İçinde bulunduğu ve giriştiği her türlü projeyle başarılar kazanan, herkesin tanıdığı ve adından sıkça söz ettiren bir isim Ebru Cündübeyoğlu. Oyuncu, yazar, senarist ve şarkıcı. Fakat Ebru Hanım ile yaptığımız bu röportaj medyada fazla gündeme gelmeyen bir yönünü yansıtıyor. Kendisi bir dislektik ve bu yönünü keşfetme süreci de oldukça enteresan. Gelin, yaşadıklarına ve kendini geliştirme yolculuğuna, bu keyifli söyleşi ile eşlik edelim.
A.G: Dislektik olduğunuzu nasıl ve ne zaman öğrendiniz?
E.C: 40 yaşımın bana hediyesiydi dislektik olduğumu fark etmem. Ben beyin ve beyin sistemleriyle, yani nörobilimle senelerdir ilgiliyim. Bu konularla alakalı pek çok kitap evirdim devirdim. Yine bir gece beynin çalışma sistemi, hafızası ve öğrenme tarzıyla ilgili araştırma yaparken disleksiyle karşılaştım ve okudukça “ Aa ben meğerse dislektikmişim! ” dedim.
A.G: Bu konuyu ilk kez bir tedx konuşmasında anlatmıştınız değil mi?
E.C: Evet. Tam o sıralarda bana tedx‘ten bir teklif geldi ve ben de konuşmayı yeni keşfettiğim ve bilinmeyen bu yönüm hakkında yapma kararı aldım. Araştırdığım ve yaşadığım şeyleri de derleyip anlattım. Ondan sonra bu konu büyük ses getirdi. Şu ana kadar yaptığım onca işin içinde, gerçekten iyi ki yapmışım dediklerimden biri oldu bu konuşma. Çünkü çok güzel bir getirisi ve geri dönüşü oldu. İnsanların disleksiye bakış açıları değişti ve pek çok çocuğun hayatına ufacık bir yerinden de olsa dokunabildiğimi hissettim. En güzel katkılarından biri de bu tedx konuşmamı okullarda öğrencilere ve ailelere dinletmeleri oldu. Bunun üzerine beyin ve beyin sistemleriyle ilgili bilgimi çoğaltıp kendimi geliştirdikçe, konuştuklarımın arkasında daha dik durabildiğimi, konuyu daha detaylı izah edebildiğimi fark ettim.
A.G: Beynin çalışma sistemine meraklısınız, peki merakınızın nörobilime yönelme sürecini de anlatır mısınız?
E.C: Birkaç senaryo ve romanım Ferda’nın yazım sürecinde yaratıcılığın ortaya çıkışıyla, beynin düşünme şekli, olayları yorumlama biçimi ve hafıza sisteminin yani beynin işleyişinin yakından ilişkili olduğunu fark ettim. Bu farkındalıkla oluşan sorularıma cevap ararken kendimi nörobilimin kapısında buldum. Bana göre nörobilim de oldukça cazip bir alan ve bu bilgileri herkesin öğrenmesi gerek. “ Çünkü aslında beyinlerimiz kadar hayatlarımız var. Nasıl bir beyin sistemimiz, yapımız ve çalıştırma tarzımız varsa, hayatlarımızın da o yönde geliştiğine ve ilerlediğine inanıyorum ”.
Bugün araba kullanabilmek için önce eğitim alıp sonrasında ehliyet sahibi olmamız gerekiyorsa, hayatımızı yönlendirirken kullandığımız beynimizin de işleyişini anlamamız ve çözmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. O yüzden nörobilimle ilgili çalışmalar yapan Prof. Sinan Canan’ın Açıkbeyin bünyesindeki eğitimlerine ve Uzm. Dr. Timur Yılmaz’ın eğitimlerine katıldım. Ve bu tarz eğitimlere elimden geldiğince de katılmaya çalışıyorum.
A.G: İnsanların disleksiye yaklaşımlarını ve bu konu hakkındaki söylemlerini nasıl buluyorsunuz?
