız.

Bu noktadan tarihin yazı ile başladığı hakikatini tekrar etmek isterim.

Fakat bu yazıyı ölmüş zannolunan çok eski, büyük, geniş insanlık kültürünü, asırlarca devam eden uyuşukluktan sonra bazı şemmelerini, şerarelerini kavrayabilen uyanık insan zekâlarının yeniden ortaya sürmeleri tarzında telâkki etmek muvafık olur.

Yazının güneş kadar özelik olduğu tek vesikasını vermekle beyanatımı bitireceğim.

Güneş (o) işte onu gösteren yazı.

İşte ilk Türk ve dünya alfabesinde A denilen harf. Bu harf bugün dahi Maya ve Orhon yazılarında aynen mevcuttur. (Kaynak: Cevat Abbas Gürer, Atatürk’ün Hayatından Yazılmamış Hatıralar, “Atatürk Aydın Manevralarında”, Yeni Sabah, 9 Şubat 1941.)”