Son 30 yılda, modanın geçirdiği evrim, toplumda çağdaş bölünmelerle paralellik göstererek, çeşitliliğin artması, sosyal gruplar arasındaki karmaşık ilişkiler ve değişik sosyal gruplar arasındaki iletişimin büyümesi yönünde oldu. Baskın tarzdaki değişiklikler, değişik sınıflardaki kişilere hızla iletildi. Bu süreçte üst sınıftaki insanlar model olarak büyük rol oynadılar.
Toplumdaki sosyal sınıflar içinde ve arasında olan bu parçalanma modanın 3 ayrı kategoride gelişmesine neden oldu: lüks tasarımcı modası, endüstriyel moda ve sokak tarzı. Bu 3 kategori zayıf bir bağ ile bağlanıyor: Sokak tarzının lüks tasarımcı tarzı üzerinde, bu ikisinin de endüstriyel moda üzerinde bazı etkileri var.
Bu 3 kategori ilişkileri arasındaki önem çeşitli moda organizasyonları ve bunların müşterilerle olan ilişkilerine dayanıyor.
Moda dünyasının merkezleri olan Paris, New York ve Londra farklı açılardan önem taşımaktadır. Her ülkede moda tasarımcıları, tek tür rolü destekliyor, tıpkı kendilerini artist, artist-craftsmen veya girişimci olarak görmeleri gibi…
Çoğu yaşam tarzı uzmanı olan New York tasarımcıları, spesifik yaşam tarzlarını gösteren, gerçek veya hayali kıyafetler yaratmakta ustadır. Londra’daki tasarımcılar ise gençlerle yakın iletişim içindedir, moda tarzını etkileyen değişik popüler kültürlerdeki yaratıcılarla birliktedir ve bunlara kazanç getirenden çok çirkin, yıkıcı ve denenmemiş tasarılardan oluşan çevre daha yakındır.
Moda kaynakları, akımları tarih boyunca değişim göstermiş, bir çok olaydan etkilenmiştir. Bunların sonunda da karmaşıklaşmaya başlamıştır. Tarihsel bazda modanın geçmişine göz atarsak bu değişimleri ve etkileri daha iyi anlayabiliriz.
1920ler…havailik, bolluk ve kayıtsız davranışlar zamanı…
1. Dünya savaşının sona ermesiyle insanlar daha özgür olmak, eğlenmek istiyorlardı. Bu dönemde 1800’lerin ortalarında giyilen kıyafetler erkeklerin günlük giysilerini oluşturuyordu. Renkli gömlekler giyiyor, üzerinde geometrik desenler, çizgiler olan kravatlar takıyorlardı.
Kadınların giyim tarzı ise bağımsızlık hareketinden büyük oranda etkilendi. Çünkü Batı’da kadınlar eşitlik ve siyasi haklar için savaş veriyorlardı, bu savaş en “şık” ifadesini kadınların dış görünümünde ve giyimlerinde buldu. Bukleli, lüle lüle saçlar yerlerini kısa ve rahat kesimlere bırakmıştı. Fırfırlar, farbalaların yerine sadelik ve rahatlık öne plandaydı… Kıyafete ek olarak duruş, figür, saç ve kozmetik sektörü de gelişti. Bunda film endüstrisi ve artistlerinde önemli etkileri oldu.
Erkeklerde resmi gece kıyafetlerini andıran manto kuyrukları vardı, bunlara şapkalar eşlik ediyordu. Smokinin popülerliği yavaş yavaş artsa da henüz kabul görmemişti. Resmi gece giysilerinin altına siyah deri ayakkabılar giyiliyordu.
Dizden bağlı pantolonlar “knickerbockers” (daha sonraları “knickers” olarak kısaltıldı) iyi giyimli erkeklerin popüler giysisiydi. Paltolara büyük yama cepler, kemerler takılıyor, tek düğmeli ve genellikle omuzluk ile kullanılıyordu. Erkeklerin ayakkabıları ise “knickers”larla uyumlu haldeydi.
1925’te bol pantolonlar ortaya çıktı. Moda erkeklerin kıyafetlerini 30 yıl kadar etkiledi. Oxford çantaları ilk defa üniversitelerin knickers üzerindeki yasaklamalarını delmeye hevesli Oxford öğrencileri tarafından giyildi.
20’lerin başlarında kadınlar daha çok bol ve yüksek belli giysiler tercih ediliyordu. Giysi belleri zamanla kalçaya kadar inmesine rağmen bol kesim bir süre daha egemenliğini sürdürmeye devam etti.
Ereklerde ise jazz giyimi çok hızlı bir şekilde moda olup, daha sonra da ortadan kalktı. Bu moda da ceketler uzun ve sıkı belli, uzun arka yırtmaçlıydı. Düğmeler çok sık dikiliydi.
Tüvit giysiler bu zaman popülerlik kazandı. Kabarık dokunmuş yünlü kumaş anlamına geliyordu. Daha sonra bu terim evde örülmüş yünler için kullanılmaya başlandı.
Ayrıca 20’ler düğmenin yılı oldu. 1893’te patentlenen fermuar ise 30’lara kadar yaygın olarak kullanılmamıştır.
1925’te belsiz kıyafetler ortaya çıktı, özgürlük savaşında eteklerinde vazgeçmeyen kadınlar, dizin biraz altına kadar inen pilili eteklere büyük rağbet gösterdiler. Ancak 1928’de tarzın tekrar değişmesiyle kıyafetler vücuda oturmaya başladı.
En çok kullanılan dokuma malzemesi pamuk ve yün oldu, yüksek kalitesinden dolayı ipeğe rağbet olduysa da fiyatı yüzünden bu sınırlı düzeyde kaldı. Bu dönemin ortalarında suni ipek ortaya çıktı ve doğal olanının yerine kullanılmaya başlandı.