E.C: “Özel öğrenim güçlüğü” olarak anılıyor bazı yerlerde, çok karşıyım bu tabire. “ Çünkü bu bir güçlük değil, bir öğrenme farklılığı ” ve bu yakıştırmanın değişmesi için elimden gelen her türlü çabayı gösteriyorum. Disleksi bir hastalık değil ve herkeste olabilen bir durum, sadece yüzdeleri değişken. Nasıl ki parmak izimiz herkesten farklı ve eşi benzeri yok, beyinlerimizin yapısı, öğrenme kapasitesi ve neyi nasıl nereden öğrendiğimiz de farklı. Dolayısıyla elbette ki değişik şekillerde kavrıyoruz.
A.G: Peki sizce eğitim sistemimiz, dislektikler için doğru kurgulanmış durumda mı?
E.C: Bazı aileler çocuklarına disleksi teşhisi konulduğunda panik oluyorlar. Aslında buna teşhis demek de bana pek doğru gelmiyor. Çünkü, bu söylemin sebebinin aslında eğitim sistemi olduğunu düşünüyorum. Sadece sol beyin ağırlıklı bir eğitim sistemi yerine hem sağ hem solun eşit çalıştırıldığı; görsel, dokunsal, işitsel becerilerin hepsinin harmanlanıp kullanıldığı bir eğitim sistemi hayata geçtiğinde zaten disleksi hiç konuşulmayacak. Kim disleksiymiş kim değilmiş, bunun lafı bile edilmeyecek.
Çünkü hepimizin beyni aynı şekilde algılamıyor anlatılanları. Sayısalı kuvvetli olanı var, sözeli kuvvetli olanı var, hikâyeyle öğreneni var, hayalinde canlandırarak kavrayanı var, belki sadece çizgi ve şekillerle çözüme ulaşanı var. Anlatımı kısır ve tekdüze değil yelpaze gibi genişletebilmek; sınırsız olmak gerekiyor. İnsanlık ancak bu sınırsız düşünme tarzıyla olduğundan daha üst bir seviyeye gelebilir. Yaratıcı olduğumuz sürece fayda sağlayabiliriz insanlara. Ben de bildiğim ne varsa anlatmak için çabalıyorum soran olduğunda.
A.G: Dislektik olan piyano öğrencilerimde müziğin ve enstrüman öğrenmenin, kavrama şekillerine çok katkı sağladığını görüyorum. Sadece piyano dersi için değil, diğer ders başarılarını da olumlu yönde etkiliyor, özellikle matematiği. Siz müzik ve disleksi arasındaki bu bağı nasıl buluyorsunuz?
E.C: Üstüne basarak bahsettiğim konulardan biri de tam olarak bu. Müzik ve matematiğin eğitim hayatında eşit algılanması gerektiği. İkisini de ayrı ayrı terazinin kefelerine koysak dengede dururlar. O yüzden matematiği anlamak için biraz müzik, müziği anlamak için de biraz matematik bilmek gerekiyor. Ve hâlâ algılayamadığım ve anlayamadığım şeylerden biri de eğitim hayatımızda ve akademik kariyerlerimizde, neden müziğin matematik kadar önemli olmadığı.
Şu an bu konuştuklarımız bazı insanlara ütopik geliyor biliyorum, çünkü müzik derslerinde bile çocuklara test çözdürüp ders çalıştırıyorlar. Bu çok büyük bir yanlış. Çünkü ikisi de aynı yere hizmet ediyor; anlayış o larak da öğrenme şekli olarak da. Zaten matematiğe aslında vuruşlarla, müziği kullanarak başlamak lazım diye düşünüyorum. Bu konuyu birebir damdan düşercesine öğrendiğim için, çokça inceleyip araştırdıktan sonra bu bağlantıyı çözdüm.
A.G: Eğitim hayatınız boyunca zorluk yaşadığınız alanlar oldu mu?
E.C: Elbette oldu. Herkes eşit derecede öğrenmiyor. Bazen sizin öğrenme ve kavrama tarzınız farklı olduğu için ve sizin tarzınızda anlatmadıkları için, öğrenmekte zorluk yaşayabiliyorsunuz. Bu zaten olayın ilk aşamasında önemli, sonrasında kendi öğrenme tarzımın ne olduğunu anlayıp, konuları anlayabileceğim şekilde öğrenmeye geçince, benim için problem çözüldü ve notlarım çok yükseldi. Çünkü disleksi bir şeyi anlama engeli değil, anlama tarzı farklılığı sadece, bu çok karıştırılıyor. Mesela benim matematiğim iyi değildi ama üniversiteyi çok yüksek bir matematik puanıyla kazandım. Konuları anlama ve kavrama yollarımı keşfedince daha kolay ilerlemeye başladım.
