beraberce Güz Akademisi üçüncü haftasında “Hafıza ve Göçlerin Mekânı Olarak Kent” tartışıldı

beraberce Derneği ’nin beraberalan kapsamında düzenlediği beraberce Güz Akademisi 23 Ekim-27 Kasım tarihleri arasında her Salı akşamı saat 18.30-21.00 saatleri arasında Taksim’de bulunan Goethe Enstitüsü ’nde düzenleniyor. “Mekân/Diyalog/Hatırlama” başlığıyla gerçekleşen Güz Akademisi’nin üçüncü haftasında “Hafıza ve Göçlerin Mekânı Olarak Kent” tartışıldı.

beraberce Derneği direktörü Ayşe Öktem ’in moderatörlüğünde gerçekleşen atölyenin bu haftaki konuşmacı katılımcıları, AGOS gazetesi Ermenice editörü Pakrat Estukyan ile Kadın Kadına Mülteci Mutfağı’ ndan Mariam Hamud oldu.

beraberce Derneği direktörü Ayşe Öktem katılımcılarla birlikte kısa bir oyun canlandırdıktan sonra şunları kaydetti: “Bu küçük oyun vasıtasıyla İstanbul’un aslında bir göç kenti olduğunu gördük. İstanbul’un dışından gelenlerin İstanbul’u İstanbul yaptığını gördük. Ben doğduğumda İstanbul’un nüfusu 3 milyondu. Ama şimdi yaşadığım Kadıköy’ün nüfusu 3 milyon. Babam doğduğunda İstanbul’un nüfusu 1 milyondu. Şu anda böyle bir İstanbul’da yaşıyoruz. Nüfusu 20 milyona yaklaşmış bir İstanbul… Bu aslında çok iyi bir şey. İstanbul’da yaşayıp İstanbul’un bu farklı ve zengin kimliklerinden rahatsız olanlar İstanbul’un bu kimlikler sayesinde bu kadar güzel bir şehir olduğunu bilmiyorlar. ‘Nerden geldi bunlar?’ diyenler bunun farkında değiller. Bu şehir farklılıklarıyla zenginleşip güzelleşti. Onun için daha çok Suriyeli gelmeli. Onun için dışarıdan daha çok göç almalı.”

AGOS gazetesi Ermenice editörü Pakrat Estukyan ise “İstanbul’da Mülteci Mekânı Olarak Hanlar” başlığıyla yaptığı konuşmada Türkiye’deki yabancı düşmanlığının, ırkçılığının farklı dışavurumunun tanıklığına değindi ve şunları kaydetti: “Ancak durumlar Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri açısından da farklı değil. Orada yeni tanımıyla popülist, geleneksel adlandırmayla faşist hükümetler, toplumların yabancı düşmanlığını siyasi bir ranta dönüştürme çabasındalar. Ayrıştırıcı söylemler küçük sokak çetelerinin mülteci karşıtı eylemlerine meşruluk kazandırıyor. Kıta Avrupası’nda belki de bu durumdan en az etkilenenler ise kuzey ülkeleri…”

Estukyan, devamla İstanbul’daki göç olgusuna değinerek “Öncelikle İstanbul’un tarihi boyunca göç alan bir kent olduğunu belirtmekte yarar var. Sonuçta, Osmanlıdan önce de İstanbul, nam-ı diğer Konstantinopolis, Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentiydi. Payitaht olmanın yol açtığı çekim sayesinde döneminin kalabalık bu kenti, kaçınılmaz olarak kozmopolit bir nüfus barındırıyordu. Ancak bu kozmopolit nüfus eğer kentin yerlisi olacaksa bir şekilde kentin değer yargılarına da uyum sağlıyordu. Şehrin kısa süreli ziyaretçileri ya tüccarlar ya gezginler ya da bir dönem buradaki manastırlarda eğitim almaya gelen keşişler oluyordu çoğunlukla. Bunlara, diplomatik amaçlarla gelenleri de eklemeliyiz. Sonuçta Bizans İmparatorluğu döneminde Konstantinopolis’in yerlilerini oluşturan Rumlar dışında Cenevizliler, anayurtları Filistin’den kovulduktan sonra yurtsuz yaşayan Yahudiler ve Hindistan’ın kuzeyinden tüm dünyaya yayılmış olan Çingeneler dışında şehirde koloni oluşturabilecek sayıda yabancı yoktur.”

