Türkiye’nin insan hakları ekseni kaydı.
Türkiye, tek kişi yönetimine dayalı rejim değişikliğine gitti!
Türkiye’de sıkıyönetimin kaldırıldığı 1987 tarihinden sonra ilk defa bütün bir yıl boyunca yani 2017 yılı boyunca OHAL yönetimi uygulandı. Ancak bu OHAL yönetimi sıkıyönetimi aratacak düzeyde uygulandı. Dolayısıyla 12 Eylül 1980 askeri darbe dönemindeki sıkıyönetimin sona ermesinden tam 30 yıl sonra Türkiye OHAL yönetimini neredeyse kalıcı hale getirdi. Bu koşullarda insan haklarından bahsetmenin oldukça zor olduğunu belirtmek isteriz. Bu nedenle Türkiye’nin insan hakları ekseninin batıdan doğuya kaydığını, AB Kopenhag siyasi kriterleri yerine Şangay beşlisi kriterlerine kaydığını söylemek abartı olmayacaktır. Nitekim geçmiş dönemlerde Kopenhag kriterleri yerine “Ankara kriterleri” deyimini de kullanmıştık. OHAL koşullarında Ankara kriterlerini bile arar bir noktaya geldiğimizi ifade etmek isteriz.
2017 yılında, Türkiye OHAL ortamında, fiili defacto başkan yönetimi altında anayasal rejimi değiştirdi. 16 Nisan 2017 tarihinde gerçekleştirilen anayasa değişikliği referandumunun YSK’nın kanuna aykırı kararı ile kabul edildiğinin ilan edilmesi insan hakları ve demokrasi açısından oldukça kötü bir durum yaratmıştır. Türkiye’nin, Sened-i İttifak’tan beri batı değerlerine dayalı parlamenter demokratik rejim isteği ve yönelimi yerine, tek kişi yönetimine dayalı otoriter bir rejimi tercih etmeye zorlanması, tarihte eşine az rastlanır bir durum yaratmıştır.
Türkiye’nin tek kişi yönetimine dayalı otoriter bir rejimi tercih etmesi kesinlikle kabul edilemez. Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları sorunu böylesi bir anayasal değişiklik ile çözülemez. Tam tersi Türkiye’nin demokrasinin çoğulculuk, açıklık ve katılımcılığa dayalı parlamenter sistemi yerleştirmesi, kuvvetler ayrılığını güvence altına alması, hukukun üstünlüğüne dayalı bir yargı yapılanması gerçekleştirmesi, Türkiye’de yaşayan farklı etnik ve inanç topluluklarının azınlık haklarını güvence altına alması, BM ve Avrupa Konseyi’nin temel hak ve özgürlüklerle ilgili sözleşme, beyanname, bildirge ve protokollerinde düzenlenen hakları anayasal güvenceye kavuşturması gerekmektedir. Bütün bunları yapabilmesi için de barış ve gerçek bir çatışma çözümüne ihtiyacı bulunmaktadır. Türkiye’nin en önemli sorunu olan Kürt sorununun çözümsüz bırakılarak çatışma ve savaşta ısrar edilmesi, işin içinden çıkılmaz bir noktaya gelinmesine sebep olmuştur. Çatışma ve savaşın devam etmesinin yarattığı ağır hak ihlalleri ve insancıl hukuk ihlalleri yaşanmıştır. Bütün bu sorunlara çözüm bulması gereken TBMM’de ise ayrımcılık yapılarak, HDP demokratik siyasetten dışlanarak, sürekli gözaltı ve tutuklama operasyonlarına maruz bırakılmıştır. Bu kapsamda HDP’nin eski eş genel başkanları dahil 9 HDP’li ve 1 CHP’li olmak üzere 10 milletvekilinin tutukluluğu devam etmiş, OHAL KHK’leri ile seçilmiş belediyelerden 99’una el konmuş, belediye başkanları tutuklanarak cezaevine gönderilmiştir. Görüldüğü gibi bir ülke temel sorununun çözemez ise yönünü kaybedebilir. Biz barış savunucuları, Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları sorununu çözebilmesi için barışa giden yolun açılmasını ve yeni bir barış sürecinin inşa edilmesini talep ediyoruz.
2017 yılında devam eden OHAL’in kaldırılmamasının Türkiye açısından çeşitli uluslararası sonuçları olmuştur. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi 25 Nisan 2017’de Türkiye’yi yeniden siyasi denetime tabi tutmuştur. Bu durum Avrupa Konseyi’nde ilk defa yaşanmaktadır. Çok sayıda BM ve Avrupa Konseyi organının Türkiye ile ilgili hazırladıkları raporların Türkiye tarafından ciddiye alınmaması uluslararası alanda çok sık eleştirilen bir ülke durumuna düşürmüştür. Ancak hükümet bu eleştirileri dikkate almamaktadır. Hükümete tavsiyemiz Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nin siyasi denetiminden çıkmasını sağlayacak şekilde OHAL’i kaldırarak yeniden reformları yapması ve AB müzakere sürecinin gerektirdiği ev ödevlerini yerine getirmesidir.
OHAL Uygulamaları ve KHK’ların Yol Açtığı İhlaller
Siyasal iktidarlara normal yönetim usullerinin geçerli olduğu zamanlarda yapamayacaklarını yapabilme imkânı vererek temel hak ve özgürlüklerin ciddi bir şekilde sınırlanmasına/ihlaline yol açan OHAL vb ara rejim uygulamaları için gerek Anayasamız gerekse de Türkiye’nin de bağlı bulunduğu evrensel hukuk normları çok net kurallar koymaktadır.
Buna göre OHAL, her şeyden önce Anayasa 120 ve 121. Maddeler ve ilgili uluslararası kuralları gereğince ilan edilme gerekçesi ile sınırlı ve geçici bir uygulama olmak zorundadır. Mutlaka ulusal ve uluslararası yargı denetimine açık olmalıdır. OHAL zamanında bile hiçbir şekilde sınırlandırılamayacak haklar vardır. Bunlar çekirdek hak olarak da adlandırılabilir. Anayasanın 15.maddesinin 2. fıkrasında kişinin yaşama hakkına, maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamayacağı; kimsenin din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı ve bunlardan dolayı suçlanamayacağı, suç ve cezaların geçmişe yürütülemeyeceği, suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimsenin suçlu sayılamayacağı düzenlenmiştir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin tarafı olduğu ve onaylayarak yürürlükte bulunan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi uyarınca aynı haklar hiçbir şekilde askıya alınamaz. Ancak aşağıda belirtilen ve bu aşamada eksik olduğunu ifade edeceğimiz bilançoya bakılırsa Türkiye’nin Anayasa 15 ile AİHS 15 ve BM Medeni Sözleşme’nin 4. maddesini ihlal ettiğini rahatlıkla ifade edebiliriz.
