CUMHURİYET HEP AYNI “NEHİRDE…” AMA HABER NEREDE? | Çağdaş Dergi 2

“Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz…” mantığı, “yıkayanın” da “yıkananın” da zaman içinde değişeceğine işaret eder. Değişmeyen tek şey yıkanma ihtiyacıdır. Temizlenme ihtiyacı bitmez ve kimse temizlenmeyeceğini bildiği bir suya girmez.

Ama Cumhuriyet gazetesinde bazen aynı nehirde “iki kere” de yıkanabilir, “üç kere de…”

Cumhuriyet gazetesinde de önemli olan yıkanmak değil, yıkanma ihtiyacıdır. Soruların yanıtından çok sorunun kendisinin aranması gibi, tartışmanın bir sorunu çözmesinden çok tartışmanın kendisinin değerli görüldüğü bir “felsefe okulu” da demek mümkün.

“OKUYORUM” BOYKOTU

Gazete içindeki tartışmaların, en azından sorunun çözümü kadar önemli olduğu ve pek çok kaynakta “kırılma” olarak tabir edilen olaydan ilki, 1991 yılında yaşanır. İlhan Selçuk-Uğur Mumcu-Ali Sirmen-Oktay Akbal ile Hasan Cemal-Okay Gönensin-Şahin Alpay arasındaki kavga ayrışmaya dönüşür. Kavgaya, “patronlar” ve askerler de katılır. Masal gibi…

Çünkü…

Cumhuriyet gazetesi deyince akla, yazarlar gelir önce. Bir yazarın “gelişinin” gazetedeki sorunların birçoğunu çözebileceği yanılgısına kolayca düşülebilir. Aynı şekilde “gidişinin” de büyük zararlar vereceği…

Cumhuriyet gazetesinin haklı olarak övündüğü özelliği “bir fikir gazetesi olmasıdır.” İkinci motto ise, Cumhuriyet gazetesi aynı zamanda “patronunun okurlar olduğu” gazetedir. O “patronlar” ve “yazarlar” 1991 yılında, gazetedeki fikir ayrılığını “Cumhuriyet okumuyorum, çünkü Cumhuriyet okuyorum” sloganlı bir boykot kampanyası ile kazanabilmiştir. Felsefe okulu özelliği, burada da kendisini gösterir…

Elbette her “savaşta” olduğu gibi burada da askerler vardır, muhabirler… Yani en alttakiler. Onlar da ayrılanlarla ayrılır, dönenlerle döner. Kendilerine en ihtiyaç duyulan zamanda, kendilerinden bekleneni yaparlar… Zafer, en üsttekilerin güçlerini tahkim eder. Bakışlarını keskinleştirir, yüceltir, yükseltir.

Sorunsuzmuş gibi görünen bu ilişki, yayın yönetiminde kim olduğundan, onun niteliklerinden, ekibinden daha büyük, daha önemli hale gelir. Çünkü yayın yönetimini de yazarlar ve “patronlar” belirlerler. Onları getiren de onlardır, görevlerinden alan da…

SULAR AKAR, HASAN CEMAL GİDER; SULAR AKAR, CAN DÜNDAR GELİR

Can Dündar gelir… Bir zamanların “Hasan Cemal” tartışması yeniden başlar. Tarih yine tekerrür eder. “Patronlar” ayağa kalkar, bir kısmı derenin bir kıyısına geçer, diğeri karşı kıyıya. Yazarlar ayağa kalkar, bazıları bir kıyıya, bazıları karşıya. Muhabirler, en alttakiler; artık hangi tarafı isterlerse…

Gelen, gazeteyi ekibiyle yönetmeye başlar tüm tartışmaları ile birlikte. Terörist saldırıya uğrayan Charlie Hebdo Dergisi’nin tıpkı basımı tartışması… MİT Tırları haberleri tartışması… Birbirini izleyen tartışmalar, gazete içinde kimi kırılmalara neden olur. Hükümetin yargı eli, gazetenin içindedir yine. Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül tutuklanır.

Buraya kadar tüm yaşananlarda, “yıkanılmak istenen dere” tartışmasında değişmeyenin yıkanma ihtiyacı olduğu gibi; değişmeyenin “haber ihtiyacı” olduğu unutulmamaya çalışılır. Çünkü nihayetinde ortadaki bir “haberdir.” Onun suç olup olmadığı başka bir tartışmadır. Suçlanan da savunulan da “gazeteciliktir.”

Aradan zaman geçer. Gazetenin üzerindeki “yargı eli” konumunu güçlendirir. Bu kez hedef, “yazarlardır” ve vakıf yöneticileridir. Bu yargılamada da suçlanan ve savunulan gazeteciliktir. Haber kaygısı, gazete içindeki tartışmaların ortasındadır. Gazetecilik, gazete içinde ayakta tutulmaya çalışılır.

MUHABİRLER BELKİ DE İLK KEZ TARTIŞMANIN İÇİNDE, AMA…

Tüm sancılı tartışmalar ve acılı hapishane süreci devam ederken Cumhuriyet Vakfı’nın Şubat 2014 tarihli toplantısı ile ilgili mahkeme süreci tamamlanır. Alev Coşkun; ‘yönlendirildiği’ yönündeki sert tartışmalara neden olan bir yargı kararı ile vakfın yönetimine gelir.