Kadın yüksek modasının (haute couture) merkezi şimdi olduğu gibi Paris’ti. Ancak erkeklerin kıyafetleri Londra’dan etkileniyordu. Fransa’daki modacılar yenilikleri kolay kabul etmediğinden, bütün erkek moda dergileri Londra’daki stil ve trendlerden oluşuyordu.
Bu dönemde erkeklerin diğer bir popüler giysisi fanila oldu. Fanila yünlü giysi anlamına geliyor. Fanila orijinal olarak ağır, konforlu, yumuşak yapılan hafif uyku giysisiydi. Gri popüler renkti ve gri fanila pantolonlara da “grayers” deniliyordu. Diğer moda renkler beyaz, bej ve çizgili modellerdi. Fanila pantolonlar geleneksel olarak ılık havalarda giyiliyordu. Gençlerde bütün gün fanila pantolonlar ve yakalıklarla geziyorlardı.
Belki de basit tarzlar sayesinde giysi endüstrisi 1920’lerde büyük bir büyüme kaydedildi. Bu üretilen giysiler herkese uyumlu hale getirilirken makul fiyatlı giysiler daha tercih edilir oldu.
1922’de ülkelerin ilk outdoor alışveriş merkezi olan “The Country Club” Kansas City, Kansas’ta açıldı. Bugün hala faaliyetini sürdürüyor.
1930lar… Hazır giyime rağbet azalıyor…
24 Ekim 1929’da yaşanan büyük Wall Street Bunalımı’yla beraber moda da olumsuz yönde etkilendi. Bu bunalımın sebebi para politikasındaki yetersizlik sonucu ortaya çıkan para arzında mutlak düşüştü ve 1932 yılı sonuna kadar süren yaygın banka iflasları ve bununla ilişkili olarak da Amerikan Federal Rezerv Bankasının para stokundaki azalmayı önleyememesi bunalımın büyümesinde büyük bir rol oynadı. Bu bunalımdan sonra yaklaşık 8 milyon insanın işsiz kalmasıyla giysiye ayrılan bütçede ortadan kalktı. Giyim endüstrisi bütçe daralmasına sahne oldu. Kadınların dikiş dikme olayında büyük artış oldu. Çünkü yenisi alınmadan önce onarılıyor, yamalanıyordu. Hazır giyime rağbet azaldı ve stillerde olumsuz değişiklikler oldu.
Kadın modasında 20’lerdeki salık ve erkeksi görüntünün yerini daha yumuşak, kadınsı çizgiler aldı. Kıyafetlerin topuklara kadar inmesine karşılık yakalarda omuz hizasına kadar indi. Yüksek belin tekrar revaçta olmasıyla beller daha ince, kalçalar daha küçük görünmeye başladı. Eteklerde detaylara dikkat edildi.
Double-breasted kıyafetlere talebin artması modern iş kıyafetlerinin ortaya çıkacağının habercisi oldu. Geniş omuzlu, yırtmaçsız ceketleri bol kesimli uzun pantolonlar tamamlıyordu. Bu kıyafetler gri, siyah, deniz veya gece mavisi oluyordu.
Kışın kahverengi cheviot; baharda ise ince yünün içine beyaz, kırmızı, veya mavi tonlarından oluşan ipekli giysiler popülerdi. Bu zamanda çizgili takımlar erkeklerin gardırobunun standart elementi haline geldi. Tek, çift, chalk, geniş, dar çizgiler tercih edilenler arasındaydı.
Kadınlarda ise kürkün bütün çeşitleri sabah – akşam kullanılmaya başlandı. Kürk atkılar, atkılar, paltolar, değişik aksesuarlar kadın kıyafetlerini süsledi.
Şapkalar açıyla takılmaya başlandı, bere yerine cloche şapka takıldı, bu dönemin sonlarına doğru da türban ortaya çıktı.
Ayakkabıda ise parmak ve topuk gösteren modeller, dans ayakkabıları, apartman topuklar, bilekten bağlı, tokalı modeller, çanta da ise boncuklu tasarımlar moda oldu. 30’ların sonlarında da deri kullanılmaya başlandı.
Bütün bu incelik ve zerafete karşın spor kıyafetler ise erkeksi bir çizgi kazandı. Sportif giysiler, deri ceketler moda oldu.
1935’te Başkan Roosevelt’in yeni anlaşmasının sonucu olarak refah geri döndü. The rebounding ekonomi, iş kıyafetlerine yeni bir dizayn öngörüyordu. Bu, bu giysileri giyen iş adamlarının statüsünü mükemmelleştirmek içindi. Londralı bir terzi tarafından geliştirildiği için London Cut adına alan bu görünümde kıyafet kolları omuzlardan bileklere doğu inceliyordu, büyük cepler ve düğmeler, geniş ve sivri yakalardan oluşuyordu. Vatkalar omuz uçlarını bir hizada gösteriyordu ve ek kumaş kol boşluğunu dolduruyor, omuz bölgesinde bir perde (drape) oluşturuyordu. Bu detaydan dolayı, bu takım “London drape” veya “drape cut” olarak da biliniyordu.
Bu yeni giysinin değişik versiyonları da daha sonra ortaya çıktı. Bunlarda 4 yerine 6 düğme, düğmelere doğru eğimli yaka ve daha uzun kenarlar vardı. Bunların moda olmasında Clark Gable, Cary Grant gibi birkaç Hollywood starının filmlerinde bu giysileri giymesi rol oynamıştır. O andan sonra da orta Amerika da popülerlik kazandı.
Meşhur “Palm Beach” kıyafetlerinin dizayn edilmesi de 1930’lara dayanıyor. Bu kıyafetleri yapmada Gabardin’de kullanılmıştır. Bunlar çok çabuk bir şekilde Amerika’nın mükemmele eşit, ve Wall Street İş adamları arasında sıcak günler için tercih edilen çabuk bir şekilde yayılan yazlık kıyafet haline geldi.
