Bulaşıcı Hastalık ve Kent Ekosistemi

Prof. Dr. İbrahim Mehmet Ali Öktem

Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir Uluslararası Biyotıp ve Genom Enstitüsü

Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Tıbbi Mikrobiyoloji Anabilim D.

Çok çeşitli yayınlarda kent kavramının mekânsal, sosyal, işlevsel, ekonomik, istatistiksel ve tarihsel kavramları önceleyen veya harmanlayan farklı tanımları yapılmıştır.  Kent, bütüncül sağlık (Tek sağlık) yönünden ele alındığında ise yoğunlaşmış insan topluluğu ile makro ve mikrobiyolojik çevre sınırlarının zorlandığı ekosistem olarak tanımlanabilir. Buradaki makrobiyolojik çevre tanımının içinde, kent sahasında gözle görünen doğal yaşam elemanlarının (Flora ve fauna) yanı sıra kent yaşamı ile kendilerine üreme konusunda insan eliyle biyolojik avantaj verilen evcil hayvanlar ve bunların başıboş bırakılması ile nüfusu artan sokak hayvanları, insan eliyle yaratılmış bahçeler, kent ormanları ve insan topluluğu yer almaktadır. Mikrobiyolojik çevre tanımı ile ise doğal yaşamın yok oluşunun hızlanmasıyla birlikte giderek önemi fark edilen ancak kent yaşamında sıklıkla yok sayılan mikroorganizmalar toplamından söz edilmektedir. Kent yaşamına etki eden bu mikroorganizmaların önemi genellikle salgınlarla akla gelmektedir. Oysa denge sağlayıcı doğal mikrobiyom ile kentte salgın hastalık etkeni olarak ortaya çıkan potansiyel patojenler (hastalandırıcı mikroorganizmalar) sürekli etkileşim içindedir. Salgınlar büyük sıklıkta bu etkileşimde dengenin potansiyel patojenler tarafına doğru bozulmasının sonucu ortaya çıkar. Buradaki patojenler, uygun ortam ve şartları bulduğunda hastalık yapan mikroorganizma ve virüsleri kapsar. Yani bir potansiyel patojenin hastalık veya salgın yapması içinde bulunduğun çevre koşullarına bağlıdır.

Günümüz kentlerinin genel sorunu, verimlilik ve kontrol adına insan topluluklarının biyolojik çeşitlilikten uzaklaştırıldığı, yoğunlaştırıldığı ve kısıtlandığı alanlar haline gelmesidir. Elbette ki insan topluluklarının kent yaşamını seçmesi hayatta kalma ve türünü sürdürme bağlamında ele alındığında önemli bir başarıdır. Evrimsel süreçte kentler başlangıçta insanın dinamik bir edinimi gibi görünmekle birlikte bunun doğal sonucu olan popülasyon patlamaları dünya üzerinde insan nüfusunun ve mega kentlerin sayısının hızla artması sonucunu doğurmuştur.

Organizasyon yeteneği ile sorunlarına hızlı ve etkin çözümler bulan insanın bu konudaki en pratik çözümlerinden biri olarak ortaya çıkan kentler zaman içinde hızlı ve aşırı pratik çözümler sunan oluşumlar haline gelmiştir.  Bu durum doğal olarak insanın günlük yaşam algısı ile ilgili sorunlarına hızlı çözümler sunarken bu algının dışında kalan ve yok sayılan mikrobiyolojik alemi çoğu kez göz ardı etmektedir. Oysa bilimsel verilere bakıldığında bütün canlı organizasyonun yaşam destek ünitesi görevini gören mikro çevre ve mikrobiyolojik dünyadır.

İnsanın bilişsel ve düşünsel evrimi sonucunda ortaya çıkan, kendini evrenin merkezi gibi tanımlama eğilimi, bugüne gelen süreçte kentlerin yapılanmasının doğadan yani gerçek yaşamdan koparılması sonucunu doğurmuştur. Gerçek yaşam ise 3.9 Milyar yıl olarak tahmin edilen canlılık tarihinde sonsuz sayıdaki etkileşimlerin ortaya koyduğu toplam süreçtir.

Kentler, insan topluluğunun kendi yazdığı yaşam hikayesi için yarattığı alan olarak da tanımlanabilir. Bu alanlarda insan koyduğu kurallar, yarattığı örgütlenme ve düzenlemelerle yaban hayatındaki gözle görebildiği tehditlerden kendini önemli oranda uzak tutmayı başarmıştır. Bu sayede popülasyonunun aşırı genişlemesini sağlarken düzenini korumak adına kendi koyduğu kuralları içinde bulunduğu doğaya dayatmıştır. Halen dünyada en eskisi 12.000 yaşına tarihlenen ve çoktan yok olan sayısız kent kalıntısı arkeologların ilgi alanını oluşturmaktadır. Bu konuya ister arkeolojik ister ekolojik açıdan bakılsın, kentlerin ekosistemleri ile doğa arasında sağlıklı sürdürülebilirlik bakımından bir zaman veya içerik karşılaştırması yapılmasının en hafif ifadeyle kendini bilmezlik olacağı kanısındayım.

