Anlam Boşluğu

Anlam çok önemli bir kavram, çok önemli bir sorun. Biz psikiyatrlar bu konuyla çok yakından ilgili olması gereken insanlarız. Çünkü, anlam boşluğu ile ilgili sorunlar doğrudan bizim ofislerimize yansıyor. Yani bir genç kız düşünün. Hayatını anlamlandıramadığı için, hayatına bir yön, bir gaye tayin edemediği için sürekli bileklerini kesiyor, bileklerini jiletliyor. Bir genç insan düşünün. Hayatına yine bir yön bir anlam duygusu katamadığı için bu anlamı çeşitli ilaçlarda arıyor, çeşitli maddelerde arıyor ve beynini adeta uyuşturarak hayatına bir yön, bir anlam duygusu katmaya çalışıyor.

Şimdi özellikle Türkiye’de iki binli yılların gençliğine baktığım zaman – şu anda ben gençlerle çok yakından ilgili bir kliniğin direktörlüğünü yürütüyorum- çok ciddi bir anlam boşluğundan muzdarip olduklarını görüyorum. Bu insanlar bir dönem ağabeylerinin ablalarının uğruna yola düştükleri ülkülerden, ideallerden çok uzak görünüyorlar. Buna kimileri apolitikleşme diyor, fakat bence bütün dünyada insanlık, hayatın giderek maddileştiği bir dönemden geçiyor. İnsanlığın ortak değerleri, ortak idealleri günbegün kaybediliyor ve hayat maddileşiyor. Marx’ın bir aforizması vardır, çok bilinen bir aforizması: “Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey profanlaşıyor”diyor. Hakikaten kutsal olan şeylerin de profanlaştığı ve hayatın özünü kaybettiği bir zaman dilimine doğru yol alıyoruz. Buna Batıda kimi yazarlar: “Yakın ilişkilerin ölümü, mahremiyetin ölümü” diyorlar. Artık insanlar günbegün daha az vakit ayırıyorlar birbirlerini dinlemeye, paraya tahvil edilemeyen şeyler giderek daha değersiz addedilmeye başlıyor. Mesela, anne-babalık. Bugün Batı dünyasına baktığınız zaman paraya tahvil edilebilir bir şey olmadığı için hükmünü, değerini giderek kaybediyor. İyi dost olma, iyi ahbap olma, yaren olma, “kalpten kalbe bir yol vardır bilinmez” diyor ya Neşet Ertaş türküsünde, işte o kalpten kalbe giden yol günümüzde günbegün kaybediliyor. Neden? Çünkü, iyi bir dinleyici olmanın çoğu zaman size getirisi yok; zaman kaybı, bir bakış açısından bakarsanız.

Dünyanın giderek değerlerini yitirdiği ve hayatın maddileştiği bir zaman diliminde anlam üzerine konuşmak gerçekten her zamankinden daha fazla anlamlı.

Anlam biz psikiyatrları çok ilgilendiriyor dedik, çünkü hayatımızı şekillendiren, ona bir biçim, bir renk, bir tat veren şey anlam duygusunun ta kendisini. 1940’lı yıllarda ömrünün bir kısmını Nazilerin toplama kamplarında geçirmiş Viyana doğumlu ünlü bir psikiyatr vardır- beş altı yıl önce vefat etti.-: Viktor Frankl adında. O, logoterapi isminde bir psikiyatri ekolü kurmuştur. Temel meselesi, hayatın anlamdan muaf olamayacağı meselesidir ve insanların bugün yaşadığı sıkıntıların temelinde bu anlam boşluğunun yattığını söyler Frankl. Çok acı bir tecrübe yaşamıştır bu kişi bu toplama kamplarında Auschwizt’te. Eşini, anne-babasını kaybetmiştir, onlar fırınlarda yakılmışlardır. Orada psikiyatri, psikoloji, psikanaliz bilgisinin verdiği bilgiyle insanları gözlemiştir ve -bütün kitaplarının özetini birkaç cümleye sığdırmak gerekirse- şunu söyler: “Bu kamplarda hayata anlam ile tutunan insanlar ayakta kaldı ama direnmeyi ve ümit etmeyi bırakanlar, kendilerini o totaliter aygıtın pençesinde aciz, zavallı varlıklar olarak gören kişilerin çoğu öldü, direnmedi, hayatını kaybetti.” Bir insan sizi tutup zorla idama götürürse elbette ona anlam duygusuyla direnme şansınız yok ama hayatta kalma şanslarına sahip olduğu halde kim hayatta kaldı kim hayatta kalamadı sorusuna; Frankl, bu cevabı veriyor. “Tünelin sonunda her zaman bir ışık gören, hayata ümitle ve anlam duygusuyla bağlanan insanlar buralarda hayatta kaldı” diyor.

Hayatımıza anlam duygusu bir yön verir dedim. Anlam duygusunun psikolojik olarak bizde dört temel ihtiyacı sağladığını söyleyebiliriz. Bunlar: Anlam duygusu sayesinde hayatımızda bir gayeye sahibi oluruz, hayatımıza gaye belirleriz. Bir başkası, değerler sahibi oluruz, anlam duygusu bize değerlere sahip çıkmayı telkin eder. Kendi öz değerimizi yine bir anlam duygusundan devşiririz. Bir de hayattaki etkinliğimizi, verimliliğimizi, hayatta bir şeyleri kontrol altında tutup değiştirebileceğimiz duygusunu, yine biz anlam duygusu ile sağlarız. Eğer anlam duygusundan yoksun, yani bir anlam boşluğu içindeysek bunu da tuhaf yöntemlerle doldurmaya çalışabiliriz. Kimse aslında anlam boşluğu içinde olmak istemez ama hayatını anlamlandırmakta güçlük çeken insanların çoğu zaman yanlış anlam sağlayıcılara yöneldiğini de görebilirsiniz. Bunlar arasında günümüz dünyasında çok yaygın olan kimyevi maddelere bağımlılık; ekstaziydi, esrardı, eroindi, bu tür maddelere bağımlılık kesbederek, kişinin bilincini bulandırması ve böylece kendisi için evreni daha anlamlı kılmaya çalışması, yahut daha fanatik ve sekter ideolojilere tutanarak hayatı kendince daha anlamlı kılmaya çalışması örnek olarak verilebilir. Dünyada bir şeyin daha biz psikiyatrları, psikologların, ruh sağlığı çalışanlarının ilgisini çekmesi gerekir, ilginç bir değişime tanıklık ediyoruz: Anlam duygusunu sağlayan klasik, tradisyonel, geleneksel bir takım değer üsleri giderek çözünüyor, kayboluyor. Nedir bunlar? Mesela bir dönem din insanlar için anlam sağlayıcı bir değerdi. İnsanlar hayatlarının anlamını Tanrının sözlerine bakarak yahut daha önceki dini toplulukların yapıp ettiklerine bakarak yordayabiliyorlardı. Din anlam sağlayıcı değerini günümüzde giderek kaybediyor. Bunu iyidir ya da kötüdür anlamında söylemiyorum, bir sosyolojik vakıaya işaret etmek istiyorum. Tradisyon, gelenek yine anlam sağlayıcı değerini giderek kaybediyor. Tradisyon dediğimiz zaman, geçmiş nesillerin olayları yapıp etme biçimine verdiğimiz ad bu. Yani bizden önceki nesiller olaylar karşısında nasıl tepki veriyorlardı? Biz nasıl tepki veriyoruz? Acaba bizim verdiğimiz tepkiler bizden önceki nesillerin sürekliliğini taşıyor mu içinde, yani biz dünyayı atalarımız ve dedelerimiz gibi mi yorumluyoruz yoksa çok farklı biçimlerde mi yorumluyoruz? Bu da yine önemli bir şey. Aile, yine günümüzde giderek çözünen bir değer. Batıda tek ebeveynli ailelerin sayısında çok ciddi bir tırmanma var. Yani çocuk ve anne ya da çocuk ve baba şeklinde, giderek daha fazla aile ile karşılaşıyoruz. Boşanmaların oranında çok büyük bir artış var yine. Çünkü insanların hayattan beklenti düzeyleri çok daha fazla ve kimse bir başkası için de fedakarlık yapmaya kendini çok hazır hissetmiyor. Diğerkamlığın, altruizmin, fedakarlığın da giderek kaybolduğu bir dünya içerisinde yaşıyoruz aslında. Dolayısıyla geleneksel anlam sağlayıcılar bir çözülmeye uğradığında, bir kayboluşa doğru gittiğinde ne oluyor? Nasıl dolduracağız bu boşluğu? İşte bütün dünyada gözlenen bir şey var; ben bunu Türkiye’de biraz gecikmeli de olsa gözlüyorum, görüyorum, sizler de Türkiye’deki gazete yazarlarına bir bakarsanız ben vurgusuyla yazan insanların sayısında giderek çoğalma olduğunu göreceksiniz. Yani akşam yediği pırasadan bahseden, yeni tanıştığı erkek arkadaşından bahseden, kendi hayatının bir sürü önemli-önemsiz detayını büyük bir hikmet kırıntısı olarak okurlarıyla paylaşan çok sayıda gazete yazarı türedi Türkiye’de. Yani fikirler yok, yapılıp-edilmiş önemsiz, gündelik işler var. Bir “ben kültürü”nün yükselişine tanıklık ediyoruz. Gençlerle konuştuğumu zaman çok ilginç şeyler yakalıyorum onların sözlerinde: “Ben” diyor, “Ben şöyle yapıyorum, Ben böyle yapıyorum”diyor, başka insanları anlamaya ya da dinlemeye çok az yer ayırdığını görüyorum gençlerin bir kısmının. Genellikle hayatı kendilerinden ve kendi deneyimlerinden başlatıyorlar. Bir önceki neslin deneyimlerini taşıyamıyorlar, öğrenmemişler, çok fazla kitap da okumuyorlar, dolayısıyla hayatı sadece kendi deneyimlerinden ibaret olaylar yumağı olarak görüyorlar ve kendilerini de o yumağın merkezine yerleştiriyorlar. Yıllar önce bir televizyon programında deprem sonrası konuşulurken şöyle bir şey seyretmiştim: “Siz ne hissettiniz ülkemiz için, toplumumuz için?” diye bir soru sorulmuştu bir gence. Mikrofonu alır almaz “Ben çok korktum, benim kardeşim de çok korktu.”dedi. Ben şöyle haber aldım olayı, akabinde şöyle yaptım diye devam etti. Yani toplum için hissettikleri, ülke için hissettikleri sorulan genç, birden kendi yaşantısına döndü ve kendisini anlatmaya başladı. Burada işte anlam kaynağı olarak insanlığın giderek kendisine, kendi benliğine döndüğünü görüyoruz. Genelde Batı toplumu, biraz gecikmeli olarak da Türkiye toplumu anlam kaynağı olarak kendi bireysel benliklerine yönelmiş insanlarla dolmaya başladı. Yani “Ben yapıyorsam doğrudur, ahlakın kaynağı benim, bir başkasına ihtiyaç duymuyorum, bir başka moral felsefeye, ahlakî kılavuzluğa ihtiyacım yok, bir yol gösterici olarak dine ihtiyacım yok, bir ideolojinin kılavuzluğuna ihtiyacım yok, insanlığın kadim eski değerlerine ihtiyacım yok, ben kendim davranışlarımın yegane meşrulaştırıcısıyım, benim için iyiyse; ben iyi olduğunu düşünüyorsam iyidir.” İşte geleneksel kurumların çözülmesiyle ortaya çıkan o boşluk, günümüzde benliğin yükselişiyle, ön plana çıkmasıyla doldurulmaya çalışılıyor. Neden benliklerimize ihtiyaç duyuyoruz bu konuda? Çünkü bir meşrulaştırıcı gerekiyor bize, bir seçim yaptığımızda, seçimlerimiz çoğu zaman ahlaki seçimler de olabiliyor. Seçim yapmak dünyanın en zor işlerinden biridir. Evet demek bir başka şeye hayır demektir. Dolayısıyla seçimlerimizin moral, ahlakî bir arka planı olması gerekiyor. “Benim için doğru olan seçim doğrudur.” diyebiliyorsam, benliği bir anlam kaynağı olarak görüyorsam o zaman çok rahatlıkla bazı seçimleri yapabiliyorum. Bu çok tehlikeli bir gidiş, bu bireyciliğin artık zirve noktalarına varması. Bireycilik bir yönüyle fena bir şey değil, insanın kendi arzusunu, hayallerini, iradesini harekete geçirmesi kötü bir şey değil, geçmişin kurumları da bütünüyle masum kurumlar değildi. Tradisyonlar, geleneklere dayalı bazı kurumsal öğeler, millet gibi, aile gibi, din gibi vasıtalar da yer yer insanlar üzerinde çok baskıcı olabiliyordu. Geçmişin insanları belli bir rolün içine doğuyorlardı. O rolün dışına çıkmak, o rolü zorlamak çoğu zaman mümkün olmayabiliyordu. Özellikle ortaçağ Avrupa’sını düşünürseniz veyahut da çok yakın zamanlara, aydınlanmaya kadar batı dünyasını düşünürseniz. Oralara kadar roller çok sabit. Aydınlanma insanların özgürleşmesini sağladı mı yoksa başka şeylere mi köle kıldı sorusu ayrı bir konu, o konuda da konuşmak isterim. Ama insanlar her zaman geçmişle birlikte çok mutlu olmadılar ama yenilik de her şeyi berhava etti, her şeyi tuzla buz etti, onun yerine çok sağlam değerler koyamadı. İşte bu değer ve anlam boşluğunda insanlar da kendi benliklerini bir ada ilan ettiler, oraya bayraklarını çektiler ve kendi istedikleri kurallar doğrultusunda yaşamaya başladılar. Napolyon’un çok bilinen bir sözü vardır: “Asaletim benimle başlar.” Aristokratlara cevaben “Sizler babadan dededen asil olabilirsiniz ama ben sizden daha asilim çünkü, ben kendi asaletimi başlatıyorum ve benden sonrakiler, benim soyumdan gelenler hep asil olacak.”der. İşte aynı bunun gibi kendi benliklerimizin asaletini adeta ilan ettik.

