A Capella

Bebek muayenelerinde bebeğin ağlamasını önlemek ya da azaltmak konusundaki en büyük hilemiz, annenin sesidir. “anneye, her zamanki gibi bebeğin ile konuşmalısın” denildiğinde, bebeklerin inanılmaz bir şekilde sakinleştiğini, sessiz ve dingin bir hale geldiğini çoğu kez görürüz. Galiba İnsan sesinin, özellikle kadın sesinin böyle bir sihri var. İnsanları; sadece bebekleri değil, kadın ya da erkek olsun, herkesi teskin edici bir yönü var. Bu tarih içinde de, müziğin kendine özgü gelişim süreci içinde de kendiliğinden ortaya çıkmış bir algı sanırım.

Kadın sesi her zaman çok önemli idi ancak ne batı dünyası ne de doğu dünyası, olaya dinsel açıdan böyle bakmış, bir anlamda kadın sesi çağlar boyu dinsel baskılar altında kalmıştır. Ama nihayetinde kadın sesi sekülerizmi yükseltmiş ve onun da sesi olma sorumluluğunu almıştır…

KADIN SESİ YERİNE…

Rönesans öncesi dini müzikte, hep belirli enstrümanlar ve erkek sesi yer alırdı. 18. yüzyıla
kadar, kadınların sahnede yer alması ve hatta korolarda bile bulunması hoş görülmezdi. Oysaki bir yandan da pek çok eserde kadın sesine ihtiyaç yok muydu? Hele de Barok müziğin yükseldiği dönemde, kadın sesine duyulan gereksinim yani kontrtenor ve sopranolar olması gerekirken, bunlar yok idi. Bunun yerine, sesi çok güzel fakir ailelerin erkek çocukları vardı. Bu çocuklar, 16. yüzyılda, Sistine Kilisesi korosunda başlatılan bir uygulama ile çok iyi bir ses eğitiminden geçirilirdi. Bundan sonrasına ise müzik adına yapılan bir vahşet de diyebilirsiniz… Yani ses çatlamadan kastrasyon. Yani 16. yüzyılın tıbbi imkanlarıyla hadım işlemi…
Aziz Paulus’un “Kadınlar kilisede sussun” sözü, Avrupa’da kilise korolarına hadım yetiştirilmesiyle sonuçlanıyor. Hadım edilen çocuğun sesi değişmiyor, çünkü erkeklik hormonu salgılamayan bedenin ses telleri de uzamıyor. Genç yaşta hadım edilmiş bir kişinin
gırtlağının normal gırtlağın üçte ikisi boyutlarında olduğu görülmüştür. Hadımda ses telleri ağız boşluğuna yakın kalıyor ve iyi bir eğitimle ses iyice saflaşıyor. Böylece kadın sesinden farklı ama erkek sesinden de farklı, üstün ve parlak bir ses elde ediliyor.
Kadınsı ses olarak değerlendirilen “erkek çocuk sesi” kaybolmasın diye, sadece bu alanda kullanılan “castrato” sesi korunsun diye yapılanlar, tarihin derinliklerinde dehşetengiz bir uygulama olarak durmaktadır. (Bkz. 1994 Gerard Corbiau yapımı film: Farinelli
– Bu filmi tavsiye ederim. Filmde Farinelli’nin kaydedilmiş bir sesi olmadığından hakkında söylenenlerden bir ses yaratılmış; bir bas, bir tenor, bir kontrtenor ve bir soprano ile başlayan uygun ses rengini saptama arayışı, hayli uzun sürmüş ve sonuçta kontrtenor Derek Lee Ragin ve soprano Ewa Godlewska’nın sesleri üst üste bindirilerek Farinelli’nin seslendirmesi yapılmıştır. İki sesten tek ses elde etmek için aylarca İsviçre’de çalışan film ekibi, müzikleri notadan notaya tek tek kurgulayarak çalışmayı sonuçlandırmışlardır.) Bu çocukların eğitimle erken yaşlardan itibaren göğüs kafesi ve ciğerleri geliştiği için sonuçta çok güçlü bir ses elde edilir. Ses rengi kadın sopranoya ya da kontraltoya benzese de daha güçlü, daha duygusal, şehvetli bir tona ve incelikli, parlak bir tekniğe kavuşturulması hedeflenir. Bu sesi kaybetmemek lazımdır(!)… Belki gizli gizli hala bir yerlerde bu düşünce kıvranıp durmaktadır. Acaba hala kilise korolarının bazılarında “casrato” sesi kulaklara ulaşıyor mu? Bu konuda hayli tartışmalı bir gönüllülük savunması eskiden beri devam eder. İnanırsanız?