Pakrat Estukyan, İstanbul’un ticari ve üretim merkezleri olan hanlarına değinerek şunları ifade etti: “Buralarda sayısız atölyeler ve o atölyede üretim yapan zanaatkârlar veya işçiler, hanların bu kullanım şeklini günümüze kadar taşıdılar. Yazar Karin Karakaşlı, mimar Zakarya Mildanoğlu ve fotoğrafçı Berge Arabian’la Agos gazetesi için yaptığımız hanları konu alan gezilerimizde bu özelliklerin günümüzde de canlılıklarını nasıl koruduklarına tanık olduk. Şu notu düşmek gerekir ki bekâr odalarından bahsettiğimiz dönemde İstanbul’daki yapılaşma şimdilerde olduğu gibi apartmanlaşma düzleminde değildi. Müstakil evlerin olduğu dönemde dışarıdan gelenlerin kiralık yer bulma şansı yok denecek kadar azdı. O yüzden de han odaları bu çok önemli gereksinimi karşıladılar. İçinde yaşadığımız zaman diliminde ise benzer şartlarda İstanbul’a gelenler şehrin çeperlerinde veya tarihî yarımadanın Kumkapı, Samatya gibi eski mahallelerinde gruplar halinde ev kiralama şansına sahipler. Mal sahipleri de daha yüksek kira alabildikleri bu insanları tercih ediyor. Fakat bu şartlar içinde dahi kimi han benzeri yapıların günümüzde de sığınmacılar, kayıt dışı çalışan gurbetçiler tarafından ikametgâh olarak kullanıldığına tanık oluyoruz.”

Kadın Kadına Mülteci Mutfağı ’ndan programa katılan konuşmacı Mariam Hamud Suriye’den Türkiye’ye gelişinin zorlu süreçlerine değinerek şunları kaydetti: “Çatışmalı bir coğrafyadan kaçarak Türkiye’ye geldik. Ailemle birlikte Türkiye’ye yerleşip iş aramaya başladık. Bu süreçte 4 çocuğum yurt dışına çıktı. Dördü de 18 yaşın altındaydı. Biz de ailemle İstanbul’un Okmeydanı semtine yerleşip burada komşuluk ilişkileriyle bir süre hayatımızı idame ettirdik. Daha sonra çevremizde tanıştığımız Suriyelilerle beraber Okmeydanı’nda faaliyet gösteren Ok-Der üzerinden bir şeyler yapmak istedik. Bir süre “Neler yapabiliriz?” diye düşündük. Sonra Kadın Kadına Mülteci Mutfağı’ nı açtık ve bir yıldır işletiyoruz. Şu anda kurduğumuz mutfaktan 6 kadın sorumlu ama 17 kadın çalışanı var. Genelde menümüzde Suriye’ye özgü yemekler var. Ayva, patlıcan, kabak ve erik gibi meyvelerden çeşit çeşit reçeller de yapıyoruz. Hazırladığımız reçelleri pazar yerlerinde satıyoruz.

Mutfağımızda küçük bir oyun alanı var. Çocuklarıyla beraber gelen mutfak çalışanları hem çocuklarına bakabiliyorlar hem de kendi mutfak işlerini yapabiliyorlar. Onun dışında haftada bir toplanıp sorunlarımızı konuşuyoruz. Varsa bir sorunumuz onu hep birlikte çözmeye çalışıyoruz.

Okmeydanı sakinleri ve komşularımızın yoğun ilgilerinden dolayı mutfağı sorunsuz bir şekilde işletiyoruz, şimdilik. İstanbul’da yaşadığımız semtte şimdiye kadar bir göçmen düşmanlığıyla karşılaşmadık. Bunda komşularımızın payı var, tabii. Komşuluk ilişkilerimiz sayesinde çok güzel bir dayanışma örüyoruz.

Tabii, şöyle düşünenler de var: ‘Bunlar geldiler yerimizi aldılar, Türkiye devleti Suriyelilere bakıyor.’ Ama ben bir Suriyeli olarak devletten doğrudan hiçbir yardım görmedim. Konuşmamın başında da söylemiştim, 18 yaşın altında olan çocuklarım Almanya’ya gittiler. Çünkü burada onların emeklerini sömürüyorlardı, maaşlarını alamıyorlardı. Onları Almanya’ya göndermek zorunda kaldım. Çocuklarım da öyle ağır koşullarda çalışabilecek çocuklar değildi. Öğrenciydiler ve hep okuyorlardı. Şu anda üç çocuğumla yaşıyorum. Biri hasta çalışamıyor, biri çalışıyor, bir kızım da İmam Hatip Lisesi’nde okuyor. Biz buradayız ve Kadın Kadına Mülteci Mutfağı daha çok tanınsın istiyoruz.”

Haber: Dara Demiralp / Beraber Haber