Anlam duygusunu birkaç şeyden devşiriyoruz genel olarak baktığımız zaman. Anlam duygusuna bir süreklilik kazandırmak çok önemli, bir de anlam duygusunu sağlayan şeylerden bir tanesi de bağlantılılık. Yani ben hayatımın değişik edimleri değişik eylemleri arasında bağlantı kurabiliyor muyum?. Hayatımın bir safhasında yaşadığım şey bir başka safhasında yaşadığım şey ile anlamlı ilişki kurabiliyor mu? Bütün bunlara baktığım zaman anlatılır ortak bir hikaye çıkarabiliyor muyum ben? Bu önemli bir soru. Bir başkası, hayatımda bugünün anlamına yarın sahip çıkabiliyor muyum? Yani kalıcılık, süreklilik, istikrar var mı? Yoksa çok yanar-döner bir şekilde bugün “a” dediğime yarın “b” diyor, bugün “a” için savaşıp yarın “b” için mi savaşıyorum? Benim benliğimin cilvelerinin, iniş-çıkışlarının bir gölgesi mi oluyor anlam arayışım? Bunlar önemli şeyler, çünkü kararlılık ve bağlantılılık anlam duygusunun da vazgeçilmez bir parçası. Hepimiz geriye dönüp baktığımız zaman anlamlı ve tutarlı bir hayat hikayesi bırakmış olmayı dileriz. Varoluşçuların bir sözü vardır, derler ki: “İçimizde yaşanmadan bekleyen bir hayatın suçunu duyarız.” Buna biz çok rastlıyoruz. Elli yaşında bir kadın geliyor; elli yaşına kadar bütün çocuklarına bakmış, onlara saçını süpürge etmiş, çocuklarına ve kocasına her şeyini vermiş, pat diye depresyona giriyor elli yaşında. Ne oluyor dersiniz, neden depresyona giriyor? Çünkü son çocuklar da evden gidiyor. Bunlar için mi uğraştım diye bir soru soruyor kendisine, yapayalnız kaldım diyor, uğruna uğraştığım her şey uçup gitti. Muhakkak ki, uçup gitmedi ama böyle hissediyor ve birden açıklayamadığı bir depresyonun pençesine düşerek geliyor sizin karşınıza. Anlam boşluğu dediğimiz şey özellikle bu yaş dönümlerinde çok sık karşımıza çıkıyor, bir de travmatik olayların sonrasında karşımıza çok sık çıkıyor. Travma dediğimiz şey, örselenme, yani ruhumuza yediğimiz yumruk bizi çok fazla sersemletiyor, hiç beklemediğimiz anda gelen bir yumruk. Travma hayatı bilme biçimimizi kökten değiştirebiliyor. Mesela dünyanın çok emniyetli bir yer olduğuna inanırken, birisi bize çok büyük bir kötülük yapıyor ve bütün hayat algımızı değiştirebiliyor. Travma dediğimiz zaman, insanın tahammülünü aşan, katlanma duygusunu aşan, örseleyici hayat olaylarını kast ediyoruz. Veya bir yaş dönümü oluyor. Erkeklerde andropoz diyorlar. Bu tür yaş dönüşümlerinde veya çok ciddi rol değişimlerinde insanlar hayatı anlamlandırmaktan geri kalabiliyorlar. Mesela hayatı boyunca çok katı bir biçimde birliğini idare etmiş bir general emekli olduğu zaman boşluğa düşüyor. Depresyon konusundaki çalışmalar bize şunu gösteriyor; emekli olup da yeni iş bulmamış, hayata tutunmamış insanlarda kalp krizi ve ölüm riski çok daha fazla, ama bir hobi bularak bir uğraşı bularak hayata anlam katarak devam eden insanlar çok daha verimli ve uzun yaşayabiliyorlar. Burada başka bir konuya daha geliyoruz. Batı dünyasına baktığınız zaman yaşlanmaya ve ölüme karşı çok ciddi bir tavır alış var. Adeta başını çeviriyor Batı dünyası, görmek istemiyor, ölümün ve yaşlılığın müstehcen bir şey olarak algılandığını görüyoruz. Bizim uygarlığımız o bakımdan biraz daha üstün. Ben daha olgun buluyorum bütün Doğu uygarlıklarını ve bu arada kendi uygarlığımızı da. Biz ölümle daha barışık bir medeniyetiz. Ölülerimizle beraber yaşayabilen insanlarız biz, ölülerini şehrin ortasına gömen insanlarız, Karacaahmet’e bakın şehrin tam göbeğindedir, şehirden kovulmamıştır ölüler. Ölüm duygusu ile haşır-neşir olmak aslında hayatı da anlamlandıran bir şeydir. “Nasıl yaşadığımız, nasıl öleceğimizi aydınlatır.”diyor Octavio Paz, nasıl öldüğümüz de, nasıl yaşadığımızı da aydınlatır. Ölümün müstehcen bir şey olarak algılanması yaşlılığın ve yaşlılığın alametlerinin Batı dünyasında neredeyse küçümsenmesine ve toplumdan kovulmasına yol açıyor. Bakıyorsunuz o insanların çoğu huzurevlerine, dinlenme evlerine terk ediliyor. Halbuki yaşlılık sadece ölüme yaklaşma değil, hayatın bir sürü değerli bilgisinin biriktirildiği ve insanlara süzülerek aktarılabildiği bir dönem. O yüzden yaşlılarına hürmet eden toplumlar, bence biraz daha uygar toplumlar. Ölüm, hayatı aydınlatan, hayatı anlamlandıran şeylerden birisi. Başka bir varlık yok ki, yeryüzünde sonluluğun farkında olsun. Sonluluğunun, geçiciliğinin farkında olan tek varlık insan. Yani ölüm yönelimli tek varlık insan Heidegger’in ifadesi ile. “Herkes tek başına ölür.”diyor filozof, başkasıyla ölemeyiz. Ölümü düşünmek yine hayatı anlamlandıran bir şey. Buna “varoluşun sahiciliğini kavramak” diyor varoluşçu yazarlar.