Uygulamaya baktığımızda mevcut OHAL rejimi yukarıda sıralanan hiçbir kuralı yerine getirmemektedir. İlan ediliş gerekçesinin çok ötesine geçmiş, geçici olmaktan çıkmış kalıcı hale gelmiştir. Dahası hemen her konuda çıkarılan KHK’lar ile olağan yasalar değiştirildiği, on binlerce insan süresiz olarak kamu hizmetinden çıkarıldığı için hemen bugün kaldırılsa bile OHAL’in etkileri yıllarca devam edecektir. Ulusal yargı denetimi Anayasa Mahkemesi’nin OHAL KHK’larını inceleyemeyeceğine dair kararlarıyla işlemez hale gelmiş, uluslararası yargı denetimi AİHM’in önce iç hukuk yoluna başvurulmasına dair kabul edilmezlik kararları sayesinde güncelliğini yitirmiştir. En vahimi ise temel/çekirdek haklar pervasızca ihlal edilmektedir.
OHAL’in gerekçesi darbe teşebbüsü ile mücadele iken, bugün gelinen noktada çıkarılan KHK’lar ile yurttaşlar “haklara sahip olma hakkı”ndan mahrum bırakılarak, yani yurttaş olma hakkından yoksun kılınarak birbirleri ile ilişkilenemez hale getirilmişlerdir. Aslında insanın hak taşıyıcısı yurttaş olmaktan çıkarılması kişi (insan) olmaktan da çıkarılması anlamına gelmektedir. Kısacası OHAL, tüm toplum üzeriden ağır bir baskı aracı haline gelmiştir.
Anayasanın 121.maddesine göre OHAL KHK’larının yayınlandıkları gün TBMM onayına sunulması gerekmektedir. Bugüne kadar 667 ile başlayan ve 697 ile sona eren 31 adet KHK yayınlanmıştır. Bu KHK’lardan bazıları aynı gün TBMM onayına sunulmayarak Anayasa ihlali yaşanmıştır, Anayasa’nın 121. maddesi ve TBMM iç tüzüğüne göre OHAL KHK’larının 30 gün içerisinde TBMM tarafından görüşülmesi ve bu konuda bir karar verilmesi gerekmektedir. Bugüne değin sadece 697 sayılı KHK 30 gün içinde TBMM tarafından onaylanmış, diğer 30 adet KHK bakımından bu kurala uyulmamıştır.
OHAL’in Anayasaya uygun olarak ilan edilmemesi ve çıkarılan KHK’ların TBMM onayına sunulmamasının yanı sıra bu KHK’larla bugüne değin yüzlerce kez 300 civarında kanunda kalıcı değişiklikler yapılarak yasal sistem tamamen değiştirilmiş, OHAL rejimi kalıcı hale getirilmiştir.
OHAL koşulları altında siyasal iktidarın her türlü anti demokratik davranışı sonucu 16 Nisan 2017’de kanuna aykırı YSK kararı ile kabul edildiği belirtilen Anayasa değişiklikleri ile Türkiye’nin anayasal rejimi değişmiş, tek kişi yönetimine dayalı Türk tipi başkanlık veya partili cumhurbaşkanlığı hükümet modeline geçilmiştir. Bu modelin geçiş aşamasında partili cumhurbaşkanı hızla icraatlarına başlamış, Türkiye OHAL koşullarında parti devletine dönüştürülmüştür.
Görüldüğü gibi OHAL’in sürekli uzatılmasının en önemli sebebi iktidar partisinin iktidarını anti demokratik düzenlemelerle sürdürme çabasından başka bir şey değildir. Burada açık bir Anayasa ihlali vardır.
OHAL süresince Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Türkiye’yi birkaç kez ziyaret etmiş, bu konuda raporlar düzenlemiş, Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu 4 kez Türkiye’yi ziyaret etmiş bu konuda raporlar düzenlemiş, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserinin özel raportörlerinden 3’ü Türkiye’yi ziyaret etmiş ve raporlar düzenlemişlerdir. Bu raporlarda OHAL süresince temel hak ve özgürlüklere yönelik sözleşmelerde öngörülen kısıtlamaların ötesinde keyfi uygulamalar yapıldığı ve bunların hızla düzeltilerek OHAL’in kaldırılması gerektiği ifade edilmiştir.
OHAL süresince Türkiye’ye en önemli uyarı Avrupa Konseyi’nden gelmiştir. AK Parlamenterler Meclisi’nin 25 Nisan 2017 tarihli Türkiye’yi siyasi denetime alan kararı oldukça önemli bir karardır. Bu karada çok açık bir şekilde Türkiye’nin OHAL’i sona erdirmesi, düşünceleri nedeni ile cezaevinde bulunan başta siyasetçiler olmak üzere, gazetecilerin ve aktivistlerin salıverilmesi gerektiği belirtilmiş ve bir dizi tavsiyede bulunmuştur.
OHAL ilan edilmeden hemen önce sokağa çıkma yasaklarında gerçekleştirilen hak ihlallerinin failleri olan devlet görevlilerini korumak için 14 Temmuz 2016 günü 6722 sayılı kanun çıkarılmış ve bu kanun geçmişe yürütülmüştür.
Bu yetmezmiş gibi OHAL KHK’larından 667 ve 668 sayılı KHK’lar başta olmak üzere birçok KHK’da OHAL süresince işlem gerçekleştiren devlet görevlilerinin cezai, hukuki, mali ve idari sorumlulukları olmayacağı düzenlenerek cezasızlık tamamen güvenceye bağlanmış ve devlet görevlileri bakımından her türlü keyfiliğin önü sonuna kadar açılmıştır.
Bu yetmezmiş gibi 696 sayılı OHAL KHK’sinin 121. maddesi ile 15 Temmuz 2016 tarihinde darbe teşebbüsünün bastırılması ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden sivillere dokunulmazlık getirilmesi, hukuk devleti anlayışının tamamen sona erdirildiğinin, başka bir deyişle demokratik ve modern bir devlet ve toplum olma halimizin tümüyle ortadan kaldırıldığının ilanıdır.
696 sayılı OHAL KHK düzenlemesi ile Devletin cezasızlıkla korunan şiddet tekeline siviller de eklenerek suç ortaklığı yaygınlaştırılmaktadır. Böylece iktidarın yandaşı olan “müteyakkız” sivil kitleler, sadece politik muhalifleri değil toplumsal veya ahlaki açıdan “sapkın” olarak gördükleri kişi ve davranışları bir tür ihkak-ı hak (hakkı, hukuku bizzat gerçekleştirme) anlayışıyla keyfi biçimde “cezalandırmaya” kalkacaklar ve cezasızlık zırhı ile korunacaklardır. Bu durum, linç kültürünün meşrulaştırılarak/yasalaştırılarak kalıcı bir OHAL yöntemi haline getirilmesidir. Daha da vahimi, bugüne kadar siyasi kaygı ve çıkarlarla toplumda yaratılan kutuplaşmayı daha da derinleştirecek, ülkeyi herkesin herkese şiddet uyguladığı, artık hiçbir yurttaşın yaşam hakkının dahi güvence altında olmadığı bir kargaşa ortamına sürükleyecektir.
