Bilinç, zihindeki bilgilerin berrak bir şekilde izlenme süreci ya da daha yaygın tanımıyla, farkındalık algısı olarak tarif ediliyor ama bu iki tanımın da en azından kategorik sorunları var. Her şeyden önce bilinç bir algı türü ya da bir süreç değil. Çoğu kimsenin zannettiğinin aksine, insanın salt “ayık” olma hali ise hiç değil. Birinin bilincinin açık olması o kişinin duyularındaki mekanik hareketlilikten çok, duyular aracılığıyla gelen verileri kategorik olarak tanımlayabilmesi, mesela bir insanla kedi arasındaki farkı ayırt edebilmesi demektir. Yoksa biri uyanık olduğu halde dış dünyadaki farklılıkları algılayamıyorsa (ki etrafımızda her daim bir yığın böyle ayık insan var) o hâlâ şuursuzdur.
Daha kapsayıcı bir yerden bakarsak bilincin bilgi parçacıklarından oluşan bir tür zihinsel örüntü olduğunu anlayabiliriz. Farkındalıktan çok zihinsel kavrama etkinliğiyle ilgili, yaşamın içinde yavaş yavaş kazanılmış bir tür beceri… Başka bir tarifle, insanın zihninde zamanla inşa ettiği bir tür bilgi işlem merkezi…
Bilinç oluşumunu, yıldızların oluşumuna benzetmek de mümkün. Nasıl ki evrende avare gezen toz bulutları kütle çekim kanunu gereği bir araya gelip yıldızları oluşturuyorsa, zihin evrenimizde savrulup duran bilgi parçacıkları da bir tür kütle çekimiyle bir araya gelip bir yığın bilinç kümesi oluşturur.
İnsanın bir konuda yıllar boyunca edindiği bilgiler bir aşamadan sonra o insanın zihninde galaksi misali bir bilinç alanı var eder. Bu bakımdan bilinç; yaşam, ölüm, mutluluk, mutsuzluk, sanat, edebiyat, siyaset ya da her ne varsa yaşamın içinde, bir alanla ilgili topladığımız bilgi parçacıklarının zamanla oluşturduğu kavrama alanıdır. Bu alanın temel amacı da insanın öğrendiği her yeni bilginin anlam kazanabileceği bir platform oluşturmak. Ve bu alan olmaksızın insanın öğrendiği hiçbir bilgi, onun için bir “bütün” olarak anlaşılır değildir.
Mesela hak, hukuk ya da demokrasiyle ilgili zihninde bir örüntü oluşturmamış, dolayısıyla toplum bilinci olmayan birine siz ne kadar bilgi verirseniz verin, o bilgiler hiçbir zaman işe yaramayacak, bir anlamaya dönüşmeyecektir. Ya da edebiyat bilinci olmayan birinin romanlardan pek fazla tat alamayacağı gibi, fizik bilinci olmayan biri de yuvarlak bir gezegende nasıl olup da düşmeden ayakta durabildiğini anlamayacaktır.
Aynı sorun eğitimde de geçerli. Eğer bir çocukta matematik bilinci oluşturmadan matematiksel bilgilerden bahsederseniz, havanda su dövüyorsunuz demektir. Ya da edebiyat bilinci oluşturmadan ondan şiir okumasını isterseniz, bu yaptığınız en hafif tabiriyle o çocuğa eziyettir. Bu bağlamda okulların amacı çocuklara bilgi yüklemekten çok olabildiğince farklı konularda bilinç oluşturmak olmalıdır.
Bu durum toplumlar için de farklı değil. Mesela bizim gibi toplumlarda felsefi olan hiçbir şeyin doğru dürüst algılanmamasının nedeni bu tür bilgilerin fazla karmaşık olması ya da pratik yaşamdan kopukluğu değil, felsefe bilincinin gelişmemiş ülkelerde en nadir görülen bilinç türü olmasıdır.
Siyasi ahlakla ilgili toplumsal yozlaşmanın nedeni de bu konudaki bilgi azlığı değil. Hatta diyebiliriz ki bu işin erbaplarının, yani siyasi ahlak tüccarlarının bu dönemde insanlara sunduğu bilgi arzı, tarihte hiç görülmediği kadar fazla. Ama bir toplumda siyasi bilinç yeterli değilse eğer, hırsızlığın kötü olduğu bilgisi bile zihinde kendine tutunacak bir dal bulamaz.
Kısacası insan için öncelikli ihtiyaç bilgi değil bilinçtir. Son dönemlerde, özellikle de internet devrinde “bilgi erişim kolaylığı” ya da “bilgi bolluğu” gibi söylemlere kesinlikle aldırmamak gerekir. Bilgi her devirde boldur. Toplumları birbirinden farklılaştıran ise, bilgiyi faydaya dönüştürme becerileridir ve bu beceri sadece ve sadece eğitim sistemini bilinç merkezli yapmakla mümkündür. Soyutlama gibi en temel beceriler için eğitim sistemi aracılığıyla çocukların zihninde yeni bilinçler oluşturmak gerekir.