A.G: Evet toplumda bazen fazla bilgi sahibi olmamanın da etkisiyle böyle bir yaklaşım oluşabiliyor. Bir konuyu kavramakta zorluk çeken herkesin disleksi olduğu zannediliyor.
E.C: Beynimiz de parmak izimiz gibi özel ve eşsiz olduğu için algılanan şeyler birbirinden farklı olabiliyor. Bazı şeylere kafamız basar iyi yaparız fakat bazılarına basmaz. Aynı matematikte iyi olup sözelde kötü ya da sözelde iyi olup matematikte kötü olanlar gibi. Bu her insan için farklı ve değişkendir. Bazı konuları kolayca anlayamayabilirsiniz, bu dislektik olduğunuzu göstermez. En çok bununla karıştırılıyor. “ Aa anlamadı disleksi mi acaba?” Hayır, bu böyle bir şey değil.
A.G: Disleksi ve zekâ düşüklüğü arasında bağlantı olduğu zannediliyor genelde. Dislektik olan birinin kavrama yeteneğinin olamayacağını sanıyor insanlar. Siz de rastlamışsınızdır bu tür yorumlara mutlaka, ne düşünüyorsunuz?
E.C: Şunun artık net olarak bilinmesi gerekiyor; disleksinin zekâ düşüklüğüyle bir bağlantısı yok. O tamamen farklı bir durum. Çoğu dislektik farklı bir yolu kullanmayı keşfederek yaratıcı yönlerini sürekli geliştirdikleri için, üstün zekâlı kategorisine bile girebiliyorlar. Zaten disleksi olmak belli bir seviyenin üzerinde zekâya sahip olmayı gerektiriyor.
Ayırt edilmesi gereken diğer önemli nokta da tembellikle disleksi farkı. “Ben bu konuyu hiç sevmiyorum, çok üşeniyorum, yapmak istemiyorum, zor geliyor” bunlar tembellik. “Disleksiyim o yüzden anlamıyorum, disleksiyim yapamıyorum, disleksiyim bilemiyorum” bunlar kesinlikle disleksinin cümleleri değil. Sıklıkla birbirine karıştırılıyor.
A.G: Dislektiklerin değişik yöntemlerle öğrenmeleri ve kavrama tarzındaki farklılıklar biraz zor anlaşılıyor toplumda, hatta okullarda. Siz de bu durumu anlatmada sıkıntı yaşadınız mı?
E.C: Ben bunu şu şekilde anlatıyorum. Mesela, büyük bir çoğunluk sağ eliyle yazıyor ve çoğu araç gereç ve anlayış da buna göre ayarlanmış ama solaklar da var. Eskiden sol eliyle yazanların ellerine cetvelle vurup vurup kalemi sağ eline almalarını isterlerdi ve zorlarlardı. İşte disleksi de bu sağ-sol mevzusunun öğrenme tarzındaki karşılığı. Sadece sağ eliyle yazabilenlerin, sol elini kullanmak zorunda kaldığında yaşadığı/yaşayacağı sıkıntı gibi sadece.
A.G: Yaşanan bu sıkıntılar da dislektiklerin kendini gösterdiği ve yeteneklerini keşfettiği kapılar açıyor ama değil mi?
E.C: Aynen öyle! Şimdi mesela artık solaklara göre bir sürü alet edevat var, istedikleri gibi kullanabiliyorlar. Ve doğal olarak birçok ekipmanı, makas ya da gitarı yine solaklar icat ediyor; mecburen yaratıcı oluyorlar. Futbolcuysa mesela, genellikle sağ ayağını kullanıyorsa çok çalışarak sol ayağını da kullanmayı başaran ayrıca sivriliyor.
