Ah Bir de Anlayabilseydik Onu.

Şöyle bir bakar mısınız ne kadar çok “benzer”, ne kadar çok “aynı tarz insan” var etrafımızda. Çünkü en risksiz olanı bu.

Benzer olmak kolay. Çoğunluğun yaptığını yapmak, başarısız olunması durumunda kabul edilebilir hazır mazeretleri de beraberinde getiriyor.

Sonra birbirine benzer insanların “yapacak bir şey yok” dediğinde kafalar sallanıp; “evet, doğru” deniyor. Çünkü herkes öyle onların etrafında. Dünyaları o kadar!

“Sıradışı” olmak ise zor. Belkí daha da önemlisi riskli, hatta tehlikeli.

Dost ve düşmanlarımızın adını koyabilmek avantaj gibi dursa da, benzer kişilerin eline verdiğimiz malzeme o kadar çok ki. Al beni eleştir, bak burada da açığım var. Vur beni yerden yere!

Ortadasınız. Çıplaksınız…

Standart kişiler, hedefleri % 10-20 gibi oranlarda bile yukarı çekebildiklerinde alkışlanırken, sıradışı insanların koydukları “hedeflerin kendisi” bile insanların hayallerini zorlar çoğu kez. Hadi canım dedirttirir.

Fatih Terim işte bu sıradışı adamlardan biri oldu hep. Yaptığı da, yapmadığı da eleştiriye açıktı.

Benzer insanların yaptığı en kolay iştir çünkü eleştirmek.

İyi de peki, “siz ne becerdiniz bu hayatta” diye soracak olursanız onlara; sizlere hep sonuçta % 10 – 20 katkı sağlamış başarılarla izah edilebilecek şeyler anlatırlar. Aralarında ağzı iyi laf yapanlar ise sadece kafanızı karıştırır, o kadar!

Türk Milli Takımının 2008 Avrupa Şampiyonası’na gidişi de, oradaki maçları da hep yüreğimizi ağzımıza getirdi. Bu doğru. Çünkü Fatih Terim hep şaşırttı, hep kendi inandığı doğruları yaptı.

Onu anlamaya çalışmak zor, eleştirmek ise kolay olanıydı. E, kolay olanı varken neden zoru yapayım ki?

Çıplak olanın adı Terim, eleştirenin adı da hep “uzman görüş” oldu bizde!

O da baskı altında, duygusal anlarında zaman zaman (uzmanlarca!) tutarsız söylemlerde bulundu. Hatta çoğumuzun idrak etmesi dahi zor kararlar aldı, nasıl böyle yapabilir dedirtti.

Yaptıklarının “nedenlerini” onun beyninden söküp alabilme marifetini ise gösterebilen pek çıkmadı.

Nasıl çıksın ki? En az onun kadar zeki ve donanımlı, onun kadar deli, onun kadar cesaretli ve kendinize inanmanız gerekli bunun için. [Aksi durumda onun karşısında küçük düşme tehlikeniz yüksek.]

Hangi “benzer” bu riski alsın ki? Kolayı varken neden zoru yapsın ki?

Sonuç?

Gurur duyduğumuz bir milli takım çıktı ortaya. Üstelik çoğu genç ve milli deneyimi az futbolculardan oluşan yepyeni bir takım.

Avrupa’nın en iyi dört milli takımından biri şimdi o.

Az önce biten çeyrek final maçında Almanya’ya 3-2 yenilip final oynayamıyor olmamız aman sizi yanıltmasın.

Turnuva öncesinde Terim’in hedef olarak koyduğu ve insanları gülümseten “final”, sonuna kadar Türkiye’nin hakkıydı. Bunu duygusal olarak söylemiyorum, inanın. Maçın tüm istatistiki değerleri de bunu destekliyor, gördüklerimiz de.

Kazanmak isteyen, etkin futbolu oynayan takım Türk Milli Takımıydı. Tıpkı, (Portekiz maçı hariç,) diğer tüm maçlarımızda olduğu gibi.

Olmadı.

Olsun. Futbol bu. Sürprizlerle dolu. Belki de o yüzden dünyanın en çok taraftar toplayan, en çok sevilen oyunu.

Maçın son saniyesine kadar mücadeleyi bırakmayan, yılmayan, yüreği kocaman bir takımımız var artık. Temeli sağlam, takım ruhu muhteşem bir “ekip.” İnanç dolu…

Ekip çalışmasında “motivasyon” en büyük itici güçlerden biri, bu doğru. Ancak “hadi aslanlar” demenin çok ötesine geçen bu motivasyonun sırrı “duygusal liderlikte.”

Milli takımda bu duygusal liderin adı Fatih Terim’di.

Ve o milli takımdan ayrılıyor şimdi!

Bugün oyuncusuyla, malzemecisiyle alınlarından öpülesi; gurur veren, yenilgisine bile üzülemediğimiz milli takımın lideri olmayacak artık.

Bu sene başlayacak 2010 Dünya Kupası eleme grubu maçları öncesinde, umarım futbol camiamız Fatih Terim kadar “çıplak kalabilme cesaretini” gösterecek, donanımlı bir futbol lideri çıkarabilir.

Yoksa siz de şimdiden duyar gibi misiniz “Ah bir de anlayabilseydik onu…” diyenleri?