Bir başka şey mutluluk arayışı. Freud, -bizim mesleğimizin piri fakat pek çok görüşü de tartışmalı- hayatın anlamı nedir sorusuna cevap aramanın çok abes bir şey olduğunu düşünüyor. Hayatın anlamı nedir sorusuna Freud: “Ancak din cevap verebilir, fakat dinin verdiği cevabın doğru olup olmadığını nereden bileceğiz”diyor. Hatta bir mektubu var, o mektubunda çok sert bir ibaresi var, şöyle: “Hayatın anlamını arayan kişi hastadır.”diyor Marie Bonapart’a yazdığı bir mektupta. Bir başka yerde de şöyle söylüyor: “Hayatın anlamını aramak beyhude bir şeydir. Dinler buna bir sürü cevap verirler. Bu bilimin alanında değildir ama hayatın anlamı basitçe mutluluktur. Mutlu olan insan hayatın anlamını bulmuştur.” Acaba böyle mi? Bir işkenceci mutlu olamaz mı? Yaptığı işten keyif duyamaz mı? Kanlı bir diktatör mutlu olamaz mı? Gayet mutlu olabilir, yaptığı işi de çok anlamlı bulabilir. Bu kişilerin hayatın anlamını bulduğunu söyleyebilir miyiz, iddia edebilir miyiz? Hayatın anlamı sadece mutluluk duygusu ile izah edilebilecek bir şey midir? Sonra mutluluk nedir? Mutluluk sürekli bir hal olabilir mi? Hayatta pek çok şeyi ikili karşıtlıklar olarak yaşıyoruz. Yani mutluluk, mutsuzluk varsa anlamlıdır. Sağlık hastalık varsa anlamlıdır. Eğer o öbürü olmasaydı diğerinin tek başına anlamı olmayacaktı. İşte bir ütopya vardır biliyorsunuz, “Cesur Yeni Dünya” diye, Aldous Huxley’in ünlü bir eseridir bu; insanların her türlü acıdan yalıtıldığı bir dünya. Böyle bir toplumda insanlar mutlu olabilir mi sizce? Acının tanınmadığı bir zamanda insanlar mutlu olabilir mi? Evet her şey karşıtıyla kaim. Karşıtı olmazsa bazı duyguları o kadar yoğun olarak yaşayamıyoruz. Freud diyor ki: “Hayatın anlamı nedir gibi sorular, bu dünyada yaşadığımız emniyetsizlik hissi ile alakalıdır.” Yani bu dünyada biz kendini tekin hissetmeyen, emniyette hissetmeyen varlıklarız. Dolayısıyla tanrı inancı da böyle bir şeydir. Biz içimizde yaşadığımız bu emniyetsizlik duygusunu dışarıdaki büyük bir baba imgesine yansıtırız. Bu da tanrıdır. Dolayısıyla bu emniyetsizlik duygusunu ruhumuzda huzura erdiririz. Bu bir görüş ama bu görüşe Mevlana bambaşka bir cevap verebilir. Mevlana diyor ki, Ney’in hikayesini anlattığı Mesnevi’nin giriş bölümünde: “Beni kamışlıktan kopardıklarından beri ağlıyorum, aslımdan ayrı düştüğüm için ağlıyorum.” Orada Ney ile kast edilen şey insandır, hatta Ney’in son tahlilde simgelediği şey olgun insandır. Bir başkası da şunu söyleyebilir buna karşılık: “İnsan tanrı katından sürgün edilmiştir, ancak onunla buluştuğu zaman olgun bir varlık olabilecektir yeniden. Bu sürgün bittiği zaman kendi varoluşundaki eksik taraflarıyla buluşabilecektir.”

Burada şunu söylemek istiyorum. Hakikat dediğimiz şey biraz izafîdir. Nereden baktığınız, nereden gördüğünüz, hangi pencereyi kullandığınız çok önemlidir. Freud’un söylediği şey ile Mevlana’nın söylediği şey birbirinden farklıdır fakat hakikatin farklı cepheleridir. Bazı insanlar hakikaten kendi güvensizlik hislerinin bir neticesi olarak tanrı inancı geliştirebilirler de. Böyle bir şey olabilir ama bazı insanlar daha olgun bir tarzda bir inanış da geliştirebilirler. Yani kişiler için çok farklı anlamlar bulmak mümkündür hayata baktığınız zaman. Herkes kendi kabı ölçüsünde okyanustan su alır, yine Mevlana’nın bir benzetmesini kullanırsak. Yani siz ne kadar derinseniz, ne kadar genişseniz okyanusa kasenizi daldırdığınız zaman o kadar su alırsınız.

“Anlam duygusu hayatta yapıp-ettiklerimizle alakalıdır” dedim. Sevmekle, üretmekle alakalıdır. Freud böyle diyor, Frankl şunu ekliyor : “Kadere rıza göstermek.” Burada ilginç bir noktaya geliyoruz. Değiştiremeyeceğin şeyi değiştirmek için aşırı efor sarf etmemek, ondan öğrenmeye, yaşantıdan da öğrenmeye çalışmak. Hani dedim ya: “Zaman zaman ruhumuza yumruk yeriz.” Ruhumuza yediğimiz yumruklardan bir şeyler öğrenmek, anlam duygusunun sağlayıcılarından bir tanesidir. Bu pasif bir alıcı olmak değildir, bu değiştirebileceğin şeyler için uğraşmak, değiştiremeyeceğin şeyler için de gereksiz tasa yapmamak demektir. Yani insanın kendi varoluşunu da sevmesi demektir.

Evet, anlam duygusunu birkaç düzeyde devşirebiliriz dedim. Afrikalıların meşhur bir hikayesi var. Afrikalılar iki türlü açlıktan bahsederlermiş: Bunlardan bir tanesi maddi olana açlık; suya, yiyeceğe açlık. Bir tanesi de niçin sorusuna duyulan açlık. Kadim Afrika kültürlerine, eski kültürlere baktığınız zaman insanı büyüleyen şeylerle karşılaşıyorsunuz. Bu çok güzel bir hikaye gibi görünüyor bana. Niçin sorusuna duyduğumuz açlık bugün her zamankinden daha fazla. İçinizde modern bilimle uğraşan kişiler var. Bilimin çok çeşitli versiyonlarıyla karşılaşıyoruz. İlerlemeci görüş diyor ki bize: “ Bilim ileri gidecek, insanlığın bütün dertlerine çare bulacak, bilim öyle bir hale gelecek ki, insanın mutsuzluğunu iyileştirecek. Geçmişin birikimleri hep üst üste ekleniyor, bilim sonunda bize doğru yolu mutlaka gösterecek.” Öte yandan bilimin ta kendisinden kaynaklanan dertlerle de karşılaşıyoruz. Bilim atom bombasını üretiyor, Iraklı zavallı çocukların başına yağan bombalar üretiyor. Oktay Sinanoğlu bir televizyon konuşmasında ilginç bir şey söyledi- pek çok görüşü bence tartışılabilir fakat kendi tecrübesini aktarmıştı-“Bizim önümüze Amerika’da bir kimya problemi atıyorlardı. Büyük ödül koyuyorlardı, biz altı ay uğraşıyorduk formülü çözmek için, çözüyorduk, sevine sevine gidiyorduk, sonra anlıyorduk ki, o işte uzaya gönderilecek bir füzenin ya da başka yere gönderilecek bir füzenin yakıtını biraz daha ekonomik kullanmanın formülüymüş.” Yani bilim bazen çok vicdansız şeylere de alet edilebilir. Bilim sonuçta bizim etkinliğimiz, bizim zihinlerimizden çıkan bir şey, yani insanın her türlü zaafı, zayıflığı bilime yansıyabilir. O yüzden bilimi mutlaklaştırabilir miyiz? Bilmiyorum. Her şeyin tartışılabildiği, kinikliğin, şüpheciliğin neredeyse baskın iklim olduğu bir zaman diliminde tek başına bir bilimperest olmak bizim yaralarımıza, insanın yaralarına çare bulabilir mi? Anlam problemimizi giderebilir mi? Bana sorarsanız gideremez. Anlam problemimizi çözecek olan şey, yine insanın insana duyduğu ihtiyaçtır. Martin Buber diye bir Yahudi ilahiyatçı var. Çok değerli bir adam yıllar önce yaşamış, ölmüş. Çok güzel bir cümlesi vardır onun, der ki: “Ben, ben olmak için bize ihtiyaç duyar.” Yani benim karşımda bir başkası olmazsa ben, ben olmam. İnsan insana ihtiyaç duyar. Kitab-ı Mukaddes’in ilk sözünü değiştirir bazıları, derler ki: “Önce ilişki vardı.” Her şey bir ilişkidir. Bebeğin anneyle kurduğu şey bir ilişkidir. Hepimiz bu dünyada teyit edilmeyi bekleyen varlıklarız, onaylanmak istiyoruz, bir başkası sesimizi duysun istiyoruz. Bir başkası sesimizi duymazsa bu dünyadaki varlığımız anlam kazanmıyor. Eğer bir başkası beni duymazsa ne olacak, ben burada kendi kendime konuşup gideceğim. Benim anlamlı bir hayat yaşadığımı kim anlatacak bana? Eğer etrafımda benim anlamlı bir hayat sürdüğümü bana yankılayan insanlar yoksa, bana ayna tutan insanlar yoksa, giderek daha fazla kendimden bahsetmeye başlarım. Dün ofisimde bir hanımefendi ile görüşüyorum, diyor ki bana: “İnanamıyorum son günlerde hep kendimden bahsediyorum diğer insanlarla bir araya geldiğimde. Hep kendimden bahsediyorum, kendime dönüp bakıyorum şaşırıyorum. Niye bu kadar çok kendimden bahsediyorum diye?” Bu çok açık, bir şeyin yokluğunu hissettiğinizde ondan çok bahsedersiniz. Bu kişi etrafında kendi varlığını teyit eden kişiler bulamadığı için onlara ısrarla kendini tanıtmak, gündeme getirme ihtiyacı duyuyor. Hepimiz teyit edilme ihtiyacı duyuyoruz hayatta ve anlam duygusunun bir kısmını buradan devşiriyoruz.