Cezasızlığın tamamen bir devlet politikası haline geldiği OHAL koşullarında adalet aramanın neredeyse imkansız olduğunu özellikle belirtmek isteriz.
21 Temmuz 2016 tarihinde başlayan ve 2017 yılı boyunca devam eden OHAL koşullarında tespit edebildiğimiz kadarı ile bilanço şöyle gelişmiştir:
YAŞAM HAKKI
Siyasal iktidarın içeride ve dışarıda sürdürdüğü savaş politikaları yine 2017 yılında yaşanan yaşam hakkı ihlallerinin başlıca sebebini oluşturmaktadır. Öte yandan yaşam hakkı ihlalleri, sadece devletin güvenlik güçleri tarafında gerçekleştirilen ihlaller ile sınırlı değildir. Üçüncü kişiler tarafından gerçekleştirilen fakat devletin, “önleme ve koruma” yükümlülüğünü yerine getirmeyerek neden olduğu ihlalleri de kapsamaktadır.
İHD Dokümantasyon Merkezinin verilerine göre 2017 yılında;
Siyasal iktidar tarafından 2017 yılında sık sık dile getirilen ölüm cezasının geri getirilemeyeceğini belirtmek isteriz. Ölüm cezası yaşam hakkını ortadan kaldıran bir devlet şiddeti, bir başka deyimle devlet eliyle taammüden işlenmiş bir cinayettir. Yaşam hakkı, korunması gereken en öncelikli haktır. Bizzat devletler tarafından bir ceza olarak yaşam hakkının ortadan kaldırılması, geri dönüşü olmayan ve giderilmesi olanaksız zararlara yol açarak insanlık değerlerinin yok sayılmasına neden olur. Dolayısıyla insan hakları savunucuları tarafından asla kabul edilemez. Kaldı ki, AİHS’e ek 6 ve 13 nolu protokoller ile BM Medeni ve siyasi Haklar Sözleşmesine ek 2 nolu Protokolü onaylayıp yürürlüğe koyan Türkiye’nin ölüm cezasını geri getirmesi halinde AB ve AK üyeliğinin askıya alınacağı kesindir. Bunun hukuki, siyasi ve ekonomik sonuçları ağır olacaktır. Ayrıca suç ve cezalar geçmişe yürütülemez. Bunu yapan ülkeler çağdaş dünyadan koparlar. Bu konu siyasi istismar edilemeyecek kadar çok ciddi bir konudur. Bu hususu bir kez daha belirtmek istedik.
Türkiye’de, Kürt nüfusun ağırlıklı olarak yaşadığı doğu ve güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşanan çatışmalar insancıl hukuk kapsamında ele alınması gereken ve doğrudan doğruya Cenevre Sözleşmelerinin ortak 3. Maddesinin uygulanması gereken somut bir durum yaratmıştır. Uluslararası alanda üretilen mahkeme kararları da bu durumu teyit etmektedir.
Eski Yugoslavya Ceza Mahkemesi’nin Boskoski Kararı (Prosecutor v. Boskoski, Ljube, Tarculuvski, Johan), Tadiç’ten itibaren mahkemece geliştirilen “çatışmanın yoğunluğu” ve “silahlı grubun örgütlülüğü” kriterlerine ilişkin objektif belirtici (indicative) faktörlerin derli toplu ve neredeyse eksiksiz bir dökümünü içermektedir. Gerek çatışmanın yoğunluk düzeyini değerlendirmek için mahkemece göz önüne alınan faktörler(saldırıların ciddiliği, çatışmaların coğrafi olarak ve belli bir süreye yayılması, savaş bölgesinde kaçmak zorunda bırakılan siviller, kullanılan silahların, özellikle ağır silahların, tank ve diğer askeri teçhizatların türü, çatışmanın neden olduğu zayiatın (ölü, yaralı) boyutu, konuşlandırılan asker ve birliklerin sayısı vb.) gerekse silahlı grubun örgütlenme düzeyinin tespitinde kullanılan beş grup etmen( komuta yapısının varlığına işaret eden etmenler, örgütlü bir şekilde operasyon yürütebileceğini gösteren etmenler, lojistik düzeyini gösteren etmenler, disiplin düzeyi ve ortak 3. Maddenin yükümlülüklerini yerine getirebilme kabiliyeti ve Silahlı grubun sözbirliği içinde olup olmadığını gösteren etmenler) incelendiğinde, Türkiye’de süren çatışmanın Cenevre Sözleşmeleri ortak 3. Madde anlamında Uluslararası Nitelikte Olmayan bir Çatışma olduğu kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 12 Kasım 2013 Tarihli Benzer ve Diğerleri/ Türkiye (Benzer AndOthers v. Turkey) kararı bu hususu kategorik biçimde teyit etmektedir. Şırnak ilinin Kuşkonar ve Koçağılı köylerinin 26 Mart 1994 günü Türk savaş uçakları ile bombalanması sonucu toplam 38 kişinin ölümü ile ilgili davada Türkiye mahkum olmuştur. Bu davada AİHM, kararın 89.paragrafında ortak 3. maddeye, 90.paragrafında ise güvenlik güçlerinin güç ve silah kullanımını belirleyen Birleşmiş Milletler esaslarına ilişkin ilkelerine yer verdikten sonra,184. Paragrafında, Mahkeme’nin daha önceki İsayeva/Rusya kararına göndermede bulunularak sivillere ve köylere yönelik ayrım gözetmeyen hava bombardımanın demokratik bir toplumda kabul edilemez olduğuna ve uluslararası örf adet ve insancıl hukuk kuralları ile silahlı çatışmada kuvvet kullanmasını düzenleyen kurallara aykırı olduğuna karar vermiştir.
Türkiye’deki yaşam hakkı ihlallerinin en önemli sebepleri arasında ülke içi devam eden silahlı çatışmalardır. Bu çatışmalara insancıl hukukun uygulanarak, devam eden ihlallerin önlenebileceğini belirtmek isteriz.
2017 yılında ilk kez karşılaştığımız yaşam hakkı ihlal biçimlerinden birisi de SİHA yolu ile sivillerin de vurularak öldürülmesi ve yaralanmasıdır. Savaş halinde bile kullanılmasının sıkı koşullara bağlanması gereken bu tip öldürme vasıtalarının mevcut mevzuata tamamen aykırı olduğunu ve kullanılmaması gerektiğini belirtmek isteriz. SİHA’lar kullanılırken “dur ihtarı” yapılamayacağı açıktır.
