“Benlik” meselesi felsefenin en zor konularından biri, hatta belki de en zoru. Benim kendim olmam ve bir başkası olmamam son derece hayret verici bir durum. Bir durup düşünelim: Siz sizsiniz, sizden başkası değilsiniz… Ne çılgınca değil mi! Siz, neden sizsiniz? Ben neden siz değil de benim? O, neden ben değil de o?
Arapçada “had” kelimesi hem “sınır” hem de “tanım” anlamına geliyor. Kendim benim tanımım, aynı zamanda sınırım. Dış dünyayı bu sınırlar içinde algılıyorum ve eylemlerimi de yine bu sınırlar dâhilinde gerçekleştiriyorum. Kendimle sınırlıyım, kayıtlıyım, yani kendimde tutsağım! Bir başkası değilim, kendimim… Bu durum size de inanılmaz gelmiyor mu?
“Şeyleri oldukları gibi görmeyiz, olduğumuz gibi görürüz” diyor Anaïs Nin. Ayşe’nin algıladığı mavi ile Fatma’nın algıladığı mavinin aynı olduğunu söylemenin imkânı var mı? Ama aynı ortamda yaşıyoruz, birbirimizle konuşuyoruz, eğer aynı şeylere referans vermiyorsak nasıl anlaşacağız? Bu açıdan bakıldığında iki insanın anlaşması mümkün değil. Fakat bir şekilde anlaşıyoruz, aynı olduğunu düşündüğümüz şeylere işaret ederek iletişim kuruyoruz. Ne var ki algılar birbirinin aynı değil; çünkü ALGILADIĞIMIZ ŞEY O ŞEYİN KENDİSİ DEĞİL.
Bir insanın, bir kedinin, bir böcekkapan bitkisinin, bir çürükçül bakterinin ya da bir karbon atomunun, çevresini kendince, kendine referansla, kendinden hareketle anlaması son derece normal. (İnsandan gayrısının anlayışı mı olur demeyin, olur mu olur!) Böyle olmak zorunda. Çünkü herhangi bir varlığın kendinden başka bir referansı yok. “Olur mu öyle şey kardeşim! Ben kendi dışımda yüce değerleri referans alıyorum!” diyebiliriz. Ne var ki seçtiğimizi sandığımız dışsal referansları da yine kendimizden hareketle belirliyoruz. Peki, kendimizi ne belirliyor? İşte bu gerçekten büyük bir soru(n)… (Tam da bu yüzden müstakil bir yazıda ele alınması gerekiyor.)
Canlılar, varlıklarını devam ettirmek için benliklerini korumak zorundalar. “Benmerkezci” olmak, yani benlerini “merkez” kabul etmek zorundalar. Çünkü zaten hayatlarının merkezinde kendileri var! Benim hayatımın merkezinde bir başkasının olması mümkün mü? Bu eşyanın tabiatına aykırı. Dolayısıyla benmerkezciliği sağ kalım için olmazsa olmaz kabul etmek durumundayız. Fakat işlerin çetrefilli hale geldiği bir nokta var: toplumsallık.
İnsan toplumsal bir hayvan olması nedeniyle, kendi için kendinden feragat etmek, benmerkezciliğini törpülemek zorunda. Benmerkezciliği ve bencilliği kötü görme nedenimiz, sosyal varlıklar olmamız, kendi varlığımızı devam ettirmek için kendi dışımızdaki varlıkları da gözetmek zorunda olmamız. Başka bir deyişle; kendi sağ kalımımız için kendimiz olmayanlara ihtiyaç duymamız, bencilliğimizi törpülüyor.
Zaten sosyallik de bu demek.
Peki, benmerkezcilikten nereye kadar feragat edilebilir? Aslında sosyolojik olarak bunun bir sınırı yok. Benlikten vazgeçmek demek olan diğerkâmlığın, ahlaken yüce görülen bir değer olmasının nedeni, bazı durumlarda topluluğun bekâsı için bireyin feda edilmesinin gerekmesi. Türün sağ kalımı adına! (Burada lütfen He-Man’i hatırlayın, “ Gölgelerin gücü adına! ”) Toplumu için kendini feda edenlerin, muhtelif kültürlerde şehitlik payesi alması ve dünyevi ya da uhrevi olarak onurlandırılması türün sağ kalımına hizmet ediyor. Bireyin sağ kalımını temin eden benmerkezcilik, ancak toplumun sağ kalımı için feda edilebiliyor.
Ne dersiniz? Sağ kalmamak/ölmek bile sağ kalım için var gibi görünmüyor mu?
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Bir Çocuğun Dilinden Sosyomerkezcilik: İsviçreliler Daima En İyidir, Çünkü Ben İsviçreliyim!