Kent yaşamı, evrimsel süreç içinde giderek doğal yaşamın sağladığı dengeden insan ve diğer makro canlıları koparmıştır. Günümüze dek kentlerin temel hedefi insanın güvenlik, barınma, sağlık vb. farklı dönemsel ihtiyaçlarının sosyal işbirliği içinde mümkün olan en düşük maliyetle giderilmesi olmuştur. Oysa bu hedefi kent içinde çok büyük, hatta doğa üstü denebilecek sayı ve yoğunluktaki insan toplulukları ile sürdürmek pek gerçekçi değildir. Dolayısı ile tarih boyunca bu hedefin insanları aynı ölçüde enfeksiyon ve salgınlara açık hale getirdiği de yine tarihsel belgelerle sabittir.

Bu durumun temelinde, doğal yaşam alanlarındaki biyoçeşitlilik/mikrobiyoçeşitlilik içeriği ve dengesinin insan önceliklerine göre insan eliyle değiştirilmesi ya da daha doğru bir tanımlama ile bozulmasıdır. Bozulmuş dengenin en önemli belirteci olan biyoçeşitlilik kentlerde hızla azalırken bunun yerine belli avantajlı makro ve mikroskobik türlerin sayıları çok artmaktadır.

İnsanın kendi gördüğü kadarını var sayan kabaca hesaplama eğilimi, günümüz kentlerinin oluşumunda süreç içinde yaşamsal eksikliklere neden olmuştur. Bu bağlamda dünya üzerinde sayıları hızla artan mega kentler, devasa yoğunluktaki insan topluluklarının doğal dengenden uzaklaşmış mikroçevre ile etkileşim alanları haline gelmiştir. Süreç giderek artan ve içinden çıkılmaz hale gelen sağlık sorunları için adeta bir laboratuvar ortamı sağlamaktadır.

Oysa çoğu kez göz ardı edilen temel biyolojik kavramlar kent alanları oluşturulması sürecinde yol gösterici önemde olmalıdır. Bu kavramların en önde gelenlerinden biri Mikrobiyomdur. Makro canlıların yaşadığı her ekosistemi ayakta tutan bir mikrobiyolojik taban vardır ki buna mikrobiyom adı verilir. Mikrobiyomlar ister doğal hayatta ister kent yaşamında olsun makroskobik canlıların yaşam destek üniteleridir. Onların olmadığı veya bozulduğu bir yerde sürdürülebilir bir sağlık mümkün değildir. Çünkü mikrobiyom makro canlıların barsaklarından, derisine kadar dış dünya ile iletişimde olan bölgelerini kaplayan, bedeni enfeksiyondan koruyan temel biyolojik dengenin sağladığı bir koruma duvarıdır. Mikrobiyomu olmaksızın bir makro canlının yaşaması çok özel laboratuvar şartları dışında imkansızdır. Doğal mikrobiyom sadece makro canlıların değil biyolojik ortamın da sürdürülebilirliği bakımından kritik önemdedir. Eğer topraktaki, sudaki, denizlerdeki mikrobiyom bozulursa son tahlilde geriye natürmort yani ölü doğa kalır. Bugün denizlerimizde güncel olarak tüm şiddetiyle yaşadığımız müsilaj sorunu aslında bozulan deniz mikrobiyomunun gözle görünür hale gelmiş ifadesinden başka bir şey değildir. Kentlere hayat veren ve çoğumuzun farkında bile olmadığı deniz, göl, hava, toprak ve benzeri ortamların mikrobiyomu azot, karbon, sülfür gibi gibi önemli elementlerin doğal döngülerinin sağlanmasından, temas ettiği bireylerin bağışıklık sisteminin uygun gelişimine, enfeksiyonlardan ve salgınlardan korunmaya kadar pek çok dengeyi gözetir. Yeter ki insan aktiviteleri bu dengeyi bozmasın.