2015 yılında yasalaşan iç güvenlik paketi ile PSVK’da kolluğun silah kullanma yetkisi önemli oranda artırılmış olup son yıllardaki yargısız infaz vakalarındaki artış da bunu teyit etmektedir. Bu değişiklikler ile 6722 sayılı kanunun acilen değiştirilmesi, OHAL KHK’ları ile getirilen cezasızlığın son bulması gerekmektedir.
İŞKENCE ve KÖTÜ MUAMELE
2015’in Temmuz ayında yeniden başlayan çatışma ortamında Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da ve askeri darbe girişiminin bastırılma gerekçesiyle OHAL sürecinde resmi gözaltı merkezlerinde işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarında görülen belirgin artış 2017 yılında da sürdü. Böyle bir iklimde adli sebeplerle işkence uygulamalarında da artış olduğunu söyleyebiliriz. Aynı artış trendi OHAL koşullarında cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülere yönelik işkence ve diğer kötü muamele iddialarına da görülmektedir. Diğer yandan toplumsal gösteriler sırasında, gösteri ve yürüyüş hakkını kullanan kişilere güvenlik görevlileri tarafından uygulanan şiddet yöntemleri işkence ve diğer kötü muamele boyutlarına varmaktadır.
KÜRT SORUNU
İnsan hakları savunucuları olarak yıllardır Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi sorununun en önemli halkasının Kürt sorunu olduğunu ve bu sorunun barışçıl ve demokratik yolla çözülmediği sürece Türkiye’deki insan hakları ve demokrasi sorunlarının çözülemeyeceğini hep ifade ettik. Nitekim Türkiye’de 2015 Temmuzunda savaş politikalarına yeniden dönülmesiyle birlikte çözüm sürecinin yol açmış olduğu insan hakları açısından göreceli sükûnet yerini kaos ve ağır hak ihlallerine bırakmıştır. Bu kapsamda yaşanan ihlaller 2017 yılında da tüm yoğunluğu ile devam etmiştir.
2015 – 2016 yıllarında yoğun biçimde uygulanan, uygulandığı il ve ilçelerde yaşadığı bilinen en a z 1,5 milyondan fazla kişinin en temel yaşam ve sağlık haklarının ihlâl edilmesine yol açan, Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu (Venedik Komisyonu) ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri’nin raporlarında gerek iç gerekse uluslararası hukuk açısından yasal dayanağının bulunmadığı açıkça belirtilen ‘sokağa çıkma yasakları’ daha kısa süreli ve küçük ölçekli de olsa tüm olumsuzlukları ile birlikte 2017 yılında da sürmüştür.
Bölgede bulunan toplam 94 İl ve ilçe belediyesi OHAL koşullarında atanan kayyumlar ile yönetilirken halkın seçtiği belediye eş başkanları hakkında çeşitli davalar açılmıştır. Halen 68 belediye eş başkanı tutukludur.
Halen HDP eski Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile birlikte 9 milletvekili tutukludur. Ana muhalefet partisinden ise 1 milletvekili tutukludur. Ayrıca 9 HDP Milletvekilinin vekilliği düşürülmüştür.
İHD olarak, Kürt sorununun her zaman demokratik ve barışçıl çözümünü savunduk. Bunda ısrarlıyız. O nedenle, çatışmaların hemen şimdi durmasını istiyoruz. Tarafların çatışmasızlık haline geçmesini istiyoruz. Çatışmasızlık halinin yaşanan olumsuzluklardan da hareketle tahkim edilmiş bir hale getirilerek güçlendirilmesini, izlenmesini ve bu konuda tarafların mutabık kalacakları kararları almasını istiyoruz.
28 Şubat 2015 tarihinde Hükümet, Ak Parti ve HDP İmralı Heyeti tarafından ilan edilen Dolmabahçe Mutabakatını destekliyoruz ve bunun gerektirdiklerinin yapılmasını istiyoruz.
Hükümetin, Abdullah Öcalan üzerindeki katı tecridi kaldırarak, sorunun çözümü için yol temizliği yapıp, müzakere için uygun idari, hukuki ve siyasi zemini oluşturmasını ve bir an önce müzakereleri başlatmasını istiyoruz.
Dünyanın ve Türkiye’nin savaştan uzaklaşmasının ve barış içinde bir dünyanın ve Türkiye’nin var olmasının insan haklarına dayalı olduğunu düşünüyoruz. Türkiye’nin Ortadoğu’da uygulamaya çalıştığı siyasi projesinden vazgeçmeye, halkların kendi geleceklerini belirleme ilkesine uygun olarak Suriye Rojava bölgesinde bulunan Afrin ve Şehpa bölgesinden çekilmesini, Suriye Kürt Bölgesi yönetimi ile iyi komşuluk ilişkilerini geliştirmesini istiyoruz.
DÜŞÜNCE, İFADE ve İNANÇ ÖZGÜRLÜGÜ
OHAL ilanıyla birlikte siyasal iktidarın basın üzerindeki kaygı verici boyutta aratan baskı ve kontrolü, 2017 yılında da sürmüştür. Düşünce ve ifade özgürlüğü alanında çok ciddi ihlaller yaşanmıştır. Bu yıl içinde de gazeteci, yazar, insan hakları savunucusu vb. çok sayıda kişiye davalar açılmış, tutuklamalar olmuş, dergi ve kitaplar toplatılmış, gazeteler kapatılmıştır. Son olarak Özgürlükçü Demokrasi Gazetesi ile Gün Matbaasına el konularak kayyım atandığı belirtilmiştir.
Tutuklu gazetecilerle dayanışma platformunun verilerine göre halen 213 gazeteci tutuklu ve hükümlü olarak Türkiye Cezaevlerinde tutulmaktadır.
Çok sayıda internet sitesine erişim engellendi. Bunlardan Sendika.org sitesine 61, Özgürlükçü Demokrasi Gazetesi’nin internet sitesine ise 42 kez erişim engellendi. Mezopotamya Haber Ajansının ise sürekli olarak erişim engeli uygulanmaktadır. 29 Nisan 2017 tarihinden bu yana da Wikipedia sitesine erişilemiyor. Bu yasaklarının son örneğini ise Paradise Papers ile ilgili olarak Cumhuriyet Gazetesi internet sitesinde çıkan haberlere konulan erişim yasağı oluşturmaktadır.
Alevilerin eşit yurttaşlık hakkı talepleri 2017 yılında da karşılığını bulamamıştır. AİHM’in zorunlu din derslerinin kaldırılması ve Cem Evlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi ile ilgili kararlarının gereği yerine getirilmemiştir.
Alevi, Hıristiyan ve Museviler radikal sünni ve ırkçı grupların tehdit ve nefret söylemlerine maruz kalmışlardır.
