“Bu Ülke Hepimizin!”

Aksakal; “Koskoca Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk milleti, kutuplaştırılmış bir siyasi tablodan sağlıklı gelecek beklentisi içinde ömür tüketemez.”

Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Önder Aksakal, gerçekleştirdiği basın toplantısında yaşanan gelişmeleri, ülke ve dünya gündemini değerlendirdi.

Aksakal açıklamasında;

Değerli basın mensupları, saygıdeğer arkadaşlarım,

“Dünya’da Covid-19 salgınıyla mücadelenin şartları ve derecesi her geçen gün daha bir sıkılaştırılıyor.

Kışın zorlu koşullarının kendisini biraz daha fazla hissettirmesi, günlük vaka ve vefat sayılarında anlamlı bir gerilemenin sağlanamayışı elbette var olan kaygıların da artmasına sebebiyet veriyor.

Biz, olası ağır koşulların da hesaba katılarak öncelikle toplumsal yaşam alanlarında uygulanmak üzere bir takım ek tedbirlerin alınması halinde büyük yararlar sağlanacağı görüşümüzle birlikte öncelikle yurttaşlarımızın bireysel çaba sarf etmesini mutlak zorunluluk olarak görüyoruz.

Dolayısıyla, iki doz aşılarını mutlaka yaptırmalarının yanında, mümkün mertebe maske, mesafe, temizlik kuralını gevşetmeden uygulamalarını bir kez daha hatırlatıyoruz.

Değerli, basın mensupları,

Bugün 25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele günü.

Hemen her gün bir ya da birkaç, “kadına şiddet” haberinin yer aldığı ya darp edildikleri ya da öldürüldükleri garip bir dünyada yaşıyoruz.

Şiddetin her türlüsü hiçbir canlı için kabul edilemez.

Eğitimsizlik ve yoksulluk sebep, şiddet sonuçsa o halde bu sonucu değiştirecek girişimler “ama”sız, “fakat”sız derhal başlatılmalı ve bu cinnet hali ortadan kaldırılmalıdır.

Kadına ve dahası her türlü canlıya karşı şiddeti bir kez daha en güçlü şekilde kınıyorum, şiddeti yaratan koşulların bir an önce ortadan kaldırılması için sivil toplumun ve siyaset kurumunun ortak davranış sergilemelerini diliyorum.

Eğitim ve öğretimin önemine dair yeri ve zamanı geldiğinde birçok kez görüş ve düşüncelerimizi sizlerle, ya da buluştuğumuz toplum kesimleriyle paylaştık, paylaşıyoruz.

Ancak bu kez konuya biraz daha farklı bir açıdan, farklı bir perspektiften yaklaşmak isterim.

Dün, başta biz siyasiler olmak üzere eli klavye tutan herkes övgü dolu sözler sarf ederek, beylik cümleler kurgulayarak, hamasi vaatlerle Öğretmenler Günü kutlaması yaptı.

Elbette senede bir gün de olsa öğretmenlerimizin hatırlanması önemli sayılabilir. Fakat, şu soruyu öncelikle kendimize sorma mecburiyetimizin olduğunu düşünüyorum.

Kaliteli eğitim olarak adlandırdığımız sistematiği yaratamadığımız sürece yapılan bu açıklamaların “Samimiyet Dersi” sınavından sıfır alacağı konusunda hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Mesleki ve insani yaşam koşulları yoksulluk sınırının altında olan bir ekonomik düzeye sahip meslek gurubundan dünyanın gelişmiş ülkelerinde elde edilen olumlu sonuçları yaratmasını beklemek, kötü niyet değilse bile en hafif deyimiyle saflık ve öngörüsüzlüktür. Karşılığı ise, ancak onlara sağlanan ekonomik ve sosyal olanakların düzeyi kadar olacaktır.

Buradan bir kez daha gelecek kuşaklarımızı emanet ettiğimiz öğretmenlerimizin Öğretmenler Gününü en içten duygularımla kutluyorum, iktidar tarafından kendilerine taahhüt edilen başta 3600 ek gösterge olmak üzere insanca yaşam koşullarının bir an önce sağlanmasını bekliyorum.

Bütün bunların yanında pandemi koşullarında oldukça zorlu bir dönemi yaşamak zorunda kalan çocuklarımızın sağlıklı ve kaliteli bir eğitim almasının ön koşulunun yeterli Öğretmen kadrosuna bağlı olduğu gerçeğinden hareketle, atama bekleyen yarım milyona yakın Öğretmenin en kısa zamanda atanarak sisteme dahil edilmesinin zorunluluğu da göz ardı edilmemelidir.

Ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntılar elbette tek başına Eğitim, tek başına Sağlık, tek başına herhangi diğer bir konu olmadığı, esasen kökeninde yanlış ekonomi politikaların yer aldığını artık herkes kabul etmelidir.

