Ağlatan Çöp

Senin çöp dediğin,
bir başkasının umududur belki…

Uzun arayışlar sonunda yeni bir ev buldular. Şu an oturdukları ev hem pahalı, hem çok büyük ve hiç güneş görmeyen bir evdi. Ev sahibinin verdiği rahatsızlık ve yaşlı olmasından kaynaklanan huysuzluğu da cabası. Hem illâ ki böyle olur. Bir ev tutulacağı zaman ev sahibi “Parayı verin, tamir edeceğiz.” dediği yerlerin çoğunu tamir ettirmez.

“Kiracılık ne zor…” dedi genç adam. “Gerçi şu hayatta kolay olan ne var ki?” diye ekledi. “Hatırlıyor musun Ankara’daki gecekonduda yakacak bulamayıp marketlerin önünden kasa toplayıp yaktığımızı?”

Genç kadın, “Hatırlamam mı?” dedi gülümseyerek. “Anne babamız bizi o halde görseydi kahrından ölürdü herhalde.”

“Hem işi hem okulu bırakmıştık, tam bir sefaletti.”

“Hadi ben neyse de sen niye okula gitmiyordun ki? Yoksa beni çok seviyordun da yanımdan ayrılamıyor muydun? O yüzden mi çalıştığım lokantada bedavaya çalıştın?”

“Tabi canım! Sen değil miydin ‘Dükkân sahibi amca ile yalnız kalıyoruz, caiz değil.’ diyen?”

“Tamam, ben caiz olmadığını söylemiştim. Sana gel dedim mi? Sen benim yanımdan ayrılamadığından geldin iş yerine. Beni görmek karşılığında bedava çalıştın.”

“Hadi hadi şimdi gevezeliğin sırası mı? Geldiysem geldim ne olmuş? Okulu bırakmıştın, ailen de kabul etmiyordu, sana acıdım.”

“Ne günlerdi o günler… Mutfaksız bir evin holünde bulaşık yıkardım. Kısa sürdü ama anı oldu işte.”

“O da bir şey mi? Bir keresinde senden çay istemiştim de sen kupa bardağın içine kuru çay ve su koyup ocakta kaynatırken bardağın dibi düşmüştü.”

“Ama olsun! Kupa kırılınca ben de tencerede çay demlemeyi keşfettim.”

“Allah iyiliğini versin. Neydi o günler!”

“Sanki şimdi farklı mı? Yarın da bugünümüze gülüyor olacağız. Bu kış yaşadıklarımızı gelecek kış yaşamayalım diye kışa hazırlık yaptım. Allah’tan buranın kışı Ankara’nınki gibi soğuk değil de ufak tefek şeyler de yakacağa ek oluyor.”

Kışın çoğu zaman yakacak bulamamış, soğuktan titremişlerdi de kimseciklere dememişlerdi. Kime söyleseler duyacakları ilk cümle belliydi: “Okulu bırakmasaydınız…”

Milletin lafıyla içinin yanmasındansa, kış soğuğunda üşüyüp, bir battaniyenin altında ısınmaya çalışmak evlaydı. Bu yüzden de genç kadın eşini de ikna edip kışa kendince bir hazırlık yapmıştı. Elinden ancak bu geliyordu.

Bazen olur canım ciğerim dedikleri ciğerini sökercesine yıpratır insanı… Bir tatlı söze, bir güler yüze ihtiyaç duyar insan. İşte tam o zaman güneş gibi doğar Allah’ın güzel kulları… Bu genç çiftin hayatına da güneş gibi doğan insanlar vardı, yardım kuruluşlarıyla yardım ediyorlardı ama her ihtiyacı bilemezlerdi ki… Zaten ev sahibi yaşlı teyze onların yakacağı olmadığını anladığında biraz tahta, biraz kömür veriyordu da bu kışı biraz rahat geçirmişlerdi.

Her eve olduğu gibi bu eve de isim koymuştu genç çift: Morg. Bu eve yakacak dayanmıyordu. Seneye kalsalar da taşınsalar da yakacağa ek yapmak gerekiyordu. Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yermiş misali… Bu ek, kendilerini insanlara muhtaç etmeyecek her şey olabilirdi.

Az sonra kapı çaldı. “Ablam geldi.” dedi genç adam. “Ablamla siz yeni eve gidip orada eşyaları bekleyeceksiniz. Biz eşyaları getirdikçe siz dizersiniz inşâallah. Buraya birazdan arkadaşlar gelecek. Hem sizin hem bizim rahatımız açısından sizin yeni evde olmanız en iyisi.”