Vicdani ret hakkının hala tanınmaması önemli bir insan hakkı ihlali olarak varlığını korumaktadır.
6 Ocak 2016 tarihinde barış için bildiri imzalayan 1128 akademisyenin birçoğu kamu görevinden ihraç edildi, Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. İstanbul Savcılığı bu bildiri nedeniyle şimdilik 148 Barış Akademisyeni hakkında TMK 7/2 maddesi uyarınca kamu davası açarak çok açık bir şekilde ifade özgürlüğü hakkını ihlal etmiştir. Bu davalarda hapis cezaları verilmeye başlamıştır.
İHD Eşgenel Başkanı Eren Keskin’in 2014 ve 2015 yıllarında Özgür Gündem gazetesiyle dayanışmak için genel yayın yönetmenliği yapması nedeniyle hakkında 143 dava açılmıştır. Bugüne kadar bu davalarda 355.920,00 TL adli para cezası verildi . Bu cezalardan 105.920,00 TL’si kesinleşti, devam eden davalarda birkaç yüz bin TL daha adli para cezası verilme ihtimali bulunmaktadır . 29 Mart 2018 tarihinde İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 7,5 yıl hapis cezası verilmiştir. Şu ana kadar onlarca yıllık hapis cezaları verilmiş olup bunların istinaf ve temyiz incelemeleri devam etmektedir. Bütün bu davalar, ifade özgürlüğünün kısıtlanması, yasaklanması ve cezalandırılması kapsamında devam etmektedir.
2017 yılında, Özgür Gündem gazetesi ile dayanışmak amacı ile 1 günlük nöbetçi genel yayın yönetmenliği yapan 53 aydın, yazar, sanatçı ve aktivistten 38’ine açılan davalarda TMK 6/2 ile 7/2. Maddelerden hapis ve para cezaları verilmiş, hapis cezaları ertelenmiştir. Gazeteci Murat Çelikkan’a verilen hapis cezası ertelenmemiştir.Murat Çelikkan 14.08.2017 tarihinde cezaevine girmiş olup 21.10.2017’de tahliye edilmiştir. Özgür Gündem gazetesi ana davası ve diğer davalar devam etmektedir.
2017 yılında Cumhuriyet Gazetesi ile Zaman gazetesi ana davaları devam etmiştir. Cumhuriyet gazetesinden Akın Atalay’ın tutukluluğu devam etmektedir. Gazeteci Can Dündar, Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmıştır. Zaman gazetesinden Şahin Alpay AYM’nin 2. Kararı üzerine tahliye edilmiş, AYM kararına rağmen Mehmet Altan tahliye edilmemiştir.
Türkiye mevzuatında basın ve ifade özgürlüğü konuları ile bağlantılı olan ve ulusalüstü belgelerdeki düzenlemelerle uyumlu olduğu ileri sürülemeyecek, anayasa dahil en az 17 yasada ve 15 Temmuz sonrası çıkarılan OHAL KHK’ları ile TBMM İç Tüzüğü’nde, kısıtlayıcı/sınırlandırıcı hükümler bulunmaktadır.
Bu mevzuatı şöyle sayabiliriz:
1) Anayasa,
2)5237 sayılı Türk Ceza Kanunu,
3)5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun,
4)3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu,
5) 6112 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun,
6) 5651 sayılı İnternet Ortamında yapılan yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele edilmesi Hakkında kanun,
7) 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu,
8) 1117 sayılı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu,
9) 5187 sayılı Basın Kanunu,
10) 5682 sayılı Pasaport Kanunu,
11) 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu,
12) 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu,
13) 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu,
14) 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu,
15) 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu,
16) 1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu,
17) 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun,
Mevzuatta yer alan ve ifade özgürlüğü ile ilgili sınırlamalar içeren konular/alanlar ise şöyle özetlenebilir:
Bu sayılanlara medya sahipliği ve sermaye yapısı konusunda özel olarak bir normatif düzenlemenin bulunmayışını da dâhil etmek gerekir.
Bu arada hemen belirtmeliyiz ki, özel olarak bilgiye/hakikate erişim hakkı bakımından Türkiye mevzuatında kısıtlayıcı/sınırlandırıcı hükümler barındıran yasalar var.
Söz gelimi 32 yasada “sır”, “devlet sırrı” kavramları ile 60 ayrı yasada da “gizlilik”, “yasak,” “açıklanamaz” gibi sözcüklerle ifade edilen hukuksal düzenlemeler bulunmaktadır. Bu düzenlemeler bilgiye, hakikate, habere erişim hakkı bakımından sorunludur.
TBMM İÇ Tüzük 105/5. madde, meclis araştırması konusunu şu şekilde düzenler:
“ Devlet sırları ile ticarî sırlar, meclis araştırması kapsamının dışında kalır.”
Hâlbuki devlet sırrı kavramının neyi ifade ettiği, tanımı, hiçbir yasada yer almamaktadır. Uygulamada ise devlet sırrı, bilgiyi elinde bulunduran makamın devlet sırrı dediği şeyin adıdır.
Görüldüğü gibi ifade özgürlüğü sorunu Türkiye’nin en kapsamlı yapısal sorunları arasındadır.
Bunun dışında terör tanımının geniş tutulması, şiddete başvuran ile başvurmayan arasında ayrım yapılmaması ve düşman ceza yargılaması yapılması,
Hukukun üstünlüğü ilkesinin uygulanmaması ve bunun sonucunda, AİHM ve AYM içtihatlarına bağlı kalınmaması,
OHAL nedeni ile siyasi iktidarın yargıyı nerede ise tamamen bağımlı hale getirmesi,
Siyasal iktidarın ifade özgürlüğüne karşı olan zihniyetini de belirtmek gerekir.
Kısa vadede ise şunların yapılmasını talep ediyoruz.
Basın ve yayın yolu ile işlendiği belirtilen suç ve cezaların soruşturulmamasını, soruşturmaların durdurulmasını, davaların düşürülmesini, verilen cezaların geri alınmasını, kesinleşen hükümlerin yok sayılmasını talep ediyoruz.
CEZAEVLERİ
2016 yılında da cezaevleri, insan hakları ihlallerinin en yoğun yaşandığı yerler olma özelliğini sürdürmüştür.
ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ ve İNSAN HAKLARI ÖRGÜTLERİ VE SAVUNUCULAR ÜZERİNDEKİ BASKILAR
OHAL ilanı ve çıkarılan KHK’lar ile sendika, dernek ve vakıfların kapatılması örgütlenme özgürlüğünün çok ciddi olarak siyasal iktidarın baskısı altında olduğunu göstermektedir. OHAL kararnameleri ile insan hakları örgütlerinden bazıları hedef alınmış ve temelli kapatılmışlardır. 2017 yılı başta kurumlarımızın yönetici, üye ve çalışanları olmak üzere çok sayıda insan hakları savunucusunun ve avukatın BM İnsan Hakları Savunucularının Korunması Bildirgesinde yer alan ilkeleri çiğneyerek gözaltına alındığı, hatta tutuklandığı bir yıl olmuştur. Büyükada davası olarak bilinen ve insan hakları savunucularının eğitim toplantısı sırasında toplantılarının basılıp gözaltına alınarak tutuklandıkları ve yaklaşık 4 ay tutulu kaldıktan sonra serbest bırakıldıkları bir yıl yaşadık. Halen Uluslararası Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Av. Taner Kılıç, insan hakları savunucusu Osman Kavala ve Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı ile birlikte dernek yöneticisi ve üyesi çok sayıda avukat tutukludur. 2017 yılında toplam 47 avukat yaptıkları açıklamalara yönelik polis müdahaleleri sırasında veya evlerine yapılan polis baskınlarında gözaltına alındı. Bunlardan 17’si avukat tutuklandı.
Türkiye’de 16.08.2015 tarihinde başlayan ve halen devam eden Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki sokağa çıkma yasağı uygulanan yerlerle ilgili İHD ve TİHV başta olmak üzere çok sayıda hak ve hukuk örgütü tespit ve gözlem raporu yayınlamıştır. Bu raporlardan rahatsız olan Genelkurmay Başkanlığı’nın İçişleri Bakanlığı’na yazdığı yazılar üzerine Haziran 2016 tarihinde İçişleri Bakanı onayı ile İHD Genel Merkezi’nin idari, mali ve faaliyet bakımından denetlenmesi kararı alınmıştır. İçişleri Bakanlığı Müfettişliği tarafından 27.06.2016-21.09.2016 tarihleri arasında denetim yapılmış, Denetim Raporu 20.06.2017 tarihinde açıklanmıştır. Dolayısıyla Denetim Raporu’nun yazımı OHAL boyunca sürmüştür. Denetim Raporu’nda İHD Genel Merkezi ve Şubelerinin yayınladıkları raporlar, yaptıkları açıklamalar ve İHD MYK’sının aldığı kararlar nedeniyle TCK 301., TMK 7/2. Ve TCK 302. Maddelerinden dolayı haklarında dava açılması istenmiş ve İHD Genel Merkezi hakkında fesih davası açılması talep edilmiştir. Bu talep üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu’nun 2017/8007 soruşturma nolu dosyasında Genel Başkan Öztürk Türkdoğan ve 40’ın üzerinde yönetici ve üye hakkında soruşturma devam etmektedir. Bunun yanısıra Genelkurmay Başkanlığı’nın şikayeti üzerine sokağa çıkma yasaklarıyla ilgili raporlar nedeniyle de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu’nun 2016/15529 soruşturma nolu dosyasında Genel Başkan Öztürk Türkdoğan ve diğer kurumların başkanları hakkında TCK 301. Maddeden soruşturma devam etmektedir.
OHAL koşullarında yargının hükümetin yönlendirmesi altındaki faaliyetleri nedeniyle halen İHD Ağrı Şube yöneticisi avukat Olcay Öztürk, İHD Dersim Şube yöneticisi Özgür Ateş’in tutukluluğu devam etmektedir. Bunun dışında onlarca İHD yöneticisi ve üyesiyle ilgili davalar devam etmektedir.
Türkiye’nin Suriye’nin Afrin bölgesine yönelik 20.01.2018’de başlayan askeri harekatını eleştiren ve savaşa karşı barışı savunan açıklamalar nedeniyle çok sayıda İHD yöneticisi ve üyesine karşı gözaltı ve tutuklama işlemi yapılmıştır. Bu kapsamda İHD MYK üyesi Hayrettin Pişkin Çanakkale’de 24.01.2018’de tutuklanmış, 21.03.2018’de serbest bırakılmıştır. İHD Kars Şube Başkanı Ahmet Adıgüzel 01.02.2018 tarihinde tutuklanmış ve 15.03.2018’de serbest bırakılmıştır. İHD MYK üyesi Nuray Çevirmen 22.01.2018 tarihinde gözaltına alınmış, 4 gün gözaltında kaldıktan sonra adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştır. İHD Hatay şube başkanı Mithat Can, İHD İskenderun şube başkanı Coşkun Selçuk aynı açıklamalar nedeniyle gözaltına alınıp birkaç gün gözaltında tutulduktan sonra adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştır. İHD Malatya şube yöneticileri Mehmet Tuncel ve Abuzer Yavaş 01.02.2018 günü aynı açıklamalar nedeniyle tutuklanmış olup halen tutukludurlar ( 10.04.2018 tarihli güncelleme: Mehmet Tuncel 23 Şubat 2018 tarihinde serbest bırakılmıştır ).
667 sayılı OHAL KHK’si ile kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneği’nin yöneticisi ve üyesi avukatlardan 18’i 08.11.2017 tarihinde gözaltına alınmış ve 7 günlük gözaltının sonucunda İstanbul’da tutuklanmışlardır. Bu avukatlar arasında ÇHD’nin kapatıldığı sıradaki genel başkanı olan avukat Selçuk Kozağaçlı da bulunmaktadır.
Afrin’e yönelik askeri müdahaleyi eleştiren ve barış çağrısı yapan kuruluşlar arasında Halkevleri Derneği Eşgenel başkanı Dilşat Aktaş ve 10 yönetici arkadaşı 22.02.2018 tarihinde gözaltına alınıp, gözaltının 7. günü adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştır. Ayrıca, Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eş Sözcüleri Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu (aynı zamanda barış akademisyenidir) ile çok sayıda siyasi parti ve dernek yöneticisi 09.02.2018 tarihinde gözaltına alınmış, gözaltının 7. gününde Onur Hamzaoğlu ile Fadime Çelebi tutuklanmıştır. Tutuklanma gerekçesi, TMK 7/2 ve TCK 216. maddelerdir.
2017 yılı aynı zamanda çok sayıda insan hakları savunucusu ve aktivistin Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldığı bir yıl olmuştur. İHD genel sekreteri ve TİHV yönetim kurulu üyesi Av. Hasan Anlar Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmıştır. Aynı davada yargılanan İHD eski MYK üyesi ve Ankara Şube yönetim kurulu üyesi Av. Halil İbrahim Vargün cezaevindedir. KESK eski başkanı ve KESK’e bağlı sendikaların çok sayıda eski yöneticisi Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmışlardır. Bu arkadaşlarımızın yargılandıkları davalar aslında Fethullah Gülen örgütüne mensup polis, savcı ve hakimlerin kurdukları kumpas davalıdır. Siyasal iktidar işine gelen davalardaki kumpası kabul etmiş, bizim arkadaşlarımız ile ilgili davalardaki kumpası ise kabul etmemiştir. Bu davalar yargının siyasal iktidar baskısı ve yönlendirmesi altında olduğunu göstermiştir.
