Yazının başlığını Bulutsuzluk Özlemi grubundan ilhamla, “Telefonsuzluk Özlemi” koyacaktım ama, telif sorunu yaşamak istemedim açıkçası. Bu işin mizahî yönü. Biz izahî tarafına dokunacağız. Madem dokunmaktan bahsediyoruz, haydi öyleyse: Dokunmatik ekranlarımız olmadan kaç gün hayatta kalabiliriz? Bilgi akışına neden bu kadar muhtacız? Şarj aletlerimiz bedenlerimizin bir uzvu mu oldu? En son ne zaman akıllı telefonumuzdan uzak kaldık?
Tam 72 saat boyunca akıllı telefonum olmadan yaşadım. Kendimi, Sibirya tundralarında, binlerce yıl önce donmuş mamut gibi hissetmeme sebep olan bu bağımlılık da neyin nesiydi? Sigarayı bırakanların gayriihtiyari ellerini ceplerine götürmesi gibi sürekli telefonumu arıyordu ellerim, ama bulamıyordu. Yoğun bir anksiyete yaşıyordum. Sosyal medyadan habersiz kalmak neden beni bu kadar endişelendiriyordu?
Dopaminler İsyanda
Çuvaldızı biraz da kendimize batırmamızın zamanı geldi. Her sabah yüzümüzü yıkamadan ellerimizin uzandığı akıllı telefonlar; hayatımızın bütün tersanelerine girdi, bütün kalelerimizi zaptetti, harici ve dahili düşmanlarımız oldu. Türkiye’de şu an neler oluyor? Yeni ABD Başkanı Biden’in alacağı yeni Doğu Akdeniz kararları ne olacak? Tamam da, “Bu beni ne kadar ilgilendiriyor?” deyip geçemeyişlerimiz? Her seferinde iletişim araçları, paradoksal biçimde insani ilişkilerimizi baltalarken, akıllı telefonların dijital hayatlarımızın ortasına çöreklenerek, hakiki hayatlarımızı sabote etmesine ne buyrulur?
Dostlarımızla buluştuğumuzda dahi telefonlar elimizden düşmüyor, akıp giden anın kıymetini yaşamak yerine, sosyal medyadan gelen anlık bildirimlerin tutsağı oluyoruz. Dopaminlerimiz, Müslüm Gürses’in “Bir kadeh daha ver” şarkısındaki yalvarışı gibi yalvarıyor: Daha çok beğeni istiyorum, daha çok dopamin ver bana!
Çin’de “internet ve oyun bağımlılığını” tedavi etmek için açılan merkezlerin haberini ilk duyduğumda, bir benzer versiyonunu yakında yaşayacağımızdan emindim. Üstelik bu tsunami dalgası hepimizi vuracaktı. Dopamin reseptörleri “bağımlı” olduğumuz o “şey” her ne ise ona uyum sağlar. Bir süre sonra, bağımlılık arttıkça reseptörlerin sayısı gitgide düşmeye başlar. Reseptörleri o maddeyle daha çok uyarmak ve “yeniden normal hissetmek için” o şeye yeniden ve daha fazla ihtiyaç duyarız. Tolerans böyle gelişir. Sigara, alkol, uyuşturucu, kumar… Bu kadar mı? İnternet ve akıllı telefonlar da bu bağımlılıklara eklendi.
Artık kitapların bile PDF formatında, dijital bir ekran üzerinden okunduğu 21. yüzyılda, bu dijital diktatörlüğün varacağı noktayı tahayyül etmek çok zor. Bazı büyük teknoloji devleri, ceplerimizdeki bu minik canavarlara “lidar sensör” özellikleri getirerek, cep telefonu ekranından 3 boyutlu bir gerçeği odalarımıza taşımaya başladılar. Bir dinozoru muhayyilenizde canlandırmanıza artık gerek yok. Lidar sensör marifetiyle, milyonlarca yıl önce yaşamış T-Rex, salonunuzun ortasında size pençelerini gösterebilecek!
Bilgisayar icat edildiğinde oda büyüklüğündeydi ve IBM firmasının yöneticileri, “İnsanların bu aleti alması için hiçbir sebep yok” diyordu. Kendileri bugün hayatta olsaydı, herhalde utançlarından başlarını akıllı telefonlarına doğru eğerlerdi.
Dijital Detoksunuzu Yaptınız Mı?
Sosyal medya detoksu, endişesiz ve rahat bir amigdala için elzem. Badem büyüklüğündeki bu küçük et parçasını internette karşılaştığımız her malumat ve kuşkuyla doldurursak, nihayetinde kaygı bozukluklarını kimliğimiz gibi cüzdanımızda taşımaya başlayacağız. Dağ başında, kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerde, organik domates ekerek yaşayın demiyorum, ama hiç olmazsa melatonin salgılamamız gereken uyku saatlerinde, şu telefonları “uçak” ya da “rahatsız etme” moduna alabilsek, en azından bir adım yol katetmiş olacağız. Bazı büyük yazarların hiç sosyal medya hesabı kullanmadıklarını biliyor muydunuz? Mesela Edgar Allan Poe. Basit bir mail hesabı bile yok. Hayatta olmadığı için tabi…
Peki akıllı telefonlar hep mi günahkâr? “Vurun abalıya” deyip her suçu şeytana atan püritenler gibi taşlayacak mıyız zavallı aygıtlarımızı? İlk taşı günahsız olanımız atacaksa neden olmasın? Doğru zamanlanmış bir sosyal medya kullanımıyla, gün içinde ekrana bakılan süreyi, iş ve gereklilik haricinde minimum seviyeye indirerek, faydasız ilimden sakınarak ve “bizi ilgilendirmeyen” haber çöplüğüne itibar etmeyerek elimizin altındaki bu “çok bilmiş” arkadaşları hayatımızın pratik neferleri haline getirebiliriz.
Nasıl mı? Hemen bir örnek vereyim: bu hafta bilgisayarım arızalandığı için okumakta olduğunuz bu yazıyı akıllı telefonumdan yazıyorum. AçıkBeyin’de bir akıllı telefonla yazılmış ilk yazım da böylece tarihe geçmiş oluyor. Nasılsa çoğunuz da bu yazıyı, akıllı telefonlarından okuyacak.
O halde akıllı telefonları, beyni çıfıt çarşısına döndüren sözde haber kaynaklarına iman ederek değil, yalnızca doğru bilgi, yerinde iletişim ve insani gerçeklerimizi unutmadan kullanarak, beynimize en “şahane” kıyaklardan birini geçmiş olacağız. “O” bunu hak ediyor!
Yoksa, James Cameron’ın 1992 yapımı Terminator: Judgement Day filminde olduğu gibi gün gelir cebimizdeki bu cihazlarla savaşmak zorunda kalabiliriz.
Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi için yüzlerce yıl geçeceğini sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Henüz 20 yıl önce bir cep telefonu marifetiyle, 4K berraklığında ve Dolby Vision kalitesinde video çekilebileceğini söyleseler onlara ne derdik?
Boşlukları doldurmayı size bırakıyorum.
Eğer bu yazı ilginiz çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Yeni Hastalığımız: Haber Anksiyetesi