Etrafım mutsuz kadınlarla dolu. Bir kısmı çocuk doğurduktan sonra “iyi anne” olmak için işini bırakıp bir süre sonra bıraktığı işi yerinde bulamayan kadınlar. Bir diğer grup anne olduktan sonra işini bırakmayıp “hem çocuk hem kariyer yapan” ama anneliğini sürekli sorgulayan ve vicdan azabı çeken kadınlar. Diğer grup ise evli ya da bekar fark etmez, çocuk sahibi olmayı tercih etmediği için toplum baskısına maruz kalan kadınlar. Sanırım en rahat kadınlar ne çocuğu ne de kariyeri olanlar, çünkü tamamı kirlenmiş bu değneğin herhangi bir yerinden tutmak zorunda değiller.
Nil Karaibrahimgil’i ise bir istisna olarak denklemin dışında tutuyorum! “Çocuk da yaparım kariyer de!” şarkısını onun kadar coşkulu söyleyenini görmedim diyemeyeceğim. Bekar ve öğrenci bir kadınken ben de onun kadar coşkulu bir biçimde bu şarkıyı söyleyebiliyordum; çünkü bu güzel şarkı toplumsal cinsiyet kalıplarına meydan okuyordu. Ne var ki anne olduktan sonra Hanya ile Konya’yı bir arada gördüm ve tüm coşkum söndü.
Sahi, sevgili Nil de o şarkıyı bekarken yazmıştı değil mi? 😊
İnsan yavrusunun en az iki yıl boyunca bir yetişkinin kesintisiz bakımına ihtiyaç duyduğu bir gerçek. Bu yetişkin de, memeli hayvanlar olduğumuz için “dişi insan” oluyor. Hamilelik ve emzirme süreçleri çocukla anne arasında “organik” bir bağ oluşturuyor ve insan yavrusu için en iyi olan kendisini doğuran anneden bakım alması. Gelin görün ki toplumsal düzenlerimiz içinde dişi insanlar da “iş yaşamına” katkıda bulunuyor ve bu vahşi ortamda 2-3 senelik bir annelik molası kadınların tüm kariyerlerine mal olabiliyor.
Çünkü bizimki gibi “gelişmekte olan” ülkelerde, full-time annelik izni söz konusu değil. Yani eğer dişi bir insan olarak doğurduğunuz çocuğa ihtiyaç duyduğu bakımı vermeyi tercih ederseniz kesinlikle işinizden oluyorsunuz. Hatta bırakın aktüel anne olmayı, “potansiyel anne” yani dişi insan olmak bile -doğurma ihtimaliniz yüzünden- iş bulmanıza engel olabiliyor.
Oysa bazı ülkeler anneye birkaç yıl ücretli izin veriyor, hatta doğurduğu için ek prim ödüyor ve kadın istediği zaman işine geri dönebiliyor. Demem o ki gelişmiş ülkelerde dişi insanlar bağımsız bir birey olmakla annelik arasında seçim yapmaya zorlanmıyor . Dişi insanın anneliği de horlanmıyor, bağımsızlığı da…
Peki gelişmekte olan ülkelerdeki gariban dişiler bu durumdan nasıl kurtulacak? İki yol olduğunu düşünüyorum.
Ektogenez (dış-üretme) üremenin kadın bedeni dışında geçekleştirilmesi demek. Yapay rahimlerde bir araya getirilen sperm ile yumurtanın döllenmesi sonucu oluşan zigot dişi bedeninde değil başka bir ortamda büyüyüp doğuyor ve anne ile -hamilelikten kaynaklanan- organik bir bağı olmuyor. Böylece emzirme de gerçekleşmeyeceği için bebek anneye bağımlı olmuyor. Sonuç itibariyle dişi insan, yavrusuyla ilişkisinde eril insan gibi oluyor ve annelik-kariyer ikilemi ortadan kalkıyor. (Ektogenez Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya isimli meşhur eserindeki gelecek projeksiyonlarından biri fakat henüz hayata geçirilmiş değil. Hayvanlar üzerinde çalışmalar devam etmekle birlikte sıra -bildiğimiz kadarıyla- henüz insana gelmedi.)
Diğer seçenek ise “muasır medeniyet” seviyesine çıkmak, yani dünya üzerinde yaşadığımız zamanda insan canlısı için en iyi olan uygulamaları seçerek onları hayata geçirmek. Kadınların toplumdaki gücünü artırmak suretiyle sosyal barış ve adaleti tesis etmek, tüm yurttaşlara temel ve aynı zamanda üst düzey ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri ekonomik imkânlar sunmak (insanın ihtiyaçları için bkz. https://www.acikbeyin.com/hayatiniz-anlamli-mi/), herkesin olumlu potansiyellerini gerçekleştirmesini sağlayacak bir eğitim sistemi kurmak gibi, sosyal devletin gereklerini yerine getirmek muasır medeniyet seviyesine çıkmak demek.
Gelişmekte olan ülkeler için ektogenez yöntemini geliştirmek mi, yoksa sosyal devlet sistemine geçmek mi daha zor; inanın ben bilemedim!
Siz ne dersiniz?
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Babaları Takmıyor Muyuz?