2017 yılında da KESK ve KESK’e bağlı sendika yöneticileri üzerindeki idari ve adli baskılar devam etmiştir. Bu konuda KESK kamuoyuna özel bir rapor açıklamıştır.
Halen çok sayıda İHD ve TİHV yönetici ve üyesi ile diğer insan hakları örgütlerine üye aktivistlerin soruşturma ve davaları devam etmektedir. Bu konuda yakın bir zamanda kamuoyuna özel bir rapor açıklanacaktır.
TOPLANTI ve GÖSTERİ ÖZGÜRLÜĞÜ
2017 de bir önceki yıl gibi toplantı ve gösteri özgürlüğü açısından da ihlallerin ve kısıtlamaların olağan üstü bir şekilde yaşandığı bir yıl olmuştur. OHAL’in verdiği yetki ile birçok ilin valilikleri çeşitli toplantı, gösteri ve etkinlikler için tek seferlik ve belli bir güne/eyleme yönelik veya ardışık olarak tüm eylemleri kapsayacak şekilde yasaklama kararları aldı. Bu yasaklamalar jeotermal santrallerin olumsuz etkileri ile ilgili bir toplantıdan Lise ve Üniversite şenliklerine, kültür sanat ve doğa festivallerinden LGBTİ+ etkinliklerine kadar büyük bir çeşitlilik göstermektedir.
Bu yasaklamalardan bazıları siyasal iktidarın zihniyet dünyasını açığa çıkaran sembolik öneme sahiptir. LBGTİ+ bireylerin yıllardır gerçekleştirdikleri Trans ve Onur Yürüyüşleri bu yıl birçok ilde yasaklandı. Yakın bir zamda ise Ankara Valiliği öne LGBTİ+ Film Günlerini ardından da LGBTİ+ örgütleri tarafından düzenlenecek her türlü etkinliği yasakladı.
Polis şiddeti cumhuriyet tarihi boyunca tüm iktidarların kolayca başvurduğu kadim bir idare tekniğidir. Ancak her geçen gün eleştiri ve itirazlara iyice tahammülsüzleşen, otoriterleşme dozunu son sınırına vardıran AKP iktidarı, polis şiddetini kendi politikalarına karşı çıkan tüm toplumsal kesimlere yönelik olarak her fırsatta kullanır olmuştur. Bu şiddetten, Kürtlerden, Emekçilere, Alevilere ve kadınlara, LGBTİ bireylerden taraftar gruplarına kadar hemen her toplumsal kesim istisnasız nasibini almaktadır. Erzincan’da Pir Sultan Abdal kültür derneği üye ve yöneticisi 16 kişi tutuklanmıştır.
Kolluk güçleri 2017 yılında da yüzlerce barışçıl gösterilerde basınçlı su plastik mermi, kimyasal silah/gösteri kontrol ajanları ve hatta ateşli silahlar kullanarak aşırı/ölçüsüz/orantısız güç ve şiddete başvurmuştur.
İHD Dokümantasyon Merkezinin tespit edebildiği kadarıyla 2017 yılında 735 toplantı ve gösteriye müdahale edilmiştir. Bu müdahalelerde 2.193 işkence ve kötü muamele şikâyetinde bulunmuştur. Bu kişilerin büyük çoğunluğu gözaltına almışlardır.
Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda ise neredeyse tüm gösteriler yasaklanmış ve izin verilmemektedir.
OHAL KHK’leri ile ihraç edilenlerin yaptıkları protestolar sonucunda başta Ankara olmak üzere Tunceli, Diyarbakır, Batman, İstanbul, Eskişehir, Malatya, İzmir illerinde çok sayıda kişiye OHAL kanununa muhalefetten adli para cezalrı verilmiştir. Bunun dışında 2911 sayılı Kanuna muhalefet etmekten devam eden onlarca soruşturma ve dava bulunmaktadır.
OHAL KHK’leri ile ihraç edilen akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça’nın 9 Kasım 2016’da Ankara yüksel Caddesi’nde başlattıkları “İşimi Geri İstiyorum” talepli oturma eylemlerine karşı onlarca kez gözaltı yapılmış, adli para cezaları verilmiş, soruşturma ve davalar açılmıştır. Bu eylemlere daha sonradan sosyolog Veli Saçılık, öğretmen Acun Karadağ, öğretmen Esra Özakça, sağlık memuru Adnan Vural ve daha birçok kişi katılmıştır. Bu kişilere karşı Ankara’da iki örgüt üyeliği davası, 5 adet 2911 sayılı Kanuna muhalefet davası açılmıştır. Kolluk güçleri tarafından 232 defa müdahalede bulunulmuş, 586 gözaltı olayı yaşanmıştır. Devam eden onlarca soruşturma bulunmaktadır. Bu konuyla ilgili İHD Genel Merkezi’nin 9 Kasım 2017 tarihindeki açıklamasına bakılabilir. Bu açıklama, Ankara Yüksel Caddesi İnsan Hakları Anıtı önünde yapılmak istenmiş, polis izin vermeyerek Genel Başkan Öztürk Türkdoğan ve diğer İHD yöneticilerini gözaltına almış, birkaç saatlik gözaltıdan sonra serbest bırakmıştır.
OHAL KHK’ları ile ihraçlara karşı direnişin sembolü haline gelen akadekisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça 324 gün süren açlık grevi yapmış, OHAL komisyonunun başvurularını red etmesi üzerine yargı yolu açıldığı için açlık grevini 26 Ocak 2018 tarihinde bitirmişlerdir. Halen iyileşme süreçleri devam etmekte olup Ankara İdare Mahkemesi’nin kararını beklemekte, işimi geri istiyorum taleplerini dile getirmeye devam etmektedirler.
Ankara Valiliği 10 Aralık 2017 insan hakları gününde Yüksel Caddesinde açıklama yapmak için başvuran İHD’ye izin vermemiştir. Ancak, Kudüs ile ilgili olarak AKP tabanının aynı tarihlerde günlerce yaptığı gösterilere ise kolaylık sağlanmıştır. Görüldüğü gibi OHAL tamamen keyfi ve siyasal ihtiyaçlar doğrultusunda kullanılmaktadır.
KADINA YÖNELİK ŞİDDET SORUNU
Kadın mücadelesi, uluslararası dayanışmayla birlikte, yazılı hukukta önemli kazanımlar elde etti. Yine kadına yönelik şiddet konusunda uluslararası hukukta düzenlemiş son derece önemli sözleşmeler Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından imzalanmış durumda. Ancak gerek iç hukukta gerekse uluslararası hukuk alanındaki kazanımlarımız, yargı da yer bulamamakta…
Hakimler ve savcılar, uluslararası sözleşmelere son derece duyarsız kalmaktadırlar. Bu sözleşmelerden belki de en önemlisi Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesidir. Üstelik Türkiye Cumhuriyeti devleti, bu sözleşmenin ilk imzacısıdır.