BAŞLANGIÇTA YALNIZCA SES VARDI

Aslına bakılırsa, başlangıçta enstrüman yoktu. İlkel insanın tüm “ses” sermayesi kendi sesi idi ya da iki cismi birbirine vurduğu “perküsyon” imkanlarıydı. İnsan sesi, her zaman istenildiği gibi olmayınca ya da müziğin zaman içinde zenginleşmesi ile müzik aletleri geliştirilmeye çalışıldı, “ses” olabildiğince zenginleştirilmeye çalışıldı. Bugün, muhteşem orkestralar, müzik toplulukları, korolar ve vokaller var. Gün geçtikçe de bunların sayısı artıyor. Elektronik olanakları saymıyorum, biraz da aklım ermediği için… Ama temelde yine de bence sade insan sesinin, insanlara öğreteceği çok şey var. A Capella, (Alla Capella: Style of Chapel: Kilise Usulü) yine Orta Çağ’dan bu yana, kilisede söylenen insan sesi ağırlıklı ilahilerin içine önce “castrato”ların daha sonra da kadın sesinin yani aslında sopranonun katılımı ile zenginleşen bir koro müziği idi. A Capella bir bakıma, kilise koro müziğinin; salt erkek sesi ile söylenen dinsel ilahi ya da teolojik renginin değişmesine, kadın sesinin de katıldığı günlük seküler renge dönüşmesine yol açtı. Kadın sesini de giderek içinde zenginleştirerek, kilise müziğini yavaş yavaş toplumun içine çeken, “sokağa düşüren” bir müzik türü oldu. Sadece orada durdu mu? Hayır… Kilise ilahilerinden yavaşça sıyrılarak, halkın günlük müzik dilindeki, ağzındaki sevilen melodilerin ve şarkıların korolar tarafından seslendirilmesinde ve giderek kadın sesinin, nerdeyse hakim hale gelmesinde rol oynadı. Burada kadın sesi, erkek sesinin yanında, kilise korolarının sekülerleşmesinde ve günlük halk müziğini de içine almasında ana itici güç olarak rol aldı.

20. YÜZYILIN TENOR VE SOPRANOLARI

Son yıllarda insan sesi kiliseden de konser salonlarından da dışarı çıktı, üç tenor, üç soprano gibi gruplar ile gerçekten, Orta Çağ müziğinden başlayarak, özellikle Roma Kilise müziğinin ötesinde halkın içinden gelen gidenlerin örneğin Napoliten şarkıların, geniş toplum kesimleri ile (güçlü orkestralar eşliğinde), kent meydanlarında paylaşılmasına tanık olduk. Yirminci
yüzyılda dünyaya gelmiş olmaları nedeni ile belki de “casrato” olmaktan kurtulmuş üç büyük tenor; Luciano Pavarotti , Placido Domingo ve Jose Careras inanılmaz konserler ile halkın arasına girdiler. Bunu Kathleen Casello, Kallen Esperian ve Cynthia Lawrence üçlüsü de üç soprano olarak yaptılar. Türkiye’de de Hakan Aysev, Efe Kışlalı ve Hüseyin Likos üçlüsü ya da, Ayhan Uştuk, Şenol Talınlı ve Aykut Çınar üçlüsü tenorlar olarak inanılmaz başarılar elde ettiler, hem de Türk Halk müziği ile zenginleştirilmiş repertuarlar ile. Bu noktada elbette,
Türkiyenin yetiştirdiği üç sopranoyu da unutmamak gerekir: Esin Talınlı, Çiğdem Önol ve Funda Saltaş: Bu üç sopranomuz da dinleyicileri büyülemeye devam ediyorlar. Tekrar dönersek, A Capella tarzı koro müziğinin en önemli özelliği, enstrüman olmamasıdır. Her şey salt insan sesinden üretilir, hatta kimi zaman enstrüman taklitleri bile. Burada sadece insan sesi olması ve zaman zaman seslerin birbirini tam olarak desteklemesi, devam ettirmesi ya da ritimleri paylaşması, inanılmaz bir eşitlik ve işbirliğini gerektirir. Sahiden de burada herkes eşittir, sadece seslerini kullanırlar, dayanışma ve yardımlaşma yapmak zorundadırlar, zira müziğin esası buna dayanır. İnsanlar birbirlerini alt etmek, kıskanmak ya da kuyusunu kazmak şansına sahip değildir, zira en ufak bir olağandışılık hissedilir ve kimin yaptığı belli olur. Bu nedenle, çok arkadaşça, başkasının istemeden yaptığı kusurları da örtmeye çalışarak yürünen, ortak amaca yönelik bir yoldur. Ortaklaşma ve dayanışma müziğidir. Bu nedenle çok demokratiktir; kadın sesi çok önemli olduğu için, kadına çok değer veren ve eskiye göre de, kadın sesinin üzerindeki teolojik baskıyı ortadan kaldırmaya çalışan, kadın sesini ortaya çıkaran, önceleyen, böylece müziğin sekülerleşmesini de temsil eden bir yapısı vardır.
Türkiye’de buna öncülük eden Boğaziçi A Capella grubu ve TRT A Capella grubu gibi grupların artması, hem insanların müziğe katkısını artıracaktır ve hem de kadın sesinin ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Demokratikleşme ve sekülerleşmeye temsili katkısı da cabası. Kadınların seslerini, ağıt, imdat ya da çığlık için değil de hem dünyayı teskin etmek için hem de bin bir şarkı için kullanması dileği ile…

Prof. Dr. Süleyman Kaynak