“Peki…”

Abla, iyi biri olmasına rağmen nedense gelinleriyle aralarında esen soğuk bir rüzgâr vardı. Buna sebep, beklenmedik anda olan bu düğünün ardından beklenmedik şekilde ilk kez görümce olmanın verdiği duygular olabilirdi. Yahut hemen her görümce gibi gelini kardeşlerine layık görmüyor olabilirdi. Belki psikolojik sorunları vardı, belki ailevi sorunlarından dolayı bu genç kadının pat diye böyle mutlu bir yuva kurmasını hazmedemiyordu.

Daha ilk günden geline iğneli laflar sokmaya başlamış, en basit işleri bile “Sen bilmiyorsundur, gel öğreteyim.” diyerek öğretmeye çalışmış, ortamlarda “babasının evindeyken-bizim evimize geldiğinde” tarzı karşılaştırmalar yapmış, gelinin hayatını daha ilk günden karmaşaya sokmuştu. Gelin, bu kadın namazlı-abdestli bir Müslüman olduğu için ona muhabbet mi beslemeliydi yoksa sürekli aşağılamasından dolayı kin mi beslemeli, ayıramıyordu. İşte yine gelmişti.

“Selamun aleykum.”
“Aleykum selam abla. Hoş geldin.”
“Biz yeni eve gidecekmişiz. Hadi gecikmeden gidelim de biraz temizlik de yapalım.”
“Biz evi temizledik abla.”
“Olsun, sen güzel yapamamışsındır.”
“…”

Evden çıkıp ayakkabılarını giydiler. Avluda yığılı eşyalar vardı. Görümce hanım tek tek sormaya başladı:

“Bu ne?”
“O mutfak eşyası.”
“Bu?”
“Onlar nevresim, sedir örtüsü falan.”
“Bunlar?”
“Onlar kıyafet.”
“Çöp falan varsa yeni eve gelmesin diye soruyorum. Buranın pisliği burada kalsın, dışarı koyalım çöpçü alsın.”
“Yok abla zaten biz çöp namına bir şey bırakmadık evde.”

Derken çuvalların olduğu yere doğru ilerledi görümce hanım. Genç kadının yüreği daraldı. “İnşâallah şu çuvalları sormaz.” diye geçirdi içinden. Ama bazen ‘olmasın’ diye düşündüklerimiz daha çabuk olur ya, aynen öyle oldu.

“Bu çuvalda ne var?”
“Yakacak var abla.”
“Bu nasıl yakacak? Kuş gibi hafif… Hem içinden pet şişe sesi geliyor.”
“Onları biriktirdik abla. Kışın lazım oluyor. Sadece pet şişe değil, karton falan da var.”
“At bunları, at, at! Yakacakmış. Siz beceremezsiniz evi de kendinizi de yakarsınız.”
“Yok abla biz…”
“Tamam, uzatmaya gerek yok. Attım gitti.” diyerek çuvalları alıp sokağa attı görümce hanım.

Zaten daha ilk günden geline çorap katlamayı, bardak yıkamayı ‘Sen bilmiyorsundur!’ diyerek öğretmeye çalışan birine laf anlatmaya çalışmak beyhude idi.

O çuvalın içinde az da olsa ‘kimseye muhtaç olmamak’ vardı. O çuvalın içinde tasarruf vardı, umut vardı. Dahası anılar vardı. Misafirliğe gelen güzel insanların getirdiği ikramların paketleri, infak olarak gelen zeytinlerin çekirdekleri, hatta çerez kabukları bile vardı. Biriktirdikleri birkaç poşet çerez kabuğunu fareler didiklemişti de ona bile üzülmüşlerdi. Şimdi ise görümcesi, biriktirdiklerinin tamamını ‘Siz beceremezsiniz!’ diye kırıcı bir dille çöpe atmıştı.

“Hadi gidelim!”

Arkasına dönüp baktı genç kadın. Biriken umutlarına… Onları “Güzel insanların getirdiği, dokunduğu, bıraktığı şeyleri saklayalım belki yakacağımıza bereket nasip eder Rabbim!” diyerek bin bir ümitle biriktirmişlerdi. Bir yaz boyu biriken şey, şimdi duvarın dibinde çöpçüyü bekliyordu. Yutkundu genç kadın. Boğazı şişene kadar yutkundu. Boğazının ağrısı kulaklarına vurdu. Sonra dayanamadı. Yeni eve varana kadar yol boyunca döktü gözünden yaşları sessiz sessiz…

Uzaklardan anlayan insanlar olur insanı, bazen de en yakınındaki anlamaz. Görümce hanım anlamadı gelinin ağladığını… Gözünden dökülen yaşların yanaklarına akamadan cilbabının peçesine tutunmasının bunda bir etkisi yoktu. Anlamayan, gözüyle baksa da görmezdi acıyı, sancıyı, gözyaşını…

Sezgin Özbay