Batının Çağdaş Uygarlık Düzeyini Geçtik mi Yoksa?

Sizin de dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum ancak özellikle son yıllarda muhteşem bir yabancı dil kullanma hevesimiz oluştu. Hayatın hemen her yerinde. Marka isimlerinden, lokantalara, evlerden radyolara… Çok havalıyız!

Evlerimiz; Mashattan, Almondhill Villaları, Aqua Manors Villaları, Aqua City, Art Canadian Villaları, Alice Village, Burju El Turco Apartmanları, Central Life Villaları, Flora Residence, Maro Negro, Milenium Park Villaları, My World, Nautilus Residence, Pelican Hill, Yeshill, Kemer Country, Villa Grand Villaları…

Alışveriş merkezlerimiz; Carousel, Galleria, Capitol, Atrium, Galaxy… Lokantalarımız; Paper Moon, House Cafe, Mangerie, Midpoint, Brasserie, Artz… Radyolarımız; Joy FM, Best FM, Powerturk, Radyo Mega, Number One FM…

Türkçeden bozma markalarımız da var; CoonDra (Kundura), Mardini (Mardin), Velini (Veli), Efendy (Efendi), Eskidji (Eskici), Laila (Leyla), Ramsey (Remzi) gibi.

Kasap bile kendine Rainbow Kasabı demiş. Dürümcü Dürüm Land, simitçi Simit Center olmuş!

Saymakla, yazmakla bitecek gibi değil.

Türkçe kullanımında uzman değilim, dolayısıyla ahkam kesmeye de pek yetkim yok. Bunu yapacak olan Türk Dil Kurumu, Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, üniversiteler veya enstitüler var zaten.

Dilimizin özensiz kullanıldığını, pazarlamaya alet edildiğini veya caka uğruna heba edildiğini görmek benim canımı sıkan.

Özensiz kullanımdan kastım; konuşur gibi yazmak ve imla kurallarını hiçe saymak. Msn’de bir arkadaşımızla yazışırken olmasa da, başka kişilerin okuma ihtimali olan yazılarımızda (blog, yorum, e-posta gibi) ‘evet’ yerine ewet, ‘bir şey’ yerine bişey, ‘gideceğim’ yerine gitcem yazmanın gerekçesi “rahatlık!” olmamalı.

Pazarlama bilimini bahane ederek [çünkü o zaman biz tüketicilere daha cazip geliyormuş!] dilimizin nasıl kenara itildiğini, nasıl hava atıldığını Yılmaz Özdil’in alışveriş merkezi Kanyon hakkında yazdığı bir yazının satır aralarında görmek mümkün:

“Yasai katsu curry. Ebi raisukaree. Yaki udon. Moyashi soba.

Nedir bunlar? “Karateci” diyenler, bilemedi.

İstanbul’da yeni açılan Kanyon alışveriş merkezi var ya… Onun içindeki restoranlardan birinin mönüsü bu… “Pilav, mantarlı tavuk, kabak” falan demek istiyor.

Merak ettim, gezdim Kanyon’u. Amerika’da mıyız, Japonya’da mıyız, İtalya’da mı, anlamadım… Türkiye olmadığı kesin.

Asabım bozuldu, sigara içeceğim. Oturdum bir yere… Şöyle yazıyor duvarda. “Kahvelerimiz Peru orijinli, Villa Rica çekirdeklerinden hazırlanmaktadır.” Aferin.

Garson yanaşıyor, sipariş vereceğim…
– Sıcak içeceklerden ne var?
– Espresso, decaffeinate, cappuccino, latte macchiato, cafe au lait, hot milk, hot chocolate, green tea, peppermint, chamomile flowers…
– Türk kahvesi yok mu?
– Maalesef.
– Su rica edeyim o zaman.
– Normal mi, San Pellegrino mu?
– Dizel olsun…

Abartmıyorum… Çıldırırsınız.

Mağazalara bakıyorum. Havaya giriyor insan. Şeytan diyor, dal içeri, “how much” diye sor…

Çünkü sağımda Angelo Nardelli, Bally, Bashqua, Carnevale, Perigot, Haaz. Solumda Fornarina, Guess, So chic, Murphy&Nye, Patrizia Pepe, Swarovski. Önümde Scabal, Thomas Pink, Birkenstock, Cesare Paciotti, Furla, Shisly. Arkamda Mom-to-be, Only, Mandarina Duck, Vetrina, Kaloo, Via Pelle…

“Allahım ben neredeyim” diye düşünüyordum ki… Sinemayı gördüm. “Mars Cinema” yazıyor. E Mars olabilir. Başta demiştim… Türkiye olamaz.

Bu saatten sonra da, hiç kimse çıkıp, “tekstilimiz şöyle ilerledi, böyle atılım yaptı” filan demesin bana… İlaç için bir tane Türk markası yok. Sadece Başbakan’ın kankası, sponsor Remzi’nin mağazası var. Onun da adı, Ramsey.