Zira üretimin olmadığı yerde kazanç olmaz, kazancın olmadığı yerde yaşam borçla sürdürülür, borcu zamanında ödeyebilmek için ihtiyaç duyulan şey çalışmaktır ve kısacası sonuç olarak konu döner dolaşır üretime gelir!

Türkiye milli üretim politikalarına ivedilikle ve kararlı bir duruşla geri dönmelidir.

Sorunların büyüklüğü karşısında yaşanılacak çaresizlik ve bir yılgınlık görüntüsü çözümü geciktirecek, tahribatı artıracak, toplumun devlete olan güven duygularını örseleyecektir.

Bugün yaşananlar son bir haftada meydana gelen gelişmelerin bir sonucu değildir. Çok uzun bir süredir devam eden yanlış ekonomi politikaların ve geçmişten bugüne gelen yanlış bölgesel politikaların eseridir.

Komplekslerden ve saplantılardan sıyrılarak bazı realitelerin varlığını samimi bir yaklaşımla değerlendirme zamanı gelmiştir.

Bu ülke hepimizin!

Sayın Cumhurbaşkanı tarafından, öngördüğü sayıda sorumsuz Bakan marifetiyle yönetilen devlet işleyişinin artık tıkandığının, birileri tarafından yüksek sesle dile getirilmesi mecburiyeti vardır.

Koskoca Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk milleti, kutuplaştırılmış bir siyasi tablodan sağlıklı gelecek beklentisi içinde ömür tüketemez.

Zaman zaman dünyada olduğu gibi bizim de tarihsel geçmişimizde bu gibi buhran dönemleri yaşanagelmiştir.

Ama bu sıkıntılı süreç toplumun tüm kesimlerini aynı ölçüde etki alanına almıştır ve mağdur etmektedir. O zaman sorun ancak elbirliğiyle ve güç birliğiyle aşılabilir.

Seçimlerin zamanında yapılması iradesine demokratik teamüller açısından saygı duymak ve bunu yerleşik hale getirme sorumluluğumuzun önemini teyit etmek zorundayız.

Çözüm olarak “erken seçim, derhal seçim” gibi bir anlayışla da sonuç alınamayacağını en azından Demokratik Sol Parti olarak biz görüyoruz.

Yarın erken seçim yapılsa yerden döviz mi fışkıracak, gökten Türk lirası mı yağacak? Elbette hayır!

Bir gerçek daha vardır ki, yaklaşık 75 yıldır üzerimize kâbus gibi çöken emperyalist boyunduruktan kurtulmadıkça bu travmalar hep yaşanacak, hangi iktidar gelirse gelsin milli konularda istenen tavizlere direndiği her noktada ekonomi ayarlarının bozulması tehdidi ve şantajıyla karşılaşılacaktır.

Esasen, Cumhurbaşkanında bu konuda gerekli ve yeterli yetki mevcuttur. Anayasamıza göre hükümeti Cumhurbaşkanı kurmakta ve devleti yönetme sorumluluğunu bizzat kendisi deruhte etmektedir.

Buradan hareketle seçimlere katılma yeterliliğini elde etmiş siyasi partilerin Genel Başkanlarını hiç zaman kaybetmeden bir masa etrafında toplamalıdır.

Yeni ve sorumluluk üstlenecek bir Kabine ile ülkenin 2023 seçimlerine kazasız bir şekilde götürülmesi gibi tarihi bir görev hayata geçirilmelidir.

Bunu “zafiyet” olarak tarif edenler çıkacaktır, bu gibilere kulaklar kapatılmalı, her zaman herkesin ihtiyaç duyduğunda dillendirdiği gibi “söz konusu vatansa, gerisi teferruattır” anlayışıyla hareket edilmelidir.

Değerli basın mensupları,

Bu vesileyle birkaç önemli önerimizi de sizler aracılığıyla ve tarihe not düşmek adına halkımızla paylaşmayı sorumluluğumuzun bir gereği sayıyorum.

Adalet ve hukukun üstünlüğüne inanan evrensel bir siyaset anlayışı temelinde onarım süreci başlatılmalıdır.

Tarımda endüstriyel üretim gücünü yaratabilmek için acil koduyla tarımsal üretime elverişli tüm alanların çiftçilerimize, hayvancılık sektörüne ve üreticilerimize tahsis edilmesine yönelik kararlar ihdas edilmelidir.

Halkın yaşam ve beslenme güvencesinin sağlanması yanında elbette marka gücüne dayanan katma değer üreten bir sanayi beraberinde gelişecektir.

Eş zamanlı olarak da küresel emperyalist sistemin bölgesel stratejileri kapsamında ülkemiz çıkarlarına ters olan terör yapılarının yok edilmesi olmak üzere üniter yapımıza ve milli güvenliğimize yönelik tüm tehditlere karşı güçlü bir savunma sanayii acilen yaratılmalıdır.

