Alzheimer: Bölüm 1

Zahide, terasın kısa kenarlarından birinde duran az sayıda ama görkemli saksıların karşısında kalakaldı. Hangisine ne zaman su vermişti? Yaşlı bedeni başka pek çok insana göre ona çok daha iyi bir dosttu. Her işini kendi görebiliyordu. Nazenin bile ondan genç olduğu hâlde namazlarını zaman zaman oturarak kılıyordu. Zahide ise şimdiye kadar bir kez bile yapmamıştı bunu. Özel hâlleri dışında tutmadığı ya da zorlandığı tek bir oruç bile olmamıştı.

Bu yaştan sonra bitkilere merak salmanın sırası mıydı zaten? Hatırlamıyordu işte. Ne kadar da karışıktı bu sulama düzeni. Her biri başka zamanda su istiyordu. Kimini birkaç günde bir sulayacaktın, kimini haftada bir… Kimi günbatımında sulanmaktan hoşlanıyordu, kimi sabah serinliğinde… Ben çocuğumu çoktan büyüttüm diye söylendi kendi kendine. Seslendi:

“Nazenin! Nazeniiinnn!”

Gelen giden yoktu. Yine mutfakta işlere dalmıştı anlaşılan. Kendisi terasta oyalanmaktan hoşlanıyordu, Nazenin ise çoğu zaman alt katta, mutfakta olurdu. Bu önü tamamen açık teras ne kadar güzeldi. Yan tarafların kapalı olması sayesinde terastayken onu görebilecek kimse de yoktu. Yine de başka insanların görme ihtimalini düşününce eli örtüsüne gitti, otomatik hareketlerle düzeltti, saçının tellerinden dışarı çıkan var mı diye kontrol etti.

Nazenin’e söylenecek gibi oldu ama tuttu kendini. Söylenmek iyi değildi. İnsanlara güzel sözler etmek gerekirdi. Ne kadar duyarsız ya da kötü niyetli bile olsalar, onlara güzel konuşmalıydınız. Tabii günah işlemeleri durumu haricinde. Nazenin’in mutfakta özenle işini yapmasında ne günah olabilirdi ki? İşini hassasiyetle ve keyifle yapıyor diye bunca yıllık sadık hizmetlisine kötü laf edecek değildi. Kadıncağızın bir günahını bile görmüşlüğü yoktu. Şu günahkar dünyada böyle bir yol arkadaşı bulmuşken üzmek olmazdı.

Sakin ama sağlam adımlarla terastan içeriye yöneldi. Merdivenlere yürürken alışık baş hareketleriyle duvarlardaki levhaları kontrol etti. Hepsi düzgünce yerindeydi. Yarı yolda durdu, terasın kapısını kapatmayı unutmuş muydu? Dönüp kontrol etti, kapatmıştı. Yeniden aşağıya yöneldi.

Merdivenlerden inerken Nazenin’e tekrar seslendi. Bu sefer duydu kadın. Islak ellerini bir beze kurulayarak merdivenlerin alt tarafında belirdi: “Buyur Hanımım?”

İnmeye devam etti Zahide. Kaşları hafif çatılmıştı. Nazenin’in yüzüne dikkatle bakıyordu. Kadının huzursuzlandığını fark edince bir an şaşırdı. Yaramazlık yapmış bir çocuk gibi niye kıvrandı ki bu kadın diye düşündü. Kaşları daha da çatıldı düşünceyle.

“Hanımım, bir şey mi yaptım? Ya da sizi sıkıntıya sokan bir şey mi var? Pek fena baktınız.”

Zahide, kendini zorlayarak gülümsedi. “Yok Nazeninciğim. Ne olacak?” Duraksadı. “Yemeğe ne yapıyorsun onu soracaktım?” Şaşırdı Nazenin. “Karnıyarık yapmıştım ya zaten Hanımım. Size de sormuştum, pirinç pilavı tercih etmiştiniz yanına. Onu yapıyordum.” Bunu söylerken bile buram buram tereyağı kokusunu duyuyordu Nazenin. Hanımı da çok severdi tereyağı kokusunu. Nazenin pilavdan bahsedince hanımı havayı şöyle bir kokladı. Ama yüzünde sevdiği kokuyu almanın gülümsemesi yerine bir tedirginlik vardı.