Özetle… Hani hep konuşuluyor ya, “hayatımız ithalat oldu, cari açık patladı” diye… Cümleten hayırlı olsun. Cari açığın, artık alışveriş merkezi de var.”

Şubat 2002’de Atlas Dergisi Yayın Yönetmeni ve gazeteci Özcan Yüksek “Misyoner pozisyon, batı, doğu, güzel Türkçemiz ve biz”i anlattığı bir yazı yazmıştı. O yazının da son bölümünü paylaşmak istiyorum sizlerle:

“Misyon sözcüğü artık dinsel anlamını çoktan yitirdi. Artık “kaba” sömürgecilik yok. Ama gelişmiş toplumların, bizim gibi “gelişmemiş” toplumlara “uygarlık” getirme, “eğitme”, “kalkındırma”, misyonları devam ediyor. Onlar çizgisel tarihin daha ileri bir aşamasından bize bakıyorlar. Daha üstteler. En büyük başarıları, misyon ruhunu minik bir bilgisayar chip’i gibi bilincimizin derinliklerine yerleştirmek oldu. Modernizmden kaçması imkânsız Doğulunun fazladan bir benliği daha oldu. Bu benlik diğer benlikleriyle devamlı köşe kapmaca oynuyor.

Şöyle konuşuyor, Batılı benliğimiz:

Müslüman kalabilirsin ya da başka bir dinde, ama beni yakalamak için değişmelisin dostum. Dilini değiştirmelisin önce. Yüksek ortamlarda benim dilimi kullanmalısın. Benim dilimi ikinci dil ya da yabancı dil olarak öğrenmen yetmez. Kendi dilin yabancı kalmalı, hatta neredeyse etnik bir dil, benim dilim ise yüksek ortamlarda anadil olmalı.

Nedir bu yüksek ortamlar? En başta yüksekokullar. Sonra liseler, ortaokullar, ilkokullar, hatta anaokulları. Kendi dilinle konuşmak sende aşağılık duygusu yaratmalı. Örneğin marketing (pazarlamanın yüksek olanı) alanında benim sözcüklerimle cümleler kurmalısın. Kendi dilinle ifade etmeye çalış bak, ne kadar da bayağı kalıyor. Global dünyanın bir parçası olarak kendini hissetmek istiyorsan, benim yaptığımı iyi yapmalısın.

Gazetelerinin, televizyonlarının isimleri bile benim dilimde olacak (Eskiden beri olanlar kalsın). Edirne’den Sibirya’ya kadar bütün Türkler, gökteki yıldıza yıldız der, ya da “cıldız”. Biliyorum binlerce yıldır bu böyleydi. Ama artık star demelisin. Unut artık yıldızı. Senin yıldızın geçmişte değil, Doğu’da hiç değil, bizim tarafta. Zaten bu konuları da sana ben öğretmiyor muyum? Hangi ülkede Orta Asya ile ilgili daha çok araştırma yapılıyor sanıyorsun, sende mi bende mi?

Bırak sözcükleri, harfleri bile istediğim gibi okuyacaksın. Kendi harfini benim okuduğum gibi söyle. Entivi de, mesela. Diğer türlü söylemeyi dene, bak, sen de gördün, ne kadar da bayağı, köylü, doğulu bir “sound” değil mi

Hem sen değil misin modern olmak isteyen? Kendini ve kültürünü, dilini, geleneklerini, geçmişini aşağıda hissetmezsen (açıkça değil tabii, içinde, sadece içinde) bu metamorfozu gerçekleştiremezsin dostum. Paşa’ya Pasha, Leyla’ya da Laila diyeceksin ve yazacaksın. Biraz oryantalist ama, daha “Batılı gözüyle bir Doğulu şıklık!”

Sen bakma köşk sözcüğüne, biz artık ona kiosk diyoruz, sen de öyle söyle. Hah şöyle! Ne diyoruz, concept yaratmalıyız. Yaratıcı ol, kendine creative de. Fabrikayı Ümraniye’de kur, markanı İtalyancadan al. Yoksa malını satamazsın. Türk olduğu anlaşılırsa ya da Türk gibi gözükürse kimse evine sokmaz. Sen ona, Türk olmayan bir isim bul en iyisi. Kimse de sana kızamaz. “Trend” böyle. Tavuk bile satamazsın. Neden, Mudurnu Chicken oldu sanıyorsun? İnsanlar tavuk değil “chicken” yemek istiyor.

Ne zamandır, radyolar “Goooooood morning Türkiye” diye sesleniyor. Bizi uyandırmak için olsa gerek.”

Katı sınırların hızla kalktığı günümüzde yabancı dil bilmenin önemini tartışmaya tabii ki gerek yok. Hem de tek başına İngilizce değil, mümkünse Almanca, Fransızca, Çince, Japonca… Ne kadar çok, o kadar geniş bilgi ağına kaynağından ulaşabilmek demek. Ancak önce kendi dilimiz, önce Türkçemiz…

Yoksa ulu önderimiz Atatürk’ün bize gösterdiği “batının çağdaş uygarlık düzeyini yakalama ve geçme” hedefini yanlış mı anlıyoruz?