Anlam, hayatımızı yönlendiren, hayatımıza istikamet veren şeylerden bir tanesi ama anlam sadece bizim kendi benliklerimizden neşet ettiği zaman çok yanar-söner bir şey olamaya da mahkum. İnsanlar kendi anlamlarını, kendi hayatlarını ve kendi benliklerini aşan yerlere yerleştirdikleri zaman o anlam çok daha kalıcı oluyor. Benim hayatıma biçtiğim anlam benim hayat sınırlarımla kaim değilse, ben öldükten sonra da o anlam duygusu kalabilecekse veya bir başkası bayrak yarışı gibi o anlamı alıp bir başka yere taşıyabilecekse, o anlam duygusu çok daha güçlü olur. O yüzden insanlar anlam duygusuna çok ihtiyaç duydukları zaman nerelere yöneliyorlar? Dinlere yöneliyorlar, ideolojilere yönleniyorlar, fikir akımlarına yöneliyorlar. Yani benimle doğup, benimle biten bir şey bana yetmiyor daha yüce bir şey olması lazım. Benim benliğimi aşan bir şey olursa o çok daha sağlam, çok daha kalıcı, çok daha huzur verici bir şey oluyor. Bazen hayatımıza biçtiğimiz anlam, başka insanların hayatlarına öyle bir kahredici bir gölge olarak ta yansıyabilir. Biz kendimizi evrenin kurtarıcısı olarak sayabiliriz, böyle bir anlam biçebiliriz kendimize fakat karşımızdaki insan kurtarılmak istemiyordur bizim tarafımızdan, onu zorlayacak mıyız yani kendi hayatımıza biçtiğimiz anlam yüzünden? Anlam duygusunun ahlaklılıkla beraber olması lazım. Şimdi bizim hayatımıza biçtiğimiz anlam ne olursa olsun onun evrensel ahlak ölçülerine vurulduğunda bir değer ifade etmesi lazım. Az önce söyledim, bir işkenceci de çok anlamlı bir hayat sürdüğünü düşünüyor olabilir, çok yüce bir ideale hizmet ettiğini düşünüyor olabilir. Bakıyorsunuz, bu ülkenin geçmişine de baktığınız zaman bir sürü karanlık işlere bulaşmış insanlar da görüyoruz değil mi? Onlara sorduğunuzda “Vatan için yaptık.”diyorlar. Yani herkes çok yüce bir davaya hizmet ettiğini iddia ederek kendi süfli, basit arzularını rasyonalize edebilir. İnsan çok kolay kendi kendini kandırabilen ve yalan söyleyebilen bir varlık. Demek ki ahlak bir ölçü. Ahlaklılık olursa anlam duygusu insana rehberlik edebilecek bir ışık oluyor. Ahlaklılık olmazsa o anlam bizi daha iyi yerlere götürmüyor. Anlam duygusundan kasıt insani olarak kendimizi geliştirebileceğimiz, bizi daha iyi yerlere taşıyacak bir ışık, bir meşale, bir yön duygusu. Hayatımızı niçin yaşadığımız sorusunun cevabı. Bu soru çok önemli bir soru ve bu soru sadece dinin, sadece bilimin ve sadece ahlakın alanına bırakılmaması gereken bir soru. Herkesin en yakıcı sorusu bu, en derininde hissetmesi gereken soru. Hayatımıza bir anlam duygusu katabildiğimiz zaman, hayatımızı daha sakin daha huzurlu, eskilerin deyimiyle mutmain olarak yaşamış oluyoruz. Hayatına anlam duygusunu katan herkes mutlu olmayabilir. Anlam duygusu olmayan insanların mutsuz olacağını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. İstiklâl Harbi’ni düşünün, bir sürü insan ne kadar ıstırap çekti değil mi? ülkemiz için bir çaba verdi dedelerimiz, atalarımız. Çanakkale Savaşı’nda 250-300 bin şehit verdik. Mutlu muydu sizce oradaki insanlar? Mutlu olduklarını sanmıyorum, siperlerde uyudular ama huzurluydular ve hayatlarına anlam duygusu katan bir şeyler vardı. Yani oradaki müzeyi gezdiğinizde, bir Türk askerinin mektubu vardır ve insanı ağlatır gerçekten. O anlam duygusunun orada nasıl tüttüğünü, nasıl oradan buram buram hissedildiğini görüyorsunuz. Burada biz bir amaç için bulunuyoruz anneciğim diyor. Hayatımızda bir anlam duygusu olduğu zaman, yediğimiz darbeler geriye dönüp baktığımızda bizi zenginleştiren tecrübeler oluyor. Hani Nietzsche’nin o ünlü sözü var ya: “Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir.” O zaman aldığım darbeler benim daha mukavemetli bir insan olmamı sağlıyor. Hayata karşı daha hoşgörülü, daha bilgece bakabilmemi sağlıyor. Değişik alternatifleri hesaba katabilmemi sağlıyor. Hayat, Sting diye bir şarkıcı var, -süremi de aşmayayım, sorulara vakit bırakayım, ben burada Marx’tan bahsettim, Mevlana’dan bahsettim şimdi de Sting’den bahsediyorum- şöyle diyor: Şöyle bir şeye kuvvetle inanıyorum. İnsanlığın ortak malı olan bir bilgelik var, bir hikmet var. Kimileri buna geçmişe dönüp bakıyorlar mesela Aldous Huxley, “Perennial Philosophy/ Kalıcı Felsefe” diyor. Onun mesela Türkçeye de çevrilmiş olan “Kalıcı Felsefe” kitabı çok ilginç bir kitaptır, Batı dünyasında çok satmıştır ama Türkçe’de bin tane ya basıldı ya basılmadı, pek kimsenin dikkatini çekmedi herhalde, pek bilinmeyen bir yayınevinden çıktı. Orada Mevlana’dan alıntı yapar, Lao Tzu’dan alıntı yapar. Üç-beş tane dünyanın en uzak yerlerindeki adamlardan alıntı yapar, bir bakarsınız ki, hepsi aynı şeyi söylemiş. Değişik, yani insanlığın en eski çağlardan beri gelen, kadim çağlardan beri süzülüp gelen bir bilgeliği var ve bu bazen bir pop şarkıcısının sözlerinde karşınıza çıkar, bazen bir şairde çıkar, bazen köydeki Mehmet ağanın sözlerinde. Anneannem o kadar hikmetli sözler edermiş ki, annem bana anlatıyor, benim ağzım bir karış açık kalıyor bunu anneannem mi söylüyordu diye. Geçmişin kadınlarında da böyle bir irfani gelenek var. Okullara gitmemişler ama çok hikaye dinlemişler. Toparlamak gerekirse, Sting şöyle diyor: “Her şey yıkılıp giderken geride kalan şeylerle güzel bir şeyler kurmaya çalışmaktır hayat.” Her şey yıkılıp gidebilir, ama geride kalan şeylerle eğer ben hala iyi bir hayat kurmaya çalışıyorsam işte o zaman anlamlı biçimde yaşamaya çalışıyorum demektir.