Bu zamanlarda blazers (pantolonu değişik kumaştan, parlak düğmeli bir tür ceket) popüler hale geldi. Bu kıyafetler 19. yüzyılın son zamanlarında İngiliz üniversite öğrencileri tarafından kriket, tenis oynanırken giyilirken bunun Amerikan versiyonu ise mavi, cam yeşili, tütün kahverengisi, krem renklerinden oluşmaktaydı.
Bu dönemde zarar verici madde içermeyen yıkanabilir ve kolay taşınır kumaşlar ortaya çıktı. Günümüzde de kadınların vazgeçilmez aksesuarlarından olan naylon çoraplar, 1935’te naylonun kullanılmaya başlanmasıyla, üretilmeye başlandı.
Bu döneme kadar düğmenin gölgesinde kalan fermuar, İlk başlarda ayakkabıda kullanılandı. Daha sonra da giysi parçalarını kapama amaçlı kullanılmaya başlanmasıyla popülerlik kazandı.
30’lu yıllardaki erkek modasını gangster etkisinden bahsetmeden tartışmak eksiklik olur. Gangsterler hırsız olarak küçümsenirken, çelişkili olarak giydikleri kıyafetler yüzünden “iş adamı” imajı çiziyorlardı. Ancak tipik iş renklerini ve stillerini seçmiyor ve her detayı çok uç noktalarda kullanıyorlardı. Daha sonraları gangster tarzına benzer giyinme yolunda gelen yoğun istekler üzerine New Yorklu yüksek modacılar “Broadway” takımını yaratmak zorunda kaldılar.
1931’de ise erkekler için moda dergisi olarak “Apparel Arts” bulundu. Daha sonra bu orta sınıf Amerikalı erkeklerin moda kural ve gelişimlerini içeren dergisi haline geldi.
Bu on yılda kitle üretiminde yoğun desteklemeler oldu. Bunun sayesinde kadınlar bugünkü iyi kesimli, iyi dikimli kıyafetlere ulaştılar. Ancak 3 Ekim 1939’daki savaşla hem kadın, hem erkek modasındaki yoğunlaşma kesintiye uğradı.
1940lar…Dünyanın moda merkezi değişiyor mu???
2. Dünya savaşı, dünya modasını sonsuza dek değiştirdi. Almanya moda kontrolünü eline geçirmeye başladı. Fransa moda evlerini Berlin’e taşıyarak Berlin’i, dünyanın moda merkezi olmasını istiyorlardı.
Savaştan önce, New York’taki modacılar, Atlantik Okyanusu’nun etrafına geziler yaparak, her yıl Fransa’daki frapan ve zengin moda şovlarına katılıyor, geri dönüncede Paris’teki modayı kopyalıyorlardı. Birleşik Devletler Paris’ten uzaklaşınca yeni moda yaratma girişimlerine başladılar ve spor giyim üzerine yoğunlaştılar. Bunun sonunda da dünyanın spor giyim merkezi oldular.
1941’de hükümet bütün doğal kumaş stoklarına el koydu. Suni ipekli kumaş endüstrisi hız kazandı. Naylon çoraplar ortadan kalktı.
8 Mart 1942’deki US Government War Production Board giyimin her görünüşünü düzene soktu ve doğal ip kullanımını kısıtladı. Sivil giyimde kullanılan yün tedariki, askeri gereksinimi karşılamak için 204.000 tondan 136.000 tona indirildi. Bütün ülkelerdeki üretimler suni iple yapılmaya başlandı. Viskoz ve suni ipek bunlardan en çok kullanılanlarıydı. Ama maalesef bunlar iyi substitute değildi, çünkü sıcak tutmuyorlardı ve çekiyorlardı.
Amerikan tasarımcılarının öncülüğünü yaptığı spor giyim modası lise kampüslerinden çıktı ve toplumun her katına ve her yaş grubuna uyum sağladı.
25 Ağustos 1944’te nihayet Almanya’nın Paris’i işgali bitmesiyle dünya moda sahnesine yeniden çıkan Fransa’da 53 modacı birleşerek seyahat eden bir sergi yarattılar.
Savaş sonunda mecburen giyilen eski yamanmış giysilerden sıkılan kadınlar değişikliğe hazırdılar ve moda yumuşak, kadınsı ve romantik bir resme büründü.
Bu dönemde revaçta olan detaylar ise: etek kenarlarında, yakalarda, bellerde olan dalgalanmalar; çan, birleşik ve a-line etekler; bluzlar; sütyen ve kemer olarak 2’ye ayrılmış korse ve tekrar ortaya çıkan naylon çoraplar.
Tabi ki savaşın bitmesinin etkileri sadece kadın modasında yaşanmadı, erkek modası da bundan büyük bir oranda etkilendi. Stiller tam kesim ve uzundu. Bu değişimin bir nedeni de savaş zamanı olan kıtlığa karşı olan bir reaksiyondu. Uzun montlar ve tam kesim pantolonlar bolluğun ve lüksün simgesi olarak görülüyordu. Bu giysilerde fazla gösterişliden, hassas olana kadar tüm renkler vardı. El boyaması olan kravatlarında popülerliği vardı. Gökdelenler, egzotik ağaçlar, limuzinler, rodeo yapanlar, gün batımı ve bazen de pin-up kızları kravatların üzerinde görülen şekillerdendi.
2. Dünya Savaşından sonra, Paris’in yüksek modadaki gücünü geri almasıyla Amerikan tasarımcıları spor giyim alanında hız, güvenirlik ve saygı kazandılar.
Savaş sonrası modasında en büyük değişikliklerden biri de erkeklerin modasının günlük gömleklere olan adaptasyonu oldu. 1946’da ve 47’de Hawaii veya Carisca gömlekleri ilk defa Kaliforniya ve Florida plajlarında giyildi. Bu gömlekler parlak renklerden yapılıyordu ve meyve, çiçek, ateş, kadın, deniz resimleri vardı.