Kent alanlarının oluşturulmasında esas alınan insan uydurması hikayelerin ise gerçek dünyada sağlıklı bir karşılığı yoktur. Örneğin kapitalist sistemin para ve katma değerin arttırılmasına dayanan verimlilik kaygısı, sıkıştırılmış insan toplulukları ve yaşam alanlarını kentler olarak karşımıza çıkarmaktadır. En fazla birkaç yüzyıllık gereksinim ve yapıları desteklemek üzere düzenlenen bu alanlar çoğu kez yaklaşık 350.000 yıllık evrimsel geçmişe sahip insanın doğası ile ters biyolojik etkileşimleri tetikler. Bu sürecin sonuçları kentlerde tarih boyunca enfeksiyon hastalıkları ve salgınlar olarak ortaya çıkmıştır. Bunun en iyi bilinen ve en net gösterilmiş olanlarından biri Londra büyük kolera salgınıdır. Bu salgının bir su tulumbasından yayılımının Jonh Snow tarafından ortaya konması günümüzdeki halk sağlığı ve salgın biliminin (Epidemiyoloji) köşe taşı olmuştur. Halen Londra’da Broad sokağının köşesinde bulunan, kolu Jonh Snow tarafından kırılan tulumba, o dönemde yüzlerce insanın ölümüne yol açan bir salgının önünün alınmasının son derece basit bir o kadar da etkili öyküsünün sembolüdür. Sorun elbette lağım suyunun içme ve kullanma su kaynağına karışmasıydı ancak burada göz ardı edilmemesi gereken bu bakteri ( Vibrio Cholerae ) o lağıma nasıl gelmiş ve hangi faktörler onun yoğun şekilde çoğalmasına fayda sağlamıştı? Bu riskleri ön görmek ve önlemini almak elbette o günlerdeki bilgi ve teknoloji ile imkansızdı. Ancak günümüzün gelişen teknolojileri tüm mikrobiyolojik risklerin gözden geçirilmesini ve yeni ortaya çıkan durumların saptanmasını mümkün kılmaktadır.

İnsan yoğunluğunun çok arttığı kent düzenlemelerinin önceliklerinden biri de artık mikrobiyolojik izlem olmalıdır. Burada, epidemiyoloji, insan mikrobiyolojisi, veteriner mikrobiyoloji, çevre mikrobiyolojisi, gıda mikrobiyolojisi yanında botanik ve biyoloji gibi temel alanların eş güdüm içinde çalışması kent için sürdürülebilir sağlık bakımından yaşamsal önemdedir. Söz konusu disiplinlerin kent ve çevresindeki etkileşim alanını izlemesi, kent içindeki mikrobiyolojik dengelerin değişiminin biyolojik paydaşlara etkilerini ortaya koyması, doğru önlemlerin alınabilmesi adına sağlıklı veri akışını sağlayacaktır.

Peki bu işbirliği ve veri akışının sağlanması çok zor veya imkansız mıdır? Bu sorunun yanıtı hem evet hem de hayırdır. Bu işbirliğinin sağlanabilmesi için genel olarak insanların bakış açılarını değiştirmeleri, bulundukları güvenli alanları terk etmeleri, bütüncül sağlık bakış açısına geçmeleri gereklidir.  İşin en büyük zorluğu buradadır kanısındayım. İzlem tüm paydaşların eşit olarak temsil edildiği ve her verinin objektif kriterlerle incelenerek risk önceliklerinin belirlendiği kapsayıcı mekanizmalar ile gerçekleştirilmelidir. Elbette zor ve dışarıdan bakıldığında kotarılabilmesi şüphe uyandıran bir iş yükünden bahsediyoruz.

Bununla beraber elimizde gelişen teknolojinin sunduğu, yeni nesil dizileme, metagenomik analizler, CRISPR Cas gibi hızlı ve yoğun tanımlama yöntemleri, elde edilen genetik verilerin derlendiği ve evrimsel ağaçlara yerleştirildiği filogenetik analiz yöntemleri gibi pek çok imkan bulunmaktadır. Bu ve benzeri imkanlar kullanılarak alandan gelen verilerin düzenli olarak eklendiği sağlam veri tabanları oluşturulmalıdır. Buralarda derlenen veriler matematik modellemeler aracılığı ile belli sapmalar içinde meydana gelebilecek riskleri ve olası sağlık sorunlarını öngörebilecektir.

Aslında bu analizler pek çok farklı disiplin tarafında sıklıkla yapılmakta ve bu veriler çeşitli bilimsel kaynaklarda yayınlanmaktadır. Tek sağlık yaklaşımı ile bütüncül sağlığın inşa edilmesindeki farklılık ise bu verilerin düzenli olarak tutulması ve henüz veri toplama aşamasında hepsinin bir araya getirilebilir, karşılaştırılabilir ve entegre edilebilir şekilde tasarlanmasıdır.

Bu bakış açısı pek çok kent ve mega kent gibi gerek nüfus yoğunluğu gerekse alt yapı hasarının oluşturduğu riskler bakımından hassas alanlarda karar alıcılara yol gösterici olacaktır. Halen günlük yaşamda alınan pek çok kararda görülmediği için göz ardı edilen potansiyel tehditlere hızlı ve etkili yanıt vermede iyi bir başlangıç sağlayacaktır.

Unutulmamalıdır ki kentler doğal yaşam alanları değildir. Bu nedenle insanın da bir parçası olduğu doğa ile uyumlaştırılmaları gerekir.