Kısacası ekonomi biliminin kendi doğal kuralları karşısında zorlama teorilerle bir başarı elde edilemeyeceğini anlama zamanı gelmiş, hatta geçmektedir.

Bir de şu “faiz, enflasyon” ilişkisi üzerine herkesin anlayacağı dilden bir şey söylemek gerekirse; “hangisi sebep, hangisi sonuçtur” dan önce şunu çok iyi bilmeliyiz ki, faiz, esasen kendimizin olmayan bir paranın ya da malın kullanma bedelinin adıdır. Nokta! Bu kavramı oraya buraya sündürmenin ne yapanlara ne de ülkeye yararı yoktur.

Onun için çözüm yolu tek! Üretim, üretim, üretim!

Bu bahsi de bir atasözü ile kapatmak gerekirse; şöyle söylemiş atalarımız:

“Varsa pulun, cümle âlem kulun. Yoksa pulun, zulümdür yolun!”

Ekonomide sıkıntılar bu safhada iken, diğer taraftan toplumsal bazı hassasiyetlerin kaşınarak tehlikeli bir sürecin gelişmesine hizmet eden yapıların da varlığına dikkat çekmek isterim.

Buna “yangına körükle gitmek” de denilebilir.

Evet; bugün yaşanan her türlü sonucun sorumlusu 19 yıldır devlet yönetimini elinde bulunduran işbaşındaki AK Parti hükümetidir.

Sorunların özellikle son üç yıl içinde kronik bir hal almasının temelinde, daha çok siyaset kurumunun merkezi sayılması gereken TBMM’nin demokratik işlevselliğinden uzaklaştırılmış olması yatmaktadır.

Oysa Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kadim geçmişine ve geleceğine dair tarihi misyonu olan bir devlettir.

Artık bu gerçeğin devleti yönetenlerce de görülmüş olmasına inanmak istiyorum.

Salt iktidar hırsıyla pusuda beklemek, öncülüğünü Amerika Birleşik Devletleri’nin yaptığı küresel sistemin yıllardır çabaladığı projelerinin nihai hedefine ulaştırılmasına katkı sağlayacak bir duruş muhalefet partilerimizin görevi olamaz.

Kutuplaştırılmış bir toplumsal yapıyla sağlıklı sonuçlar elde edilemeyeceğine dair görüşlerimizi bir kenarda tutarak belirtmeliyim ki, halkı kırk katır mı, kırk satır mı? seçeneği ile karşı karşıya bırakmak esasen bir milli güvenlik sorunudur.

Bugün hepimiz biliyoruz ki, coğrafyamızda yeni bir devlet yapılanması çalışması vardır ve bunun adı “sözde Kürdistan” dır.

Bu amaçla organize edilmiş bir terör örgütü PKK ve bu terör örgütünün siyasi propagandasını yapmak üzere TBMM’nde konuşlandırılmış (bugünkü adıyla) bir HDP vardır.

Yarın adı ne olur bilemem ama bildiğimiz bir husus vardır ki bunlar ABD eliyle de beslenmektedirler.

Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde, asil Türk milletinin tüm fertlerinin canı ve kanı pahasına yeniden vatan yapılmış bu toprakların bölünmesine ve parçalanmasına biz rıza gösteremeyiz, göstermeyeceğiz.

Bugün yaşanan ekonomik saldırıların, 2001 yılından başlayarak 2002 yılı ortalarına kadar dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e yönelik kurgulanan planlardan farklı bir tarafı yoktur.

O gün de Ecevit ABD’nin Irak’ı işgaline ve nihai hedefleri olan “sözde Kürdistan” planına karşı çıkmıştı, bugün de aynı plana karşı kararlı bir duruş ortaya konulmaktadır.

Tüm bu gerçekler ortada iken, başta lâik Cumhuriyetin kuruluş iradesini sahiplenen kesimlerin, geçmişte ve bugün de lâiklikle ve Cumhuriyet rejimiyle sorunlu olan çevrelerle “helalleşme” arayışında olmaları, ülkenin üniter yapısıyla sorunlu olanlarla yol yürüme arzuları anlaşılabilir gibi değildir.

Bugün bu iktidarı “devirmek adına” PKK ile ilişkileri konusunda kendileri bile herhangi bir tereddüt göstermeyen HDP’lileri “terörle ilişkili olduklarını iddia ediyorlar, ben böyle bir şeylerini görmedim” diyebilecek kadar savunmaya kalkmanın makul bir izahı olamayacaktır.

Hiç kimse kusura bakmasın, siyaset bu kadar da ucuz olamaz, ucuzlatılamaz!