Bu dönemin sonunda erkekler üniformalardan yorulmuşlardı ve yeni bir görüntü istiyorlardı. Amerikan tasarımcıları dünyanın spor giyimi üzerindeki hakimiyetlerini bıraktılar. Amerika’nın spor giyimdeki trendlerini Avrupa uygulamaya başladı.
Tarihte ilk defa, genç insanlar modayı yarattılar, yaşlılar da onları takip ettiler.
1950’lerde erkeklerin kıyafet alım sıklıklıkları birbirleri arasında farklılık gösteriyordu. Orta sınıfa mensup olanlar, çalışanlara nazaran daha sık takım elbise alıyordı. Bu olay 1988’lere kadar -her ne kadar bu dönemde alınan kıyafetler takım elbiselerden kota, spor gömleklere, spor kıyafetlere geçiş gösterdiysede- devam etti.
Ancak, 1973’te çalışan erkeklerin, orta sınıftakilerle karşılaştırıldığında, daha fazla miktarda kot, spor gömlek, spor kıyafetler gibi rahat giysileri aldığı görüldü. Bu spor kıyafetleri giymek, iş kıyafetleri giymekten daha fazla postmodernist duyarlılık gösteriyordu.
Kadınlar, 1950’li yıllarda ‘Cigarette’ olarak adlandırılan dar pantolonlar, çiçek motifli kadınsı detaylar taşıyan ‘top’lar, dar ve kısacık ceketler giyiyorlardı. Ayrıca Amerikan filmlerinde sık sık gördüğümüz seksi gecelik ‘baby doll’ler, mini etekle bağdaşan ‘baby doll’ tarzı bluzlar ve Brigitte Bardot stili sarı saçlar oldukça revaçtaydı.
1960’lı yıllarda başlayan hazır giyim (pret a porter) kavramı, moda tarihi bilincini podyumlara taşımaya başladı. Modayı etkileyen önemli akımlar, arşivlerin süzgeçten geçirilerek güncellenmesiyle doğdu. 1960’larda mini etek ‘sokak tarzı’ tarafından benimsenmeye başladı.
Savaş sonrası periyotta erkeksi üniformalar, erkeklerle benzer işlerde çalışan kadınlarda da görünmeye başladı. 1940’larda nakliye işinde çalışan kadınlar erkeklerle aynı şeyleri giyiyorlardı.
Eyalet ve yerel hükümetleri cinsiyet ayrımından uzaklaştırmak için, Amerikan polis departmanı, 1972’de Civil Rights Act’ı (renk, cinsiyet ayırımı gözetmeksizin herkesin yararlanabileceğini öngören ve mağdur olanlara güvence getiren kanun) değiştiren kongreden sonra erkek üniformalarını, kadınların da benimsemesini sağladı. 1973’lerin başında tüm ülke çapındaki polis departmanları, bütün kadınlara, uygun giyinebilme konusunda, erkeklerle aynı hakları verdi.
Etekler pantolonlarla yer değiştirdi, erkeklerin giydiğiyle büyük ölçüde benzer özellikleri olan pantolon, kravat, şapkadan oluşan takımlar yaratıldı. Akabinde demiryolu kondüktörleri, hemşireler ve hava yolları hostesleri işlerinin bir parçası olarak uniseks üniformalar giymeye başladılar.
1978’deki koleksiyonlarda, farklı bir pazar ve daha az sıkıcı bir değişim için sokak punk giysilerinin ağır elementleri –siyah tutsak pantolonları, zincirli ve çengelli iğneli deri ceketler- kullanılmaya başlandı.Club yaşamının ve popüler müziğin etkilerinin 1981’lerde görülmesiyle kıyafetlerde yeniden bir değişiklik yaşandı.
Erkeklerin kıyafet seçimi şu an olduğu gibi o zamanlarda da onların sosyal pozisyonlarının açıklanmasında yararlı oluyordu. Erkeklerin giyim alışkanlıkları sosyal ve endüstri sonrası sosyeteyi gösteren kültürel değişikliklerin bir barometresi gibiydi. Sosyal sınıflar arasındaki hiyerarşik ilişkiler iş yerinde giyilen kıyafeti etkilerken iş yeri dışında rahat aktivitelerin önemi artmakta ve sınıf kodlu giyimden çok, yaş bazlı olacak şekilde karakterize olmaktadır. Bütün bunların etkisiyle Avrupa’da ve Amerika’da kıyafet satışlarında yaş çok önemli bir faktör haline geldi. 1950’lere zıt olarak bugünün modası gençlerin tarzına doğru yöneldi.
Erkeklerde de giyimin doğası kadınlarda olduğu gibi çok önemli değişiklikler göstermiştir. 19. yüzyılda şapka, fiili veya geçici, sosyal bir statü gösterirken 20. yüzyılda iş yerinde giyilen kıyafetler de (rahat kıyafetler, özellikle de t-shirtler) kişilerin kimlikleri hakkında bilgi veriyordı. Kotlar ve t-shirtler, tamamen birbirinden farklı anlamlar gösteriyor. Ayrıca bu dönemde erkek giyiminin ana elemanı olan iş kıyafeti devri kapandı ve anlamında da bir daralma oldu. Aynı zamanda çeşitli kıyafet tipleri ortadan kalktı ancak, siyah derinin motosiklet ceketi olması gibi, güçlü negatif çağrışımlar baskın kültüre sembolik çağrışımlar olarak kullanıldı.
Dışarıdan görüldüğünden daha geniş ve daha karmaşık bir kavram olan moda için 1978’den sonraki 10 yıllık dönem, 1950’lerin motor endüstrisinde, 1970’lerin bilgisayarda olduğu gibi azimli, sonuca götüren bir dönem olmuştur. Ralph Lauren, Calvin Klein ve Giorgio Armani gibi tasarımcılar 1970’lerin ortalarında imkansız gibi görülen bir hızla hiç yoktan önemli bir moda imparatorluğu kurmuşlar ve tasarımcı parası, tasarımcıların sosyal statülerine kaymıştır.