Bu sözleşme, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlemesini amaçlamaktadır. Bu derece önemli olan sözleşmenin 3. Maddesi, sözleşmenin amacını tanımlarken şöyle demektedir; “ Kadına yönelik şiddet, bir insan hakları ihlali ve kadınlara yönelik ayrımcılığın bir biçimi olarak anlaşılmaktadır. Ve ister kamusal ister özel alanda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve ıstırap veren veya verebilecek olan toplumsal cinsiyete dayalı her türlü eylem ve bu eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma anlamına gelir.”
Sözleşmenin 6. Maddesi ise, tüm taraf devletlere, ‘Toplumsal cinsiyete duyarlı politikalar’ geliştirme görevini yükler. İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddet alanında verimli politikalar oluşturmak ve şiddeti önleyici tedbirler alma konusunda önemli bir sözleşmedir. Ancak Türkiye’de yargıçlar ve savcılar değil uygulamak, bu sözleşmeden haberdar dahi değillerdir. Uluslararası sözleşmelerin yerel yazılı hukukun üstünde bağlayıcı nitelikte olduğunu düşündüğümüzde, bu son derece vahim bir durumdur.
Yine Türkiye’nin de, altında imzası bulunan “Kadınlara Karşı her Türlü Ayrımcılığı Önlemesi” sözleşmesinin 5. Maddesinde imzacı olan devletlere ‘Kadın ile erkeğin kalıplaşmış rollerine dayalı önyargıların’ değiştirilmesi görevini yüklemektedir.
Özellikle 15 Temmuz Darbe Girişimi ardından ilan edilen OHAL kararı ile meşrulaşan toplumsal şiddetin, kadına yönelik uygulamalarında son derece olumsuz etkiler yaratmaktadır. OHAL ilanından sonra, kadına yönelik şiddet olaylarında gözlemlenen artış, kadına yönelik resmi şiddet örnekleri, cezaevlerinde kadınlara dayatılan uygulamalar çok net örneklerdir.
OHAL ile birlikte, çok sayıda kadın işten atılmış, ihraç edilmiş çok sayıda kadın örgütü kapatılmış ve çok sayıda kadın ifade özgürlüğü ihlalleri nedeni ile cezaevine girmiştir. Bu uygulamaların 10 Aralık başlangıçlı, İnsan Hakları Haftası’nda da devam ediyor olması vahimdir. OHAL en çok kadınları ‘VURMUŞ’, kadın özgürlüğüne ‘DARBE’ olmuştur.
Kadına yönelik eril şiddetin son bulmasını, sosyal ve kamusal yaşamda eşitlik ilkesinin ve ayrımcılık yasağının koşulsuz hayata geçmesini devletin bu konudaki yükümlülüklerini yerine getirmesini istiyoruz. İHD, üyesi olduğu FİDH ile birlikte CEDAW komitesine Türkiye raporuna karşı alternatif rapor sunmuştur. Yapılan görüşmeler ve oturumlardan sonra Türkiye değerlendirilmiştir. CEDAW Komitesi 25 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne tavsiyelerde bulunmuştur. Bizim de paylaştığımız bu tavsiyeler şöyle özetlenebilir.
EKONOMİK VE SOSYAL HAKLAR
OHAL KHK”ları ile kamudan ve özel sektörden ihraç edilip işsiz bırakılan 200.000 civarında emekçinin aileleri ile birlikte yaklaşık bir milyon insan açlığa mahkûm edilmiştir. Sivil ölüm diye tabir edebileceğimiz ihraçlar çok ağır bir ekonomik ve sosyal hak ihlali oluşturmaktadır. OHAL Komisyonu’nun bu hali ile çözüm üretmesi mümkün değildir. Bütün ihraçların tek bir KHK ile geri alınıp kurumların kendi içinde disiplin soruşturma süreçlerinin işletilerek darbe teşebbüsü ile ilişkili olanların tespiti yapılabilir. İhraçlarda “iltisak” kavramının kullanılmasının tamamen hukuka aykırı olduğunu belirtmek isteriz. Bu nedenle OHAL gerekçesine bağlı olarak sadece darbe teşebbüsü hususu araştırılmalıdır.
OHAL koşullarından kısıtlı olan işçi hakları daha da geriye gitmiştir. Yapılabilecek bazı grevler ertelenerek Türkiye’de fiili grev yasakları dayatılmıştır.
2017 yılında İş Sağlığı ve Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre en az 2.006 işçi, iş cinayetlerine kurban gitmiştir. Son yıllarda iş kazası adı altında yaşamını yetiren işçi sayısında sürekli yükseliş vardır. Görüldüğü gibi OHAL koşullarında iş cinayetleri önlenememektedir.
Kamu veya özel sektörde ilk defa işe girecekler bakımından ise dayatılan güvenlik soruşturmaları sonucu on binlerce kişi işe başlatılmamıştır. Sağlık alanında yaklaşık 700 yeni mezun hekim işe başlatılmamıştır. İktidarın övünerek kamuoyuna açıkladığı taşeron işçilerin kadroya geçirilmesinde ise en az 500.000 işçinin güvenlik soruşturmalarını geçemediği için kadroya alınmadığı ortaya çıkmıştır. Görüldüğü gibi OHAL koşullarında ekonomik ve sosyal hakların daha da geriye gittiği, iş bulmanın zorlaştığı bir süreç yaşanmıştır.
Türkiye’de ILO’nun 111 ve diğer ilgili sözleşmelerine göre aykırı işlemler yapılmasının ILO Genel Konferansı’nın Ekim 2017 tarihinde Türkiye’de yapılması oldukça trajiktir. İşçi haklarını koruyamayan ILO’nun bu tutumunu da eleştirdiğimizi belirtmek istiyoruz.
Sonuç olarak;
Yaklaşık 20 aydır sürdürülmekte olan OHAL uygulamaları 2017 yılında Türkiye’de yaşanan her bakımdan ağır ve ciddi insan hakları ihlallerinin asli kaynaklarından biridir ve derhal son verilmelidir. Şu anda Türkiye’de asgari standartlarda dahi demokrasiden söz edilemez. Bu nedenle demokrasi mücadelemiz baki ve kaçınılmazdır. Kürt Sorunu’nun savaşla çözülemeyeceği açıktır. Dolayısıyla barış mücadelemiz de baki ve kaçınılmazdır. Siyasal iktidarı da 28 Şubat 2015 Dolmabahçe deklarasyonuna sahip çıkmaya ve Türkiye halkının barış ve demokrasi iradesini tanımaya davet ediyoruz.
2017 İnsan Hakları İhlalleri Bilançosu’na ulaşmak için lütfen tıklayınız .
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