İktidarın yanlışları var mıdır? Evet vardır. Bunları ortaya koymak muhalefet partileri olarak bizlerin görevi ve sorumluluğu mudur? Evet, birinci görevimizdir.

O zaman yapılması gereken şey, doğru siyaset, doğru politika ortaya koymak olmalıdır. Bugün PKK terör örgütü elebaşlarıyla terör kaplarında boy boy fotoğrafları, örgüt başının heykelini dikeceklerine dair beyanları sayfalar dolusu gazetelerde televizyonlarda yer aldığı halde bütün bunları “..iddia ediyorlar, ben görmedim” demek eğer ihanetin bir parçası değilse, aymazlığın dik alasıdır.

Terör örgütü elebaşlarının “Helalleşme olacaksa Kürdün öz yönetimi tanınacak. Özerkliği tanınacak.” diyerek kendi politikaları konusundaki tavizsiz duruşları karşısında niteliksiz ve edilgen duruş sergileyen bir muhalefet anlayışına halkın güven duymasını da elbette bekleyemeyiz.

Ama beklediğimiz bir şey var, o da gerçekten kötü yönetilen ve ülke sorunlarının esasen 19 yıldır bu ülkenin yönetimini elinde bulunduran siyasi iktidarın yanlışlarıyla üretildiğine inanan gerçek muhalefet yapısının, yapılan bu saçmalıkları da görmesidir!

Herkesin gördüğünü göremeyen, suçunu saklamayan sanığa vekâletnamesiz Avukatlığa soyunanları sadece biz değil, bütün millet ibretle izliyor.

Değerli basın mensupları,

Tüm bu savrulmalar yaşanırken bir taraftan da çalışanların ve dar gelirlilerin dikkatle bekledikleri Asgari Ücret Tespit Komisyonu çalışmaları devam ediyor.

Sayın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı “erken sonuç alma” beklentisini kamuoyu ile paylaşırken, oluşması muhtemel sonuç konusunda herhangi bir işaret vermekten de özenle imtina etmektedir.

Oysa manzara bellidir ve durum maalesef vahimdir.

Devlet, insanların birikimlerinin nerede ve nasıl saklandığına işaret etmek yerine bu kaynakların etkin şekilde ekonomiye kazandırılması yöntemlerini ortaya koymalıdır.

Asgari Ücret belirlenmesinde hamasi söylemlerden arınıp, Anayasamızın “Vergi ödevi” kenar başlıklı 73. Maddesinde ifade edilen, “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere , mali gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür.” hükmünden hareketle belirlenecek Asgari Ücret, bu anayasal yükümlülüğü şeklen karşılayacak miktarda bir içerikle, insanca ve hakça bir yaşam koşulunu sağlayacak düzeye çıkarılmalıdır.

Geçen hafta biz Demokratik Sol Parti olarak Asgari Ücretin en az 4.090.- Lira olması yönünde bir öneride bulunmuştuk, ancak bugün ekonominin içine düşürüldüğü noktada ciddi bir devaluasyonla karşı karşıya olduğumuz gerçeği de göz önüne alınırsa bu miktarın 4.580.- liradan az olmaması gerekecektir.

Saygıdeğer basın mensupları, değerli arkadaşlar,

Demokratik Sol Parti olarak Türkiye ve dünya gündemi açısından yaşanan tüm gelişmeleri gerçek verileri üzerinden olması gereken ciddiyetle ve aldığımız Ecevit terbiyesi temelinde ayakları yere basan, makul ve anlaşılır şekilde değerlendiriyor ve kamuoyu ile paylaşıyoruz.

Bugün TBMM’nde yer alan bazı milletvekillerinin ya da siyasi parti sözcülerinden gördüğümüz şekliyle bir tarzımızın olmadığını sanırım belirtmeme gerek yoktur.

2022 Bütçesinin görüşülmekte olduğu bu günlerde Mecliste yaşanan tartışma zeminini ve üslubunu tasvip etmemiz asla mümkün değildir. Türk milleti bu görüntülerin yaşandığı bir yapıya da müstahak değildir.

Buradan tüm Sayın Milletvekillerine ve kanun gereği orada bulunmak durumunda olan Sayın Bakanlara bir kez daha hatırlatmak isterim ki; birbirinize her türlü seviyesizliği ve saygısızlığı yaparak yürüttüğünüz çalışmaların yer aldığı çatı asil Türk Milletinin Gazi Meclisi’ dir, bunu unutmayın.

Sarf ettiğiniz her kötü söz, o Milletvekiline vekâlet veren bu milletin doğrudan kendisinedir.

Aklınızı başınıza alın, en azından kendinizin, yakınlarınızın, çevrenizin geleceğine ve çıkarlarına sahip çıktığınız kadar vatana ve millete de sahip çıkın!” şeklinde konuştu.