20. yüzyılın sonlarında, kadın özgürlüğünün sembolü olan kravatlar ve erkeklerin 19. yüzyıldaki sosyal statülerine gönüllü karşı koyma, bu zamanlarda kimin, nerede, ne giydiğine bağlı olmaya başladı. Bütün bunlar reklamlarda, moda dergilerinde ve filmlerdeki kadın özgürlüğünün bir sembolü olarak görüldü.
1980’lerin başında idareci kadınlar için eğik kravatlar, muhtemelen kadın gücünün tehdit edilemez iddiası olarak, bayağı popüler oldu. Buna karşılık, sık sık çalışan kadına uygulanan kravatlar (hem kamu sektöründe (askerlik) hem özel sektörde (hava yolları, demir yolları)) anlamını kaybetti ve kadının değişik türdeki bürokratik ve hiyerarşik yapıdaki rutinleşmiş özümsemesini yansıtmaya başladı.
Bu zamanlarda ortaya çıkan süpermodel veya tasarımcı etiketi olan “cat walk” stili kısa sürede bütün sosyal ve coğrafik alanlara ulaştı. Modada bu bağlamdaki değişiklik 20. yüzyılın sonlarındaki “lifestyle” veya kültürel deneyimlerle azalma yoluna girebilir.
Moda daha sade ve takdir edilmiş bir yol izlerken, bazı ekonomik ve sosyal trendleri de yansıtmıştır.
Sembolik direnişe karşı alternatif kıyafetler…
Tarihteki ve kadın dergilerindeki Victorian kültürü, genellikle yerel ideoloji üzerinde baskı uyguluyordu fakat gariptir ki giyimde de bir kararsızlık vardı. Bunun bir sebebi de neden giyimin, yazılı kültüre ters olarak, sözlü ve yazılı sözlü olmayan kültürler arası farklılıklara baskı gösterdiğiydi. Bu farklılıklar sonucu kadınlarda alternatif bir giyim tarzı çıktı. Bu tarzda erkeklerle ortak yönde, gösterişli, ve baskın stile direnen bir giyim vardı. Ayrıca bu tarz daha ucuzdu, üretimi karmaşık değildi ve sınıf farkı gözetmiyordu.
Bu tarz sosyal değişimleri ve sembollerin nasıl değişen yapıya, sosyal kurallara uyum sağladığını tasvir ediyordu. Bu stil daha çok feminist hareketi destekleyen kadınlar tarafından tercih edildi.
Ancak, İngiltere’de kadınların oy kullanma hakkını savunan kadınların hareketi “Women’s Social and Political Union” sert bir şekilde kıyafetlerdeki sembolik güç olan alternatif tarzı reddetti. Reddetmelerinin temelinde bu hakkı savunan kadınların kamu alanını istilaya itilmesi, politik toplantılarına engel olunması ve bazen de mülkiyete zarar verilmesi yatıyordu. Bu hareketler sonunda kadının toplumdaki yeri ve neler yapabileceği gösterilmiş oldu.
19. yüzyılla karşılaştırdığımızda 20. yüzyıl sonlarındaki kıyafetlerin daha karmaşık olduğunu görmekteyiz. 19. yüzyıl kıyafetleri sınıf ve bölgeler arasındaki farklılıkları baz alıyordu. Şehirlerde sınıf kodlarını kabul etmek ve yorumlamak kolayken bölgesel kodlar yersiz görülüyordu.
20. yüzyılın sonlarında ise çeşitli tiplerdeki işler için giyilen kıyafetler deşifre edilmeye oldukça açıktı. Erkekler arasındaki temel farklılık takım elbise giyenler ve giymeyenler arasında ortaya çıkmıştı. Ancak sokak tarzı 19. yüzyıldaki tarzdan çok daha fazla karmaşık. Rahat kıyafetlerin tanımlanması mesleki kıyafetlere göre daha zordur, çünkü bunlar kişinin kendisini ifade etmesinde bir araçtır ve çok fazla farklılık gösterir.
Kadınlarda 19. yüzyılda, cinsiyet ve kişisel kimlik etkilerinin görüldüğü kültürel normlara uygun giyim ve fiziksel görünümdeki değişiklikler, moda değişimindeki klasik modeli takip etti. Bunlar moda tasarımcıları tarafından teklif edildi, önde gelen eğlendiriciler tarafından popüler hale getirildi ve yüksek sınıftaki kadınlar ve bu sınıfa girmek isteyenler tarafından kullanıldı. Fransa’da ortaya çıkan moda giyim, bu ülkedeki geleneksel kadın modellerinin baskısıyla kullanılmaya başlandı.
Buna ters olarak, giyimdeki ve fiziksel görünümdeki yüksek ve orta sınıf normlarındaki değişiklikler marjinal kadınlar arasında başladı ve kamu alanında ayrı bir yere kondu. Bütün bu sınıflara mensup kadınlar kamu alanının avantajlarından yararlandılar, giyimde erkeksi tarzı kabul ettiler, baskın kültüre isyanlarını göstermediler, fakat çeşitli tiplerdeki aktiviteleri kolaylaştırdılar.
19. yüzyılda demode olan giyim çeşitleri 20. yüzyılda nispeten veya tamamen baskın tarz olarak ortaya çıktı.
19. yüzyılda bazı şeylerden mahrum edilmenin başlıca sebepleri arasında insanların sosyal statüsünün seviyesi ve uygunsuz karşılanacağı düşüncesi yer alıyordu. 20. yüzyılın sonlarında ise bu sebepler yerini yaş ve bazı zamanlarda da kişiler arasındaki yarış faktörüne bıraktı. 19. yüzyılda yaşayan kadınlar ve 20. yüzyılda yaşayanların azınlığı, kendi iletişim tarzlarını moda sayesinde geliştirdiler. Sonunda, bu alternatif gündem sterotip veya karikatürler gibi moda tarafından özümsendi.