…değer duygusu anlamın insanın dört ayağından birisi. Bazı insanlar değerleri için hayatlarını dahi feda edebilirler. Böyle insanlar soylu insanlardır, biraz daha soylu insanlardır ve o insanlar taşıdıkları o çok güçlü anlam duygusu sayesinde dünyayı da daha güzel daha yaşanabilir bir yer kılabilirler…

Soru: Hayatın Anlamı var mıdır? Anlam konusu gerçekten çok ilginç ve gizemli bir konu. Sizi dinlerken de şöyle bir düşünce oluştu. Sanki anlamı bir kere oluşturuyoruz da bırakıyoruz, sonra o anlam götürüyor bizi. Öyle mi düşünüyorsunuz yoksa ben mi yanlış algıladım? Öncelikle onu bilmek istiyorum. Benim düşüncem de sanki, anlamı sürekli olarak yeniliyoruz gibi geliyor. Her zaman bu anlam değişiyor, unvanınız değişiyor, statünüz değişiyor, eşiniz ölüyor, çocuğunuz oluyor, emekli oluyorsunuz, her zaman anlam değişiyor. Eğer anlamların değiştiğini kabul ediyorsak bu değişen anlamları sağlıklı bir şekilde üretebilmek için bize birkaç öneri verirseniz çok kısa olarak memnun olurum? Reçete yani.

Doç.Dr.Sayar: Çok doğru bir noktaya temas ettiniz. İnsanlar hayatın değişik dönemeçlerinde değişik anlamlar edinebiliyorlar kendilerine. Üniversitede öğretim üyeliği sizin için hayatın bir döneminde, hayatınızı anlamlandıran, hayatınızı ışıklandıran bir şey oluyor. Birden baba oluyorsunuz, babalık rolü her şeyi anlamlandıran bir şey oluyor fakat bir şeye dikkat etmek lazım. Bir anlamda zayıflama olursa diğer anlam onun yerini almak üzere ortaya çıkıyor. Mesela siz üniversite kariyerinizde bir darbe yediniz, birden babalığınıza sarılabilir, babalığınızı keşfedebilirsiniz. Babalık hayatınızı tek başına anlamlandıran bir şey haline geliyorsa o zaman bir anlam kaynağıdır, yoksa babalık kimliği var zaten. İnsanlar hayatlarının değişik dönemlerinde yedikleri darbelere göre, ihtiyaçlarına göre anlamlarını seçebilirler. Bazen bir anlam sizi hayatınızın sonuna kadar götürebilir. Bir davaya bağlılık mesela, bir inanca bağlılık, bu sizin hayatınızın sonuna kadar en temel anlam kaynağınız olabilir diyelim ki, bu 12 Eylül döneminde çok yaşandı ve böyle insanları da gördüm, bunları konuşmak gerekir Türkiye’de. Mesela bir hanımla görüşmemi hiç unutamıyorum, hapse girmiş 12 Eylül öncesinin politik ortamı nedeniyle, o da sokaklara çıkmış, bağırmış-çağırmış, yazılar yazmış, hapse girmiş, o hapiste uzun kalmış, erken çıkan arkadaşlarının hepsi reklamcı olmuşlar, şirketlerde bir köşe kapmışlar falan. Bu kızcağız dedi ki bana, hiç unutamıyorum bu sözünü: ‘Keşke inanabileceğim bir tanrım olsaydı’… Hiçbir şeye inanamıyorum. Ben bunun için hapis yattım baksanıza arkadaşlarımın yaptığına, benim mücadele ettiğim değerlere karşı şeylerin içinde yer alıyorlar ve ben şu anda hayatıma bir anlam biçemiyorum.” Bakın böyle şeyleri hepimiz yaşayabiliriz. Yani bir sosyal hareketin içerisinde yer alırsınız, o sosyal hareket zayıflar veya bir şekilde asimile edilir ve siz ortada kalırsınız. O zaman onun yerine bir başka anlam üretmek zorundasınız. Çetin Altan’ın bir tabiri vardır: “Türkiye babalığı abartan adamların ülkesidir”der. Yani neden insan babalığı abartır? Çünkü hayatında daha doğru dürüst daha bir anlam bulamadığı için, yoksa babalık kendi kendine zaten olup biten bir şey, onu abartmaya ne gerek var? Bir yerde bir yoksunluk, eksiklik olduğu zaman bir anlam sağlayıcıda, başka bir anlam sağlayıcı devreye girebiliyor. Bugün bizim toplumumuzda insanlara bakıyorsunuz mesela, hâlâ din en büyük anlam sağlayıcı. İnsanlar kriz dönemlerinde büyük dönüşümler yaşayabiliyorlar, birden bire o atadan dededen gördüğü anlam sağlayıcıya pat diye bir dönüş yapıyor ve oranın tekinliğine sığınıyor. Aslında şunu söylüyor o insan: “Ben hayatımın bu döneminde çok incinebilir bir varlığım. Ben atamın, dedemin bana gösterdiği yola intisap ederek kendimi tekinliğe, emniyete alıyorum.”diyor. Yani bütün bu anlam sağlayıcılar zaman zaman değişebilir ama makbul olan bana sorarsanız, insanın kişisel gelişimini sağlamak kaydıyla ve başka insanlara tahakkümde bulunma hakkını vermemek kaydıyla, ahlaklılıkla beraber gitmek kaydıyla hayatı kuşatan genel bir anlam bakışıdır. Yani kalıcılık ve bağlantılılık, hayatımızın değişik dönemlerinde çok farklı şeyler yaşamış olabilirim, onları tutarlı bir hikaye olarak kurgulayabiliyor muyum geriye dönüp baktığım zaman? Hata yaptığım şeyler de olabilir, hata yaptığım şeyleri de geriye dönüp baktığım zaman “ben bu hatayı yaptım ama bundan şunu öğrendim” diyebiliyor muyum? Ataol Behramoğlu’nun çok güzel bir şiiri vardır: “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şeyler var”der. Çok güzel bir şiirdir hakikaten. Ben arada psikoterapi niyetine okurum o şiiri hastalarıma. Çok öğretici bir şiirdir. Eğer onlardan öğrenmişsek hatalar da hayatımızda bir yere oturuyor.

Soru: Bir doygunluk var mıdır? Anlam doygunluğu denen bir olaydan sonra insanlar gelişimi içerisinde anlamı olan bir şeyi dışarıda bırakırlar mı? Yani anlamlı olması gereken bir şey anlamsız gelmeye başlayabilir mi? Sorunun özü anlam doygunluğu tanımlı mıdır?

Doç.Dr.Sayar: Çok zor bir soru. Yani biraz düşünülerek cevap verilmesi gereken bir şey. Şöyle söyleyeyim. Biraz paralel bir yerden gidelim. Kenneth Gergen diye bir sosyal psikolog var. Çok ilginç bir varsayımı var, diyor ki: “Günümüzde benlikler doymuştur. Günümüzün benliği batılı post-modern benlik, doymuş bir benliktir. Çünkü, çok fazla imgeye muhatap oluyor, çok fazla haber işitiyor, çok fazla insan görüyor, çok fazla kişi dinliyor, çok fazla görüntüyle muhatap oluyor, televizyondan sinemadan akan görüntüyle muhatap oluyor. O kadar çok enformasyon yığılıyor ki içine, bu benlik artık doymuş bir benliktir.”diyor. Aslında geçmiş çağlarda seçme şansımız çok kısıtlıydı, bugün seçme şansımız çok fazla fakat bu sefer Barry Schwartz diye bir psikolog çıkıyor diyor ki: “Şu anda özgürlüğün tiranlığından bahsedebiliriz.”diyor. O kadar seçenek var ki, paralize olduk hiçbir şeyi seçemiyoruz. Günümüzün insanında bir doymuşluk duygusu var ama bu çok sathi bir doymuşluk. Bunu Gergen mesela “sığ ve çoklu benlik” olarak isimlendiriyor ve diyor ki: “Günümüz insanının hastalığı multifrenidir, şizofreni değil.” Yani biz bukalemun kişilikleriz. Yani üniversitede böyleyiz, eve gidince başka türlüyüz, golf oynarken başka türlüyüz, bir başka adamın yanında otururken başka türlüyüz, bin tane kimliğe bürünebilen insanlarız. Bir tane stabil, istikrarlı bir kimlik anlatısı tutturamıyoruz. Benlikler doyuyor ama insan anlama doyar mı? Soru soran bir insanın anlama doymaması lazım. Her zaman hayatına biçtiği anlamları da sorgulaması gerekir bana sorarsanız. Anlam yemek gibi bir şeydir. Mesela bugün biz öğlen yemeğinde çok güzel bir yemek yedik ve bir daha acıkmayacağız diyecek miyiz? Akşama acıkacağız. Anlam da ruhun yemeğidir bana sorarsanız. Yani hayatınıza çok güzel bir anlam biçtiniz, biçtiğiniz anlamı geliştirebilir, daha sofistike kılabilirsiniz. Yani siz hayatınıza bir inanıştan, bir sistem içinden bir anlam duygusu biçmişinizdir, o anlam duygusunu değerlendirme vasıtaları gelişir elinizde. Hayatınızda çok daha farklı bir yere yerleştirebilir, daha sofistike, daha gelişmiş bir yere koyabilirsiniz, onun sizi daha geliştirebileceği bir zemine çekebilirsiniz o anlam duygusunu. Yani insanın hayatında hiçbir şey statik değil, hiçbir şey durağan değil, anlam duygusu da gelişebilir ya da büsbütün anlamsızlığa da gark olabilirsiniz yani tamamen doyarak vazgeçebilirsiniz de her şeyden. Kuralları yok. Bir şey öğrendiysem bu meslekte bu kadar çok insanı dinlediğim için, onun güveni ile konuşuyorum, insanın iç dünyasının kurallara gelir, genellemelere gelir bir tarafının olmadığını öğrendim. Yani bugün bir kişi için doğru olan bir başkası için yanlış olabilir. Bugün o ortam içinde doğru olan, o doğru başka bir ortam içinde yanlış olabilir. İzafidir insanın algılaması. O yüzden biz, subjektif iyilik kavramına atıfta bulunuyoruz psikolojide, psikiyatride. Hayat kalitesi dediğimiz şey, subjektif iyilikle ölçülen bir şey. Birisi birisine çok kötü bir söz söyler, iki kişi aynı şeye muhatap olmuştur, birisinin ego kaynakları, ego gücü çok farklıdır, öbürünün çok farklıdır, o başka türlü anlar, diğeri başka türlü anlar. Birisi ciddi bir hakaret olarak algılar, öbürü der ki: ‘Bu adam yine saçmalıyor. Bu adam ahmağın teki’ der mesela. Bizim olaylara atfettiğimiz değer, subjektif algılamamız çok önemli. Bu subjektivite de aşınıyor günümüzde. Bu çok güzel bir soru. Biraz düşüneceğim bunun üzerinde önümüzdeki günlerde. Şurada hemen düşünmeye çalışıyorum. Subjektivite de günümüzde aşınıyor yani biz dünyayı atalarımızın bildiği gibi bilmiyoruz, empati duygusu mesela günümüzde giderek azalıyor. Diğerkamlık, hemhal oluş azalıyor, insanların acılarına daha az dikkat ediyoruz. Çünkü, acı da seyirlik bir şeye dönüşmüş oldu. Güneydoğu Asya’da bir sel baskını oldu, bir tufan oldu, tsunami oldu, televizyonda seyrediyoruz, pat diye çeviriyoruz pat diye Seda Sayan çıkıyor karşımıza, onunla beraber göbek atıyoruz. Ünsal Oskay’ın bir saptaması vardı, bir gazete köşesinde okumuştum yıllar önce diyor ki: “Geçenlerde bir düğüne gittim, Yemen Türküsü eşliğinde millet göbek atıyordu, inanamadım, çıldıracak gibi oldum.” Bir milletin en acılı türküsü bu. Yemen Türküsü ile millet şakır şukur oynuyormuş orada. İnsanlar bunu niçin yaptıklarının çok farkında olmayabilirler ama bu işte bizde bazı şeylerin, duygusal hassasiyetlerin de köreldiğinin bir işareti. Neden insanlar çıkıp, Türk toplumu gibi mahremiyetin çok ön planda olduğu bir toplumda, kadın programlarında insanlar çıkıp en mahrem dertlerini anlatmaya başladılar? Bunun üzerinde biraz düşünmemiz gerekmez mi? Ne oluyor da adam orada en adi, en pespayesinden aile hikayelerini anlatıyor milyonlarca insanın önünde? Her şey değişiyor, toplum değişiyor, subjektivite değişiyor, elbette anlam kavrayışları, algılayışları değişebilir ama teorik düzeyde konuşacak olursam ruh anlama doymaz. Ama herkes subjektif olarak farklı şeyler yaşayabilir. Sorunuza cevap veremediğimin farkındayım ama.