“Hanımım yemeği konuşmuştuk zaten, siz neredeydiniz? Üst katta bir şeyler yapıyordunuz sanırım. Soracağınız başka bir şey mi vardı acep?”

Bir an düşündü Zahide. Duvarlardaki levhalar geçti gözünün önünden, sonra teras kapısının açık kalmış olma ihtimali. Cam balkon olarak kapanabilen ön cephenin kenara katlanıp biriktirilmiş panellerini düşündü. Ve sonra saksılar geldi aklına. “Saksılar…” diyebildi. Ne işi vardı ki saksılarla, kafasını toparlamak ne kadar zor geliyordu bazı günler.

“Ha, hanımım… Çiçekleri sulama işini mi diyorsunuz. Merak etmeyin, ben bakıyorum onlara. Hepsinin keyfi yerinde, daha sabah bakıp gerekli olanları suladım.”

“Yok canım” dedi Zahide, “akşam namazına camiye gelen bir kaç arkadaş oluyor zaman zaman. Namazı camide kılsam diye düşünmüştüm de… Yemek için sorun olur mu gidip gelsem, soğutmuş olur muyum… Onu düşünüyordum.”

“Yok Hanımım,” dedi Nazenin, “pilav da dinlenmiş olur hem.”

*

Akşam ezanından yarım saat geçtiği hâlde Zahide hâlâ dönmeyince telaşlandı Nazenin. Cep telefonu da taşımazdı ki hanımı. Camide eski bir ahbabıyla karşılaşıp onunla mı takılmıştı acaba? Ama yemeğin hazır olduğunu da biliyordu, pilav dinlenene kadar gelecekti…

Pardösüsünü giyinip örtüsünü kontrol etti, caminin yolunu tuttu. Beş dakika sonra camiye varmış, bir beş dakika daha geçtiğinde de hanımının camide ya da çevresinde olmadığından emin olmuştu. Ne yapmalıydı ki şimdi? Karakola mı gitseydi? Zahide’nin kızı Zeynep’i mi arasaydı? Ne yapacağını kara kara düşünürken, yokuş aşağı gelen bir kadın dikkatini çekti uzaktan. Kendi yokuşları değil, ona benzeyen ama bambaşka bir yere çıkan bir yan yokuştu bu. Gözlerini kısıp tekrar baktı, birkaç adım attı. Kadın da yokuş aşağı biraz telaşlı adımlarla yaklaşıyordu. Sonunda onun Zahide olduğundan emin oldu Nazenin. Ne işi vardı ki o taraflarda?

Biraz ağırca vücudunun elverdiği ölçüde yokuş yukarı homurdana homurdana tırmandı. Zahide’ye yaklaşınca ellerine sarılıverdi. “Ne oldu Hanımım? Ne işin var bu yolda? Aklımı aldın gece gece…”

Soluk soluğa konuştu Zahide: “Bir şey yok a güzelim. Dalgınlık işte, yanlış yokuşa sarmışım. Onu da geç fark ettim. Bakınıyordum sokaklara, bizim tarafa geçiş var mı diye. Sonunda geri camiye döneyim dedim.”

Birbirlerine destek ola ola Üsküdar’ın set üstüne doğru bu sefer doğru yokuştan tırmanmaya başladılar.

Pilav şimdiye dinlenmeyi geçip uykulara yatmıştı muhtemelen.

***

Nazenin, “Yoruldun Hanımım,” diyerek Zahide’nin erkenden odasına çekilmesini sağladı. Yarım saat kadar daha bekledi. Odasının kapısından dinleyip uyuduğundan emin olduktan sonra telefonu kullanmaya cesaret etti.

Hanımı, Zeynep’i aradığını fark etmemeliydi. Kızıyla senelerdir konuşmuyordu. Nazenin’in arada bir konuştuğunu öğrense kim bilir nasıl bir kıyamet koparırdı! Bir ara cep telefonu edinip oradan konuşmayı düşünmüştü ama Zahide ne gerek var diyerek cep telefonu talebini reddetmişti. Televizyon, cep telefonu, internet… Bunlar Zahide Hanım’ın evine giremezdi. Günah kaynağıydı hepsi… Dünyanın kirini evin içine akıtmaya gerek yoktu.

Neyse ki Zeynep, Nazenin’in ancak geç vakitlerde, Zahide uyuduktan sonra arayabildiğini biliyordu. Zahide sabahları sabah namazına uyanır, güneş doğana kadar da Kuran okurdu. Nazenin’in telefonu gizlice kullanabileceği tek vakit, yatsı sonrası bu geç saatlerdi.

Zeynep’e endişelerini anlattı Nazenin. Hanımı bir garip davranmaya başlamıştı. Sık sık bir şeyler unutur olmuştu. Hele bu akşamki camiden evin yolunu karıştırması çok korkutucuydu. Tamamen kaybolsa ne gelirdi başına?

*

Zeynep annesinin öfkesine ve ona duyduğu kırgınlığa rağmen ziyarete gitmeye karar verdi. 65’ini geçmişti kadın ve torunu hatırına bile kızı ve hele damadıyla görüşmüyordu. Birkaç sene öncesine kadar ayda bir de olsa torununu götürürdü ona Zeynep.

O son ziyaret aklına gelince titredi. Gitmese miydi acaba? Gözlerini kapatınca annesinin öfkeyle kararmış yüzü geliyordu gözünün önüne. Ve sözleri… İki yaşındaki torununu dizine oturtmuştu. Zeynep’e ettiği o son söz… Yenilir yutulur değildi doğrusu. Kulaklarında tekrar çınladı: “Bu sabiyi öyle bir günah yuvasında mı büyüteceksin?”

O güzel mutlu evlerine günah yuvası demişti annesi. Kendisi de kocası da oruç tutar, namazlarını mümkün olduğunca eda ederler, birazını da kaza ederlerdi. İkisi de çalışıyordu sonuçta. Kızı başını örtmüyor diye çıldırıyordu annesi. Evlerine geldiği nadir seferlerden birinde buzdolabında rakı şişesi görünce bir daha evlerine adım atmamıştı. İçmiyordu ki kocası… Ama işte bazı önemli müşterileri, bağlantıları eve misafir gelince onlara ikram etmek için rakı bulunduruyordu. Benzer şekilde sigara da…

Evlatlıktan reddetmediğine şükretti. Miras açısından değil tabii; zaten sata sava ne kalmıştı ki mirastan? Para için değil ama annesinden o ölçüde bir reddedilmeyi kaldırabilir miydi, emin değildi. Çocukluğunu hatırladı. Babasını nadiren görebilmişti. Adamcağız evinden kovulduğu hâlde kızıyla bağlantıyı korumaya çalışmıştı ama annesinin hatırlı ahbaplarının yardımıyla sürekli engellenmişti. Yakın zamanlarda, evden ayrıldıktan sonra babasının kendisini bulması sayesinde öğrenmişti olayların onun açısından nasıl olduğunu.

Çocukluğunun o katı, karamsar, yalnız günlerini hatırlayınca içi ürperdi. Ortaokuldaki din hocası sayesinde barışmıştı hayatla. Sapasağlam bünyesi olan annesine oranla ne kadar kırılgan bir adamdı din hocası. Kendisi daha liseye geçemeden kanserden vefat etmişti hocası. Rahmetli, o acılı hastalığına rağmen ne kadar da olumlu bakardı her şeye!

Daha fazla düşünmenin anlamı yoktu. Çocuk odasının kapısına gidip aralık kapıdan baktı. Oğlan uyanmamıştı en azından. Kocasına da “Telefona bakarım ben,” demişti yataktan çıkarken. Sessiz adımlarla yatağa yöneldi. Kocasını uyandırmamaya dikkat ederek örtünün altına girdi. Sırtını yavaş yavaş yaklaştırdı uyuyan kocasına. Adam otomatik bir hareketle kolunu omuzundan atıp sarılınca gözlerini huzurla kapattı. Annesiyle başa çıkmayı yarınki Zeynep düşünebilirdi.

***

Zeynep, arabasını meydana yakın bir otoparkta bıraktı. O yokuşlarda yer aramak, zor bela park etmek hiç de çekilecek iş değildi şimdi. Aslında annesiyle karşılaşmayı geciktirmeye çalışıyordu belki de… İç çekti.

Çocukluğu, gençliği buralarda geçmişti. Caminin yanından set üstüne çıkan yokuşa doğru yönelirken etrafa bakındı. Hangi yola sapmış olabilirdi annesi yanlışlıkla? Yokuş yukarı giden iki yol daha vardı, ama her ikisi de hem açı, hem de binaların yapısı bakımından kendi yollarından önemli ölçüde farklıydı. Ciddi bir sorun olmalı diye düşündü ve omuzları düştü. Sonra bilinçli bir hareketle silkindi, denize doğru baktı. İçini güneşle ve maviyle doldurdu. Evin yokuşunu çıkmaya davrandı. Korkunun ecele faydası yoktu, annesiyle karşılaşacaktı.

Keşke önden Nazenin’e haber vermenin bir yolu olsaydı. Ama telefon etmesi kapıyı çalmasından bile fazla dikkat çekerdi. Annesinin terasta olup duymamasını umarak kapıyı yavaşça tıklattı. Nazenin tetikte bekliyordu anlaşılan, hemen açtı kapıyı. Alt katta mutfaktaki masanın başına geçtiler. Emektar kadın durup durup öpüyordu Zeynep’i, yarı kızı sayılırdı ve çok özlemişti onu. Yine de Zahide’ye aniden yakalanma korkusuyla kendini tuttu ve olup bitenleri bir kez daha aktardı. Çok önemli bir sorun var diyemezdi, ama üst üste biriken işaretler bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyordu sanki.

Zeynep bu kısa bilgilenmenin ardından Nazenin’e “Sen burada kal, beni görünce içeriye aldın diye sana aniden yüklenmesin. Seni görmezse konuşma şansımız artar belki,” dedi. Üst katın merdivenlerini dikkatle çıktı. İki ayrı basamakta gıcırdayan yerler olduğunu hâlâ hatırlıyordu, oralara basmamaya dikkat etmişti. Terasın kapısına kadar olaysız ulaştı. Annesi açık göklere ve denize karşı oturmuştu. Teras yanlardan iyice korunaklı olduğu hâlde, sandalyesini kenardan en az bir metre geriye koymuştu. Ne olur ne olmaz, kimse görmemeliydi onu. Örtüsü sımsıkı yerindeydi. Sadece endamını biraz belli eden çok geniş olmayan bir giysi giymişti. Bu kimsenin göremeyeceği yerde bile, açık falan da olmadığı hâlde, yine de kenardan bu kadar uzak durması Zeynep’in içini daralttı. Göremiyordu ama omuzlarının hareketlerinden tespih çektiğini anlayabiliyordu annesinin.

Yavaş adımlarla yanaşırken kıpırdandı Zahide ve dönüp kızına baktı. Yüzünde bir şaşkınlık vardı önce, sonra kaşları çatıldı. Önüne döndü tekrar. Zeynep şimdi yaklaştığı için tespihin sonlarında olduğunu görebiliyordu annesinin. Uzun bir dua okuyordu herhâlde, taneler yavaş yavaş ilerliyordu. İmameye çok da bir şey kalmamıştı. Senelerdir görmediği kızı tespihin bitmesini beklemeliydi anlaşılan, annesi böylesini uygun görmüştü.

Bitirdi. Ellerini kaldırıp bir şeyler daha mırıldandı. Ellerini yüzüne sürdükten sonra sakin hareketlerle doğruldu. Kızına döndü.

“Ne işin var burada?”

Zeynep, gözlerinin yaşarmaması için dişlerini sıktı bir an. O gecikmede cevap verme fırsatını da kaçırmış oldu.

“Bu evde sürtüklere, ayyaşlara, ayyaş yoldaşı para hırsından kudurmuş aç gözlülere yer olmadığını anlatamadım mı sana?”

Dehşete kapıldı Zeynep, kekeledi, olduğu yerde bir adım geri attı. Tokat yemiş gibiydi, dengesini korumakta zorlandı. Neredeyse düşüyordu. Annesi ne kadar kızmış olursa olsun, asla kötü kelimeler almazdı ağzına. Öyle kelimeler kullanmayı da bir günah gibi görürdü. Hayatı boyunca, günün önemli bir kısmını beraber geçirdikleri dönemlerde bile, asla, herhangi bir kişiye ya da herhangi bir kişi için böylesine çirkin kelimeler kullandığını duymamıştı.

“Dün, kaybolmuşsun… Yani… Doktor…”

“Bu yaşımıza kadar kendi başımızın çaresine baktık Allah’ın izniyle. Ne zaman bir sağlık sorunum olduğunu duydun, gördün? Turp gibiyim elhamdülillah. Bunca yıldan sonra sağlığımı düşünerek gelmişmiş buralara, peh! Eliniz mi daraldı? Kocacığının içki masaları düzdüğü serseriler sizi yolda mı bıraktı?”

Zeynep o kadar kızdı ki, yaşadığı şoku, üzüntüsünü unuttu bir anda.

“Parana kalmadık anne. Zaten senelerdir satıp sava sava ne bıraktın ki geriye?”

Zahide’nin kolu hızla yükseldi. Zeynep tokat mı atacak diye kaldı bir an, yeniden küçük bir kız olmuştu. Ama hatırladığı kadarıyla küçükken bile hiç tokat yememişti ki annesinden. Ne yapıyordu bu kadın?

Terastan içeriyi işaret ediyordu. “Git!” dedi. Parmağıyla içeriyi, merdivenleri, dairenin ve binanın kapılarını, cehennemin dibini işaretliyordu sanki. “Gözüm bir daha görmesin seni!”

Camiden evin yolunu bulamayan kadın bu muydu? Bırak Zahide’yi, Zahide’yi hatırlatan hiçbir şeyi, Nazenin’i bile görmek, duymak istemiyordu artık Zeynep. Üzülüyor muydu? Öfkeli miydi? Hayal kırıklığına mı uğramıştı? Hiçbiri değildi aslında. Gözlerinden boşalmak üzere olan yaşlar da çekilmişti. Uyuşmuştu sadece. Zihni durmuştu.

Üstünü silkeledi. Bir eli saçını otomatik bir hareketle düzeltti. Dönüp hızla merdivenleri indi. Alt katta sadece çantası ve kabanını almak için kısa bir an durakladı. Dehşetle kalakalmış Nazenin’e bakışları bile değmeden çıkıp gitti.

***

6 ay sonra…

Gecenin karanlığı yavaş yavaş açıldı. Sokak lambalarına tek tük ışıklanmış pencereler eklendi. Üsküdar’ın yokuşlarında insanların ve arabaların sayısı artıyordu.

Terasta her şey düzgünce yerleştirilmişti. Bir yanda büyükçe birkaç saksı duruyordu. Otomatik tente neredeyse hep olduğu gibi kapalıydı. Ön cepheyi kapatmak için yapılmış cam balkon ise neredeyse hep olduğu gibi tamamı katlanıp kenara çekilmiş şekilde açıktı.

Nazenin her gece Zahide odasına çekildikten sonra terası temizleyip toparlıyor ama eskiden yaptığı gibi cam balkon levhalarını kapatamıyordu. Bir iki aydır onların sürekli açık kalması konusunda bir saplantı geliştirmişti Zahide. Bazen günde üç beş kere temizlik yapmasının gerekmesi demekti bu. Yine de Zahide Nuh diyor peygamber demiyordu.

Ezanlar okunmaya başladı. Daha başlarında köpeklerin uluması katıldı ezanlara. Sokaklardaki insanların sayısı biraz daha arttı. Ani bir rüzgâr, açık ön cepheden girip tüm terası dolaştı. Yanda katlı duran cam balkon levhalarını bile titretti biraz. Dışarıdan aldığı tozları içeriye soktu, içerideki tozları darmadağın etti.

***

Nazenin yokuştan oflayıp puflayarak çıkarken bir yandan elindeki iki poşete dikkat etmeye çalışıyordu. Biraz dengesiz bir adım atınca poşetlerden birindeki kağıtlara sarılı şişeler birbirine dokundu. Düşürüp kırarım diye korkuyordu ama canına da tak etmişti. Yakınlardan nasıl alırdı ki bunları? Mecburen tanıdık kimseyle karşılaşmayacağı kadar uzaktaki bir marketten alıyordu.

Bu yaşta içki alışverişi de yapması gerekiyordu artık. Ağzına bir kere bile koymadığı içkinin alışverişini… Gözleri yaşardı. Hanımı için katlandığı bu zahmet ona o kadar koymuyordu da, hanımının düştüğü durumun ızdırabı derindi.

Yazı serisinin devamını okumak için: Alzheimer: Bölüm 2