Ayrıca giyilen kıyafetler, sosyal grupların birbirlerini anlamaları konusunda da bir yol oluşturuyordu. Bir iletişim olarak giyim, evrensel dilden çok bölgesel bir dil haline geldi.
Moda ve giyim, sosyal yapı ve kültür arasındaki ilişkileri fark etme konusunda bir ipucu sunmakta, ayrıca parçalanmış toplumlardaki kültür denetimi için izlenecek yol konusunda bir işaret oluşturmaktadır. 21. yüzyılın artan çok kültürlülük ortamında, giyim kodlarının sosyal gruplar ve bölümler arasındaki ilişki üzerinde ve çelişen hegemonyalara karşılık vermedeki etkisi giderek artmaktadır.
Bugün olduğu gibi o zamanlarda da moda konusunda ‘Tarih tekerrürden ibarettir’ sözü önemli bir yer tutuyordu. Nasıl şu günlerde eskiye rağbet fazlalaştıysa, geçmiş zamanlarda moda olan şeyler birer birer ortaya çıkıyor, herhangi bir savaş veya sosyal olay büyük değişikliklere yol açıyorsa o zamanlarda da aynı gelişmeleri görmek mümkündü.
Cumhuriyet tarihinde dış ticaret politikaları zaman zaman kendine yeterli bir ekonomi yaratmanın araçlarından biri olmuş, zaman zaman da karşılaştırmalı üstünlükler çerçevesinde dışa açılmanın ve dışa açık kalkınma politikalarının temel araçları arasında yerini almıştır. Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden yıllarda, dış ticaret politikalarının belirlenmesinde Osmanlı İmparatorluğundan devralınan ekonomik ve siyasi miras ile, Osmanlı döneminde imzalanarak Cumhuriyet dönemine uzanan anlaşmalardan kaynaklanan sınırlamalar etkili olmuştur. Diğer taraftan, dış ticaret politikaları Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar içinde bulunulan ekonomik ve siyasi ortama bağlı olarak değişken bir seyir izlemiş, söz konusu politikaların tayininde ülke içi ve uluslararası siyasi ve ekonomik koşullar belirleyici olmuştur.
1923-2003 döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nde izlenen dış ticaret politikaları ülkenin temel öncelikleri, sanayileşme politikaları, uluslararası siyasal ve ekonomik konjonktür, doğrultusunda belirlenmiştir. Bu çerçevede dış ticaret politikaları dönem boyunca söz konusu öncelikler ve süregelen siyasi ve ekonomik koşullar açısından değerlendirilerek yeniden şekillendirilmiş ve uygulamaya konulmuştur.
Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden dönemde Cumhuriyetin genel dış ticaret politikalarını ve dış ticaretinin görünümünü değerlendirebilmek açısından, Osmanlı İmparatorluğu döneminde uygulanan dış ticaret politikalarına ve Osmanlı dış ticaretinin yapısına genel bir bakış faydalı olacaktır.
I- Osmanlı İmparatorluğunda Dış Ticaret Politikaları ve Cumhuriyetin Devraldığı Miras
Osmanlı ekonomisinde iç ve dış ticaretin önemli bir yeri vardı. İç ticaret kırsal ve kentsel alanlar arasında mal değişimini arttırırken, bu bölgeler arasında işbölümünün de gelişmesine yardımcı olmuştur. Dış ticaret yoluyla ise, Osmanlı sınırları içerisinde üretilemeyen mallar temin edilmiş, bu da çeşitli kentlerde dış pazarlar için üretim yapan birimlerin gelişmesine yardımcı olmuştur.
15 ve 16. yüzyıllarda İmparatorluğun dış ticaret hacmi ve dış ticarete konu olan malların toplam üretim içerisindeki payı oldukça düşüktür. Bunun temel nedenleri taşımacılığın yeterince gelişmemiş olması, taşımacılık maliyetleri ve oldukça geniş alana yayılan sınırlarından dolayı İmparatorluk içerisinde bölgeler arası gelişmiş bir iş bölümünün varolması sayılabilir. Temel üretim politikası İmparatorluğun kendi kendine yeterli olması iken, dış ticaret politikalarının amacı ise, ülkenin temel gereksinimleri açısından bir darlığa düşmesinin önlenmesi olmuştur. Bu kapsamda ithalat, üretimi yetersiz ürünlerin temini amacıyla teşvik edilirken, ihracat ise halkın temel gereksinimlerinde bir darlığa sebep olmaması için zaman zaman yasaklanıyordu. 15 ve 16. yüzyıllarda Osmanlıların dış ticareti Doğu Akdeniz, Doğu Avrupa ve Orta Doğu bölgelerine yoğunlaşmışken, Orta ve Batı Avrupa ile ticaret oldukça sınırlı kalmıştır.
17 ve 18. yüzyıllarda Avrupa devletleri, milli serveti oluşturan altın ve gümüş miktarının artırılması ve bu amaçla dış ticaret fazlası verilmesi şeklinde tanımlanan ve ihracatı teşvik etmek, ithalatı sınırlamak, yerli üreticileri dış rekabetten korumak gibi araçlarla şekillendirilen merkantilist politikaları uygularken, Osmanlılar sadece 15 ve 16. yüzyılda değil, 17 ve 18. yüzyıllarda bile bu politikaların tersine politikalar izlemişlerdir. Osmanlı dış ticaret politikasının amaçları ülkenin temel gereksinimlerinde bir darlığın önüne geçilmesi ve vergi gelirlerinin artırılması olmuştur. Bu amaçlardan dolayı ülkeye mal temininin bir vasıtası olarak görülen ve gümrük vergileri yoluyla devlet gelirlerine katkıda bulunan ithalat her zaman desteklenmiş, ihracat ise darlık zamanlarında sınırlandırılmıştır. Diğer taraftan, yerli üreticilerin dış rekabete karşı korunması Osmanlı yönetiminin öncelikleri arasında yer almazken, söz konusu dönem ithalatında mamul malların oranının sınırlı kalması ve yerli üreticileri tehdit edecek boyutlara ulaşmamış olması korumacılığın dış ticaret politikaları arasında yer bulamamasına yol açmıştır. Osmanlı İmparatorluğu dış ticareti dış politikanın bir aracı olarak görmüş, yapılan ticaret anlaşmaları, çeşitli ülkelere verilen ekonomik imtiyazlar hep dış politikadaki öncelikler göz önüne alınarak uygulamaya konulmuştur.