Soru: Psikiyatri anormal davranışlarla mı uğraşır?

Doç.Dr. Sayar: Tabii öyle diyebiliriz. Marazî psikoloji ile ilgilenir.

Soru: O halde marazî psikolojiden yola çıkarak anlam konusunda söz söyleyebilir miyiz? Psikiyatrlar hep Viktor Frankl’dan bahsediyor.

Doç.Dr. Sayar: Doğru söylüyorsunuz aslında belki bir ya da iki psikiyatr arkadaşımız da konuşsa iyi olur. Victor Frankl’ın tecrübesinden bundan sonra gelen psikiyatristler de bahsedeceklerdir emin olun ondan. Çünkü en çok kalem oynatmış isimlerden birisi anlam konusunda.

Soru: Onun da gözlemleri toplama kamplarından kaynaklanıyor.

Doç.Dr.Sayar: Ama sadece temerküz kampından yola çıkmıyor Frankl. Ona da haksızlık etmeyelim. Daha sonra sadece anlam üzerine kurulu bir psikiyatri ekolü geliştiriyor. Oradaki gözlemlerinden besleniyor ama günümüzün insanının bir anlam boşluğu içinde yaşadığını söylüyor Frankl ve buna “ Noojenik Nevroz” diyor, kimi insanların noojenik bir nevroz içinde yaşadığını, o yüzden hayatını anlamlandırmakta güçlük çektiğini ve o yüzden de bu kadar depresyonların, anksiyete bozukluklarının yaygınlaştığını söylüyor. Normal olan üzerinde psikiyatri çok durmuyor, bu çok önemli bir şey biliyor musunuz? Biz bunu geçen yıl da Amerika’da çok değerli bir bilim adamıyla oturduk, konuştuk, bir kuramcı, o da aynı kanaatteydi. Psikiyatri marazî olana odaklanır yapısı gereği fakat bir de insanın içinde bazı kuvvetler var ki, hastalığa mağlup olmasını engelliyor. Neden herkes depresyona girmiyor? Neden üç insan, beş insan aynı rahatsız edici şeyle karşılaştığı zaman bunlardan sadece biri depresyona giriyor? Bu çok önemli bir sorudur. İnsanların içlerinde bazı koruyucu faktörler var. Mesela mukavemet geliştiren, insanların karşı koymasını sağlayan bazı pozitif nitelikler var. Bunların en başında geleni de anlam duygusu, bir başkası ümitvarlık. Ümitvar insanlar, geleceğe ümitle bakan insanlar ve hayata anlam duygusundan soyulmamış, bu duyguyu kuvvetli bir biçimde içinde taşıyan insanlar, hayatın fiskelerine, yumruklarına çok daha mukavim oluyorlar. Yani bizlerin belki, psikiyatriyi de psikolojiyi de insanın içindeki direnç noktaların daha iyi anlamaya yönelecek bir kavrayışa ulaştırmamız lazım. Sadece marazî olana bakmak yanlış bir fotoğraf çekmek olabilir, doğru. Ama Frankl bunu yapmıyor, onu söylemek isterim. Frankl şunu söylüyor başka bir kitaplarından birisinde. Maslow diye başka bir psikolog vardır, ihtiyaçlar hiyerarşisi der. ‘Karnı doyan, barınan insan, yani temel ihtiyaçlarını karşılayan insan daha yüksek ideallere yönelir’ der Maslow. Frankl bunu reddediyor, niye reddediyor? İnsanlar doğru idealler için, ülküler için savaşmak istedikleri zaman mutlaka karınlarının doymasını mı beklemeliler? Bunun pek çok aksi yönde örneği vardır. İnsanlar açlığı, sıkıntıyı, sefaleti göze alarak büyük ülkülerin peşi sıra gidebilirler. Hemen böyle temel ihtiyaçlarının doyurulup ondan sonra yüksek arzuların, yüksek heveslerin peşinde koşmaları gerekmez. Yani insan değerleri için yaşayan bir varlık. Dedim ki, değer duygusu anlamın insanın dört ayağından birisi. Bazı insanlar değerleri için hayatlarını dahi feda edebilirler. Böyle insanlar soylu insanlardır, biraz daha soylu insanlardır ve o insanlar taşıdıkları o çok güçlü anlam duygusu sayesinde dünyayı da daha güzel daha yaşanabilir bir yer kılabilirler. Ama sorarsanız geçenlerde bir kitapta okudum çok ilginç geldi bana, ben böyle adamların hayat hikayelerini okumayı çok seviyorum. Mesela böyle bir adamın hayat hikayesini okumak isterseniz Aliya İzzet Begoviç’in –Bosna’nın önderi- hayat hikayesini okumanızı öneririm. Çok ilginç bir hayat hikayesi. Bu adam varlıklı olmaya namzet bir avukat, yani çok kazanabilecekken, Yugoslavya’da bürokraside bir yere gelebilecekken birden bire ülküleri için zindanlara düşüyor, hiçbir zaman uslanmıyor, hep halkına önderlik ediyor.. Mesela bu şunu düşünmüştüm, bu adam hiç düşünmedi mi acaba, böyle rahat rajat evimde otursaydım, 40 senemi niye zindanda geçirdim? Orada o cevabı bulamadım, baştan aşağı çok tutarlı bir çizgi izliyor. Fakat Nelson Mandela anılarında şöyle bir şey söylüyor: “Zindandayken zaman zaman düşündüm. Keşke mesleğimi devam ettirseydim, etliye sütlüye fazla karışmasaydım, ailemin çoluğumun çocuğumun başında olsaydım diye düşündüm”diyor. Bu çok insani bir şey. O kadar büyük çilelere, ıstıraplara maruz kalıyor ki bu insanlar, onlar da geriye dönüp böyle kuşkular yaşayabilirler.

Soru: Fanatizmle yazılı kültür eksikliği arasında bir bağ kurulabilir mi?