Cumhuriyet gazetesinde, ceza yargılaması ile vakıf dava sürecinin birbirine paralel yürüdüğü bu dönemde, altını kalın çizgilerle çizmemiz gereken bir gelişme yaşandı. Bu gelişme, gazetenin yargılanan yöneticileri ile vakıf yönetimi seçimlerini yargılamaya açan grup arasındaki kavganın, en alttakilere, muhabirlere yansımasıydı. Bazı muhabirler, en tepedeki iki grubun “barışması”, “kaynaşma” için bir bildiri kaleme alır. Ancak bildirinin, daha imza aşamasındayken Türkiye gazetesindeki bir köşede yer alması, Cumhuriyet içinde olup bitenlerde siyasetin parmağının olduğu eleştirilerini güçlendirmiştir.

Muhabirlerin tartışmanın içine girmesi ya da “çekilmesindeki” önemli nokta, tartışmanın içindeki “haber hassasiyetinin” yok olmaya başladığını da gösterdi. Çünkü muhabirler, belki de ilk defa yönetim tartışmasının içine girmişti; onlar içine girdikçe “yönetimde”, “yazarlarda” ve tüm tartışmada önemli olanın habercilik olduğu vurgusu zayıfladı.

Bu zayıflama kendisini en çok; gazetenin içinden, gazetecilik tarifi içinde haber değeri tartışılmayacak pek çok konunun artık “görülmemeye başlandığına” ilişkin itirazların yükselmeye başlamasında gösterdi.

Yeni yönetimin, yönetime gelişi sürecinde başlayan tartışma; yönetimin değişmesi ile birlikte “ayrılıkların” önünü açtı. Pek çok eski yönetici, yazar ve muhabir; göreve “bu şekilde” başlayan yeni yönetimle çalışamayacağını bildirdi, gazete ile yollarını ayırdı.

Yeni yönetimin kadro ihtiyacının; “barışma”, “kaynaşma” bildirisine imza atanlarla karşılanmasından daha doğal bir sonuç yoktu. Yeni yönetim, önce yine savaşçıları öne sürmüştü.

Cumhuriyet’teki tartışmalar için yine yeniden kaynak bulunmuştu. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın, belki de dünya sendikacılık tarihinde görülmemiş bir süredir devam eden “grevi” sonlandırmak için harekete geçti. Bu sendikal hareketlilik, bir süredir “buzdolabına kaldırılan” tartışmayı yeniden gündeme getirdi.

Günden güne güçlenen “yeni yönetim”, sendikal mücadele içinde olan ve aralarında yöneticilerin de olduğu pek çok çalışanın işine son verme kararı aldı. Yönetim savunmasını “ekonomik sorunlar” üzerine kursa da çıkarılanların “sendikal şapkaları” dikkatlerden kaçmadı. Devam eden tartışma içinde pek çok yönetici, pek çok muhabir ve pek çok yazar, yönetimin sendika karşısındaki tutumunu eleştirerek; kendisine yeni bir yol çizme kararı aldı.

Yeni yönetiminin hedefindeki isimler, yani yollarını ayıranların bir kısmının ortak özelliğinin, “barışma talepli” bildiriye imza atan isimler olması dikkat çekiciydi. Belki de ilk kez yönetim tartışmasına “özne” olarak katılan en alttakiler, bu kez sıranın kendilerine geldiğini düşünmüştü, “haklıydılar…”

Çünkü bir kere “haber kaygısı” zayıflamıştı. Yeni yönetimin dünyaya bakış açısını, ideolojiyi, siyasi olaylar karşısındaki tutumu, kimi kavramları haberin önüne koyduğu yönündeki şikâyetler; daha önce “barışmalarını” istedikleri “yöneticiler” grubunun kendilerine yönelmesine varmıştı.

Kopuş, neredeyse kitlesel oldu. Genel yayın yönetmeninden yazı işleri müdürlerine, editörlerden sayfa şeflerine gazetenin “beyni” ayrılmıştı.

Gazeteden ayrılan kişilerin sosyal medya notları, tüm bu tartışmaların aslında bir gazetenin içinde gelip geçen bir yönetim tartışması olmadığını, yaşananların “haber” ile “gazetecilik” ile ne kadar iç içe olduğunu gösteriyordu.

Buraya kadar yaşananlara ilişkin bu yazılanlar, koskoca Cumhuriyet gazetesi tarihi içindeki tüm tartışmaları tüm yönleriyle aktaramaz, yanlış ve sübjektif değerlendirmeler de içerebilir. İtiraz mümkündür. Ama habercilik refleksinin, tüm bu yaşananların ardından zayıfladığını düşünmek, birer okuru olarak “patronu” olduğunu “sandığımız” için hakkımız olmalıdır. Her değerlendirme yanlışlanabilir. Kategorileştirmek, yanlış düşünmenin ilk adımıdır. Ama gazeteden ayrılanların yaptığı şu paylaşımlar, endişeye hak verecektir:

“Gazetede artık KHK’lıların haberlerini görmek yasak. HDP haberleri birinci sayfadan verilmiyor. İHD, TİHV için ‘sakıncalı kuruluşlar’ deniliyor.”

Bir mesajda, “Haber merkezi bomboştu, gazeteyi stajyerler çıkarmaya çalışıyordu” denilmişti.