Avrupa’nın merkantilist politikalarının tam tersine Osmanlılar ticareti özendirebilmek amacıyla 14. yüzyıldan itibaren Avrupa ülkelerinin ticaret gemilerine ve tüccarlarına çeşitli ayrıcalıklar tanımıştı. 16. yüzyılda ticari, mali ve siyasi nedenlerle kapitülasyonlar adı altında Avrupa ülkeleri vatandaşlarına karşılıklı olmak üzere tanınan ayrıcalıkların olumsuz etkileri, İmparatorluğun güçlü olduğu dönemlerde sınırlı kalmakla beraber, daha sonraları İmparatorluk siyasal açıdan zayıf düştükçe, Avrupalıların söz konusu ayrıcalıkları genişletmeleri neticesinde Osmanlı Devletine büyük sorunlar yaratmıştır.
18. yüzyılın sonuna gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu büyük ölçüde kendi kendine yeterli bir üretim hacmine sahipti. Söz konusu dönemde Avrupa ile yapılan ticaret, toplam üretim ve tüketim içerisinde oldukça sınırlı bir düzeyde bulunmaktaydı ve Avrupa mamul malları Osmanlı pazarını henüz istila etmemişti.
19. yüzyılda ise Osmanlıların dış ticareti hızla genişlemiş ve ithal mallar yoğun bir şekilde Osmanlı pazarına girmeye başlamıştır. 19. yüzyıl başlarında dış ticaretin hacmi toplam üretimin yüzde 1-2’sini geçmezken, 1820’lerden I. Dünya Savaşına kadar geçen sürede Osmanlı ekonomisinin Batı ve Orta Avrupa ülkeleri ile ilişkileri de artmış ve İmparatorluğun dış ticareti 10 kat büyümüştür. Bu büyümede 1838’de imzalanan Balta Limanı Ticaret Anlaşmasının yarattığı ticaret ortamının da payı bulunurken, sanayi devrimini tamamlamış Avrupa ülkeleri ile Osmanlının üretim yapıları arasındaki farklılıklar ve Avrupa mallarının rekabet gücünün yüksekliği de etkili olmuştur.
Balta Limanı Ticaret Anlaşması ile, Osmanlı Devleti uygulayacağı gümrük vergilerini Avrupa devletleriyle beraber saptamayı kabul etmiş ve bağımsız bir dış ticaret politikası izleme hakkından vazgeçmişti. İmparatorluğun söz konusu anlaşmanın hükümlerinden kendini kurtarması ve bağımsız bir dış ticaret politikası izlemesi ise, ancak I. Dünya Savaşının başlamasının ardından savaşın yarattığı olağanüstü koşullar altında mümkün olabilmiştir. Cumhuriyet hükümetinin tam bağımsız bir dış ticaret politikasına kavuşması ise ancak 1929’dan sonra mümkün olmuştur.
20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğunun dış ticaretinin kompozisyonuna bakıldığında, temel ihracat mallarını tütün, üzüm, incir, ham ipek, tiftik, afyon, meşe palamudu, fındık, pamuk, zeytinyağı oluştururken, mamul mal olarak ihracatta ağırlığı olan tek ürün grubu ise elde dokunmuş halı ve kilimdir. İthalatın ise yarıdan fazlası mamul mallardan özellikle pamuklu ve yünlü tekstil ürünleri ile silah, cephane, çeşitli makineler ve demiryolu malzemelerinden oluşmaktaydı. Gıda ithalatı içerisinde ise şeker çay ve kahve gibi İmparatorlukta üretilemeyen ürünler ile buğday, un ve pirinç yer almaktaydı. İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya ve Rusya Osmanlı İmparatorluğunun dış ticaretinde önde gelen ülkeler arasındaydı.
I. Dünya Savaşı döneminde İmparatorluğun uygulamakta olduğu dışa açık ekonomi politikaları terk edilmiş, korumacı politikalar uygulanmaya başlanmıştır. Savaşla beraber imparatorluğun toplam tüketiminin yaklaşık beşte birini oluşturan mamul mallar ve gıda mamulleri ithalatı tümüyle durmuştur. Bu gelişme ithal ikameci üretim politikalarının gündeme gelmesine yol açmıştır. Terk edilen liberal ekonomi politikaları yerine, kendi kendine yeterli ve korumacı bir ekonomi oluşturmak çerçevesinde kapitülasyonlar tek taraflı olarak kaldırılmış ve yerli üretimi korumayı amaçlayan yeni ticaret politikaları uygulamaya konulmuştur.
1920’li ve 1930’lu yıllarda Türkiye geri kalmış bir tarım ekonomisi durumundaydı. 1927 yılında fiilen çalışan nüfus içerisinde tarım alanında çalışanların oranı yüzde 82 dolaylarında iken, tarım sektörü ülke dış ticaret gelirlerinin yüzde 83’ünü sağlamaktaydı. Sanayi sektörü ise yurt içi talebin bile çok düşük bir kısmını karşılamaktaydı. Tekstil sektörünün en gelişmiş sanayi sektörü olarak toplam yurt içi talebin yüzde 25’ini karşılayamamakta olduğu göz önüne alınırsa, Cumhuriyetin ilk yıllarında sanayi sektörü ve Osmanlı İmparatorluğundan devralınan ekonomik mirasın durumu daha net anlaşılır.