Doç.Dr. Kemal Sayar: Sekterlik, fanatiklik bazen insanların hayatına sahte bir anlam duygusu sağlayabilir. Şimdi Eric Hoffer diye bir yazar vardır. Bu bilge bir adamdır, çok okul okumamıştır ancak Amerika’nın en önemli aydınları arasında kabul edilir, “Kesin İnançlılar” diye bir kitabı vardır. Hoffer burada şunu söyler: “İnsanlar kendi yalnızlık duygularını, çaresizlik hislerini, emniyetsizlik hislerini yok emek istediklerinde bazen büyük bir gruba, kesin inançlı bir gruba intisap ederler ve o kesin inançlı grubun ‘hakikat sadece biziz, hakikat sadece bizdedir, onun tek temsilcisi biziz.’ tarzındaki o büyüklenmeci söyleminde, o endişelerini, yalnızlık hislerini kaybederler, iyileşirler, biraz o kırılganlıklarını, zavallılıklarını, daha keskin gruplara intisap ederek yok ederler.”der. Fanatizmde, sekterlikte bir iddia vardır. O iddia da şudur: “Tek anlam biziz, başka hiçbir anlam yoktur, diğer anlamların hepsi de batıldır, yanlıştır” tarzında bir anlayış vardır. Burada benim az önce söylediğim bir anlamın gerçekten insanın hayatını geliştirebilecek, onu daha bir yere taşıyabilecek devingen doğasını göremiyorsunuz. Bu statik bir tercihtir. Hakikat benim diyen bir insan başka bir kitap okumaz, başka insanları da dinlemez. Sadece kendi hakikatini kafasına vurarak başkalarına kabul ettirmeye çalışır. Yani tuttu adamlar, üç bin yıldır orada olan Buda heykellerini bombaladılar. Benim içim acıdı. Çok acıdı, üç bin yıldır oradaydı o eser. Üç tane beş tane nereden idare edildikleri belirsiz adamlar çıktılar, onları bombaladılar, dünyanın gözü önünde bombaladılar. Onların sözüm ona negatifleri de geldiler Bağdat Müzesi’ni yağmaladılar. Vandallık, bu şiddet taraftarlığı ancak hakikat benim diyebilecek kesinlikte konuşabilen insanların tekelinde olan bir şey. Başka insanların da bir gerçekliği olabileceği, onların da doğru şeyler söyleyebileceğini düşünen bir anlayış, kalıcı felsefe yaklaşımı, hakikat her yerde olabilir, farklı dillerde farklı kişiler tarafından da söylenmiş olabilir yaklaşımı böyle bir şeye müsaade etmez. O yüzden diyorum, kendimize bir anlam biçtiğimiz zaman onun ahlaklılık kumaşından, erdem kumaşından yapılması lazım ve insanı mutlaka geliştiren doğası olması lazım. Bunlar –meli, -malı’lar. Böyle olursa bence o büyük bir anlatıya dönüşebilir. Sözlü kültür, yazılı kültür meselesine gelince, bence mesele yazılı kültür ile sözlü kültür arasına duvarlar örmek değildir. Sözlü kültürün kendisi de çok güçlü bir taşıyıcıdır. Bakın ben size basit bir şey anlatayım. Geçen gün annem oğluma bir hikaye anlatıyor. Hikayeyi bir yandan ben de dinliyorum, ben de bir köşede bir şeyler yapıyorum. Bir gülümseme yayıldı yüzüme. Çünkü, annem bu hikayeyi ben çocukken bana anlatmıştı, bunu hatırladım. Bir toplumun hikayelerini kuşaktan kuşağa aktarabilmesi gerekir aslında. Orada aktarıcı aslında ben olmam gerekirken, annem yine aynı hikayeyi devam ettiriyor. Bizim geçmiş nesillerimiz bu hikayelerle büyüdükleri için çok zengindiler, arada çok hikmetli laflar da edebiliyorlardı. Bizim elimizden bu hikayeler de alındı. Her neslin üç-beş nesil ötesine uzanan hikayeleri vardı her sülalenin. Mutlaka sizin atalarınızın dedelerinizin bir göç hikayesi vardır, bu göçler kavşağı olan topraklarda. Benim var. Benim anneannemin annesinin Gürcistan’ın bir köyünden yola çıkıp, nasıl çocuğu acıktığında kafasına sopa indirerek, sahil boyunca yürüdüğünü, Amasya’ya nasıl geldiğini ben biliyorum ama çocuğuma anlatmayacağım bunları. Ben kendi hayatım açısından anlamlı bulmadığım için çocuklarıma anlatmayacağım ve onlar o hikayeyi belki bilmeden büyüyecekler. Ama bu hikayeyi bilerek büyüselerdi, bir süreklilik duygusuna daha fazla sahip olma şansları vardı. Yani ben bir yerlerin, bazı kişilerin devamcısıyım. Fırlatılmadım dünyaya. Yalnız, tek başına bir insan değilim, benden önce kuşaklar vardı. O anlatıları devam ettirebilmek çok önemli bir şey, çağdaş öyküler artık -bir yazar böyle diyor- CNN tarafından ve televizyon tarafından yayılıyor, o yüzden bizler Köroğlu hikayelerini dinlemiyoruz. Yakın zamanlara kadar Köroğlu hikayeleri anlatan abdallar ve şairler vardı. Köy köy dolaşır ve saz eşliğinde hikaye anlatırlardı. Bunlar maalesef tarihe karıştı ve onların yerini bu televizyondaki kaynana programları aldı herhalde.

Soru: Şimdi sunuşunuz esnasında iki tanımı “anlamsızlık” ve “anlam boşluğu”nu kullandınız farklı yerlerdi. Biz anlam boşluğunun anlamsızlık anlamını düşünebilir miyiz? Pek öyle bir çıkarımım olmadı ama bunun üzerinde düşündüğümde, böyle bir bağlantı kurduğumda nereye varırız hangisi önce gelir? Bu önemli bir nokta. Gene sunuşunuzdan çıkardığım bir şey, anlam aynı zamanda bir iktidar ilişkisini de tanımlıyor. Yani anlamı verirken iktidarı da tanımlıyoruz. Bunları birbirine bağlarsak o zaman anlam boşluğuna düşmek her zaman kötü olmayabilir.

Doç.Dr. Kemal Sayar: Anlamı kim veriyor?

Soru: Hakim olan.

Doç.Dr. Kemal Sayar: Verilen anlamı kabul edecek olan kişi sizsiniz, yani siz pasif bir organizma değilsiniz.

Soru: Mesela 12 Eylül’de anlam değişti, yeni bir anlam geldi ülkeye. Bir sürü insan da bu anlamın peşinden gitti, bir anlam boşluğu doğdu. Bence anlamsızlıklar da doğdu. Ama o anlam boşluğu yeni anlamlar da üretti. Eğer o anlam boşluğu olmasaydı yeni anlamlar ortaya çıkmayabilirdi gibi.

Doç.Dr. Kemal Sayar: Tamam söylediğiniz çok doğru. Anlam dediğimiz şey aslında bir konvansiyondur, bir uzlaşmadır bir yandan da. Anlam benim kendim için bulduğum değerle , benim kendim için icat ettiğim şey ile toplumun bana vermek istediği şeyin bir uzlaşısıdır. Bazen bakın, her zaman değil. Bazen bu uzlaşı sayesinde yeni anlamlar doğabilir. Ama bazı insanlar da toplumun verdiği rolü, kimliği, anlamı reddeder eski anlatılarına devam edebilirler. Burada 12 Eylül ile veya siyasi buhran dönemleriyle ortaya çıkan boşlukları insanlar daha keskinleşerek, daha uçlara savrularak da bir cevap verebilirler. Yahut ortama uyum sağlayarak da bir cevap verebilirler. Yani o anlam boşluğunu tek başına bakın siyasi konjonktür ortaya çıkarmaz. O anlam sizin içinizde kalıcı, stabil, istikrarlı bir yere tekabül ediyorsa siz, o anlamı zaten muhafaza edersiniz. Şartların değişmesiyle sizin bir ülküye, bir ideale bağlılığınızın değişmemesi gerekir. Eğer öyleyse sizin zaten o ülkü, o ideal bir takım endişelerinizi gideriyordur, psikolojik ihtiyaçlarınızı gidermeye matuf bir şeydir.

Buyurun siz devam edin lütfen belki ben sizi tam doğru anlayamamış olabilirim.

Soru: Bazen anlam hâkim güçler tarafından dayatılabilir

Doç.Dr. Kemal Sayar: Zamanın ruhu diye bir kavram var biliyorsunuz. Zeitgeist diyorlar Almanca. Bu çok önemli bir kavram bence. Zamanın kendine mahsus bir ruhu olabilir. Kültürel iklimlerin değişmesiyle paylaşılan anlamlar değişebilir, bu iki kere iki dört kadar kesin bir şey. Bugün moderniteden postmoderniteye geçtiğimiz varsayılıyor. Postmodernite hiçbir şeyin kesin olarak billurlaşamadığı bir kiniklik iklimi yani şüphecilik iklimi. Her şeyi kesin olarak bilebildiğimiz bir zamandan hiçbir şeyi tam olarak bilemediğimiz bir zamana geçiyoruz. O zaman anlam dediğimiz şey de aşınıyor böyle bir iklimde. Her zamanın kendine mahsus ruhu var. Daha istikrarlı, daha stabil toplumlarda daha istikrarlı anlamlardan bahsetmek mümkünken, anlama doyulabilir mi diye bir soruyu bugün sorabiliyoruz ve bu soru bizi düşündürüyor. Belki yüz sene önce bu soru bize çok manasız gelebilecekti. Çok basit bir misal anlatayım size, geçen gün bir dostum dedi ki-bu dostum benden on beş yaş büyük- “Bilecik’te benim iki tane halam vardır, yıllardır bu insanlara biz hala deriz. İşte hala aşağı, hala yukarı. Hala geldi mi? Halaları aradınız mı? falan. Çocukluğumdan beri bildim bileli bu insanlar benim için haladır, yakınımdır. Geçen gün kız kardeşim durup dururken sordu, bu halaların halalıkları nereden geliyor? Diye. Yani biz bunlara hala diyoruz ama nerden geliyor bunların halalığı, babamızın kız kardeşleri olmadığını biliyoruz. Kimin nesi, kimin fesi, bize yakınlıkları nedir? Dedi. O sırada o ortamda bulunan başka bir dostum dedi ki, -çok güzel bir tespitti bence.-: “Bu sorunun şu zamanda sorulması ne kadar manidar değil mi?”dedi. Yani halaların halalığı insanların gitgide daha fazla bireyselleştiği, herkesin kendi kalesine çekildiği, herkesin kendi çıkarını savunduğu ve dedim ya benliklerin tek anlam sağlayıcı haline geldiği bir zaman diliminde sorulmaya başlanıyor. Bunlar nereden çıktı? Bir de yarın öbür gün başımıza yük olmasınlar. Yani bunlara biz hala dedik ama yarın öbür gün bakıma ihtiyaç duydukları zaman onların yanı başında olmamız gerekirse bu bize sıkıntı yaratmaz mı? Yani satır aralarında sanki bunlar gizli. Bazı sorular bazı çağlarda anlamlı, bazı çağlarda anlamsız. Muhakkak ki, zamanın ruhu pek çok şeyi belirleyebilir. Ama ben şahsen insanın temel hikayesinin çok değişmediğini düşünüyorum. Subjektifliğimiz değişiyor, olaylara verdiğimiz anlam değişiyor belki ama iyi ile kötü arasındaki mücadele hep aynı.