İnsanlar bir yerde sıkıştıklarında ve onu çözmek için adım attıklarında, yaratıcı özellikleri daha fazla ortaya çıkıyor ve o yüzden biraz daha kıymetli oluyorlar. Çünkü onların yeni icatlar ve hayatı kolaylaştıracak yöntemler bulmak için sebepleri daha fazla. Tıpkı dislektikler gibi. Bir şeyi öğrenebilmek için mecburen daha farklı yöntemler keşfediyorlar. Zorluklarla baş etme becerisine daha erken başladıkları için çözümleri daha çabuk öğreniyorlar. Sorun çıktıkça çözüm geliyor. Hayat bazen anlayış tarzını ve bakış açısını değiştirdiğinde, bir sürü yenilik ve hediye getirebiliyor . Zaten renkli ve cazip olan kısmı da burada başlıyor işte .
A.G: Peki, sizin öğrenmekte zorluk yaşadığınız bir konuyu kolaylaştırarak üstesinden gelebilmek için kendinizce bulduğunuz metotlara örnek verir misiniz?
E.C: Mesela ben hikâyelendirmeyi seviyorum ve yazıyorum aynı zamanda. Hem yazmayı sevdiğim için hem de işim bu olduğu için bu yöne daha yatkınım. Açıkbeyinde aldığım nörobilim derslerinden bir tanesinde, Prof. Sinan Canan’dan Aksiyon Potansiyeli adında bir konu öğrendik. Kendisi “Aksiyon potansiyeli çok karışık bir konudur ve kavraması zaman alabilir.” demişti. Ben de bu konuyu daha rahat kavrayabilmek adına ve aklımda kalması için bir aksiyon filmi gibi hayal ettim anlatılanları. Bu filmin içindeki potasyumlar filmin oyuncuları olarak giriyorlar, derken başrol oyuncuları olan sodyumlar geliyor, sodyumlar gelince potasyumlar sodyumlara yerlerini verip kapıdan çıkıyorlar … gibi kendimce hayalimde bu şekilde canlandırdığım için benim bunu unutmam mümkün değil. Kaç yaşıma gelirsem geleyim kendi tarzımda kavradığım bu karışık konuyu hatırlarım. Başka bir örnek vereyim: Mesela limbik sistemde ön frontal lobun anlatıldığı konuda hep bir gölge oyunu hayal ettim. Limbik sistem Karagöz oldu benim için, daha basit, daha duygusal, içinden geldiği gibi hiç düşünmeden hareket eden biri. Ön frontal lobu da Hacivat olarak düşündüm: “ Dur Karagözüüüm, öyle deme Karagözüüüm, böyle yapalım efendim” diyerek daha sakin davranan biri olarak. Bana bu şekilde daha kolay ve eğlenceli geldiği için bu yöntemi kullanıyorum, bazısı için ezber daha kolaydır ve ezberleyerek öğrenir. Önemli olan doğru yöntemi keşfetmek.
A.G: Son olarak sizin gibi disleksinin hem artılarını hem eksilerini yaşamış gençlere, çocuklara ne söylemek istersiniz?
E.C: Düşündüklerini dile getirirken rahat olmalarını ve genele uymayan farklılıklarının arkasında cesurca durmalarını söylemek isterim. Bazen “çocukça davranma” ya da “çok hayalperestsin” deriz. Bilimkurgu ya da fantezi türünde yazanları, uçuk kaçık konuşanları, bazı konuları daha çocuksu ve hayalperestçe düşünen insanları, gerçekçi olmadıkları için biraz yadırgarız ve düşük puan veririz. Onların daha fazla yükselmesi ve bilinmesi gerekiyor. Böyle insanları kaybetmemeliyiz.
Büyüdükçe, eğitim hayatına girdikçe insanların bakış açılarının nasıl daraldığını ve tekdüzeleştiğini anlatan güzel bir çalışma var: Bir yuvarlak çizip ortasına nokta koydukları bir şekli küçük çocuklara gösteriyorlar. Çeşit çeşit benzetme çıkıyor hepsinden. Kimisi Meksika şapkalı oturan bir adama benzetiyor, kimisi dondurmanın üzerindeki çikolataya benzetiyor. Aynı çocuklar eğitim hayatına başladıktan sonra aynı şekli yeniden gördüklerinde, bu kez “ Bir çemberin ortasında nokta” şeklinde tanımlıyorlar. İşte biz o şekli çemberin ortasındaki nokta olarak yorumlamaya giderken, hayalci kısımlarımızı unutmamalıyız. Hayal kurun derim ben. Hayal kurmaktan, farklı şeyler düşünmekten sakın ödün vermeyin .