II- Cumhuriyet Kuruldu: 1923-1929
1923 yılı Anadolu’da yeni bir devletin kurulduğu ve Osmanlı İmparatorluğunun tarihe karıştığı bir yıl olarak siyasi anlamda büyük bir dönüşümü, bir devrimi temsil ederken, iktisadi anlamda geçmişle bir kopuş niteliği taşımaz. İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra İmparatorluğun 1922 yılına kadar izlediği ekonomi politikaları ile 1923 sonrası ekonomi politikaları varolan koşulların elverdiği ölçüde tam bir süreklilik ve tutarlılık içindedir. 1923 sonrasında, devlet desteğinde milli burjuvazi yetiştirilmesini ve söz konusu yerli sermayedarların büyüme ve kalkınmanın itici gücünü oluşturmasını amaçlayan “milli iktisat” okulunun ekonomi politikaları uygulanırken, bu okulun yerli sanayiyi korumacı ve sanayileşmeci politikaları Lozan Anlaşması ile gümrük politikaları üzerine konulan sınırlamalar nedeniyle uygulamaya konulamamıştır.
Cumhuriyetin kuruluşundan 1929 Dünya buhranına kadar olan dönemi, dışa açık ekonomi politikaları ile ekonominin yeniden yapılandırıldığı bir dönem olarak nitelendirmek mümkündür. 1923-1929 döneminin temel özelliği dış ticaret politikaları üzerinde Lozan Anlaşması hükümlerinden kaynaklanan sınırlamaların varlığıdır. Lozan Anlaşmasına ek olarak imzalanan Ticaret Sözleşmesi uyarınca, Türkiye’nin 5 yıl süre ile diğer ülkelere karşı uygulayabileceği ekonomi politikaları dondurulmuş, bazı istisnalar haricinde ihracat ve ithalat yasaklarının kaldırılması, yenilerinin konmaması, gümrük tarifelerinin ise 5 yıl boyunca değişmemesi kabul edilmiştir. Bu kapsamda 1916 yılının Osmanlı gümrük tarifesi esas alınmış ve yeni Cumhuriyetin gümrük gelirlerini artırmak ve sanayisini dış rekabetten korumak amacıyla kullanabileceği politika araçları elinden alınmıştı. Lozan Anlaşması ile saptanan gümrük tarife oranları ile ulusal ekonominin korunma oranı sadece yüzde 12,9’da kalmıştır. Söz konusu sınırlamalar 1928’de son bulurken, 1929’da Türkiye gümrük tarifelerini değiştirme olanağına kavuşmuştur. 1925’den itibaren üzerinde çalışılan yeni gümrük tarifesi oranları ile ortalama koruma oranı yüzde 45,7’ye yükseltilmiştir. Diğer taraftan söz konusu dönem itibarıyla tütün, kuru üzüm, pamuk, incir, fındık, yün, afyon ve yumurtanın toplam ihracatın yüzde 60-72’sini, sınai tüketim malları ise toplam ithalatın önemli bir kısmını oluşturmaktadır. 1923-1929 döneminde ithalatın GSYİH’ya ortalama oranı sadece yüzde 14,4, ihracatın oranı ise 10,6 olmasına rağmen, 1929 sonrası dönemin korumacı ve sanayileşmeci ekonomi politikaları nedeniyle, söz konusu dönem Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takip eden yarım yüzyılın en dışa açık dönemi olmuştur.
1923 ile 1925 yılları arasında I. Dünya Savaşı buhranını atlatan dünya ekonomisinin hızlı büyümesi ve Kurtuluş Savaşının ardından Türkiye ekonomisindeki canlanmanın etkisiyle dış ticaret hacmi önemli oranlarda büyümüştür. 1926’dan itibaren ise dünya ekonomik buhranına paralel olarak dış ticaret hacminde daralmalar meydana gelmiştir. Söz konusu daralmaların en önemli sebebi, tarım ürünleri ihracatının en önemli bölümünü oluşturan tütünün (toplam ihracat değerinin yüzde 36,2’si) fiyatında dünya pazarlarında yaşanan düşüşlerdir.
Cumhuriyetin kuruluş döneminde, tarıma dayalı ekonomik yapı ihracatın da kompozisyonunu belirlemekteydi. 1923-1929 yılları arasında sanayi ürünlerinin ihracat içerisindeki payı yüzde 8,6 iken, tarım ürünlerinin payı yüzde 86,3, madencilik ürünlerinin payı ise, yüzde 4 dolaylarındaydı. Kuruluş yıllarını takip eden dönemde ihracatın ezici bir şekilde tarım ürünleri ağırlıklı yapısında bir değişiklik olmazken, ithalatta ise ithal ikameci eğilimleri yansıtan ve ithal ikameci politikalara götüren bir süreç yaşanmıştır. 1924 yılında, yatırım mallarının bir göstergesi olarak, madeni eşya ve makine ithalatının toplam ithalat içerisindeki payı yüzde 11,8 iken, 1928’de yüzde 21,9’a yükselmiştir. Bu durum, Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden dönemde, üretim hacmini genişletmek amacıyla yapılan ithalatın arttığına ve ülkenin sanayileşme çabalarına işaret etmektedir.
1928 yılında Ticaret ve Tarım Bakanlıkları birleştirilerek kurulan İktisat Vekaleti ekonomi politikalarının belirlenmesi ve uygulanması açısından yeni bir örgütlenme anlamına gelmektedir. Diğer taraftan 1929 yılında ithalat ve ihracat alanında dünya ekonomisindeki gelişme ve değişiklikleri takip ederek ülkemiz tüccar ve sanayicilerini haberdar etmek, ihraç malları için mevcut kaynakların araştırılması, Türk