Bir de psikiyatri ile ilgili birkaç not söyleyeyim size. Psikiyatride mesela bu psikofarmakoloji dediğimiz her şeyi ilaç tedavisi ile tedavi etme yaklaşımı, mesela depresyon diyoruz, her depresyona ilaç yazma yaklaşımı insanları yine anlamdan ve anlatıdan mahrum bırakan bir yaklaşım. İnsanlar depresyonlarını kendi içsel kaynaklarına yönelerek, eşlerine, dostlarına, arkadaşlarına yönelerek, onlardan imdat, yardım isteyerek yenebilirlerse geriye dönüp şunu söyleme hakları var: “Bakın benim depresyonum vardı ama bunu yendim. Kendim uğraştım, çabaladım, yendim.” Yani burada bir anlatı oluşuyor, bir hikâye oluşuyor. “Ben bunu yapabildim. Kendi başıma kendi kaynaklarımla yaptım.” Yani yaşadığım hastalığı anlamlandırabiliyorum ama bir ilaç aldım ve iyileştim dediğimiz zaman kendimle ilgili bir anlatı oluşturamıyorum ve hastalığı da yeterince anlamlandıramıyorum. Mesela psikofarmakolojinin en rahatsız edici taraflarından bir tanesi budur, hastalığı anlamdan soyması, anlamdan mahrum bırakması. Bugün tıbbın da temel rahatsızlıklarından birisi bu. Tıp hastalığın arkasındaki ıstırabı göremiyor, dolayısıyla hastalığı anlamlandıramıyor. Ben kitaplardan birisinde yazmıştım. Bir gün dahiliye viziti yapıyoruz, rotasyondayım ben dahiliyede, bir odaya gireceğiz profesör döndü dedi ki, “karaciğer apsesi burada mı yatıyor.” Ne demek karaciğer apsesi? Ahmet, Mehmet, Ayşe değil yani.? İnsanlar sahip oldukları patoloji ile tanımlanıyor. Benim çok sevdiğim, çok yakın olan bir akrabam, hastaneye yatması gerekti, cerrahi bir problemden dolayı. Çok önceden de tanıdığım bir asistan, ben orada çalışırken intörnlüğümü yapmıştı. Geldi bana dedi ki: “Abi, fistül sizin hastanız mıydı?” Benim için çok değerli olan bir varlık onun gözünde bir fistül, çok feci bir şey bu. Anlam psikolojide çok önemli, belki sosyal bilimlerde de çok önemli. Herkes bir şekilde hayatına bir anlam katmaya çalışıyor. Bazı insanlar işleri ile anlam katmaya çalışıyorlar. İşlerinden devşirdikleri benlik değeri, benlik duygusu, işe yararlık duygusu onların hayatında bir anlam duygusuna tebdil oluyor, dönüşüyor. Bazı insanlar şöhret olarak hayatlarına bir anlam duygusu biçmeye çalışıyorlar. Bazı insanlar diğerlerinden farklı olmaya sıvanarak bir anlam duygusu oluşturuyorlar, herkes kendince hayatına bir anlam duygusu katmaya çalışıyor. Ama geriye dönüp bunu sınama şansımız yok, yani benim anlam duygum senin anlam duygunu döver diyemeyiz. Bunu ancak 40 yaşında, 50 yaşında, 60 yaşında geriye dönüp baktığımız zaman geride güzel bir ayak izi bıraktık mı? Bu duygu bizi tatmin ediyor mu? Memnun muyuz? Herhalde bu belirleyecek. Hepimiz Rektör Bey kadar şanslı değiliz, geriye dönüp baktığımızda arkamızda bir üniversite olmayabilir. Sizin bu açıdan bir şansınız, avantajınız var, diğer öğretim üyeleri için de bu böyle. Geriye dönüp hayatımızı güzel bir şekilde imar ettik mi? Herhalde hayatımızın son dönemecinde geriye bakıp bu sorunun doğru cevabını verebileceğiz ya da başkaları verecek bize. Başkaları bize iyi yaptığımızı, doğru yaptığımızı söyleyerek bu cevabı bizim yerimize verecekler.

Soru: Anlam evrimsel yaklaşımla da izah edilebilir. Bu konuya hiç değinilmedi.

Doç.Dr. Kemal Sayar: Size tek bir sorum var : Ya ben Adem ve Havva’ya inanıyorsam? Siz bunun cevabını verin bana. Ben bir şey söyleyebilirim size ama sizin kullandığınız dil üzerinden bir şey söyleyemem.

Soru: İntihar ve anlam ilişkisi?

Doç.Dr. Kemal Sayar: Genellikle intiharın dinamiğine baktığımız zaman kendine yönelmiş bir kıyıcılık bu, kendine yönelmiş bir şiddet. Depresyonu da, dışarıya ifade edilemeyen öfkenin kendine dönmesi, kendi canını acıtması olarak kavramlaştırıyor kimi teorisyenler ve intihar bunun zirvesi oluyor. Diyor ki mesela Karl Abraham: “İntihar kendi içindeki nesneyi, içi alınmış olan, sevilen nesneyi öldürme eylemidir. Sadece kendini değil de anneyi, babayı içe alınan nesneyi de öldürme eylemidir.” Ama bunlar spekülatif görüşler, bana sorarsanız intihar, insanın kişisel değersizlik duygusunun artık zirve noktası. Beden o kadar değersizdir ki, can o kadar değersizdir ki, artık bu dünyadan çekip gitmesinde de bir beis yoktur. Bazen de intihar, bu değersizlik duygusunun arkasında kişinin hayatta bırakabileceği tek iz olabilir, o kadar değersiz hisseder ki kendini kişi, sadece ölümle hayata meydan okuyabilir. Kendini öldürerek etrafındaki insanlara meydan okuyabilir. İşte o ölü bir gövde ile de çok etrafına o güne kadar veremediği mesajı verir. Çoğu zaman zaten intihar notu bırakır bu tür insanlar. O notlar da almak istedikleri intikamı da yazarlar oraya, kimi incitmek istediklerini yazarlar. Ben diyen kişinin benliği ile ilgili bir problem vardır. Yani çok ben diyen insan kendisi ile ilgili, öz değeri, öz saygısı ile ilgili sorun yaşayan insandır çoğu zaman. Kendi değerinin dış dünya tarafından çok teyit edilmesine ihtiyaç duyan insandır. Bunda ben çok büyük bir çelişki görmüyorum. Bu tür insanlar depresyonları, karamsar haleti ruhiyeleri yoğunlaştığı zaman intihara da gidebilirler.Evet burada toparlamam gerekirse, anlamla ilgili meseleler çok girift aslında. Sosyal Psikoloji var, Sosyoloji var içinde, Psikiyatri bir yerinde duruyor. Biyoloji var mı bilmiyorum, siz gündeme getirdiniz onu. Mutlaka vardır, bu konuda düşünmüş insanlar vardır ama evrimsel açıdan nereye konabilir anlam duygusu bilmiyorum, inanın hiç okumam yok o konuda.

Soru: Sosyal psikiyatri diye bir disiplin var mı?

Doç.Dr. Kemal Sayar: Elbette. Kültürel Psikiyatri, Sosyal Psikiyatri, bütün bunlar disiplinlerdir. Kongresi bile yapılıyor her sene.

Soru: Sosyal psikiyatri neyle uğraşır?

Doç.Dr. Kemal Sayar: Sosyal Psikiyatri dediğimiz zaman yine biz insanı toplumsal etkileşimi içinde ele alıyoruz. Yani toplumların ruh sağlığından bahsetmiş olmuyoruz sosyal psikiyatri derken, o biraz bizi aşan bir şey. Bir tıp doktorunun ne haddine toplumu iyileştirmek, neticede o belki interdisipliner bir çalışma olabilir, bir psikiyatr da bulunabilir içerisinde. Bu tip çalışmalar yapan insanlar var. Türkçe’ye de kitapları çevrilmiş olan Vamık Volkan diye bir kişi var, bir psikanalist, psikiyatr. O mesela uluslararası ihtilafların çözümünde falan bayağı aktif rol oynayan birisi.

Kaynak: www.kemalsayar.com

Doç.Dr. Kemal Sayar’a katkılarından dolayı teşekkürler

25.01. 2005 tarihinde Muğla Üniversitesi İİBF 101 No.lu Amfisinde verilen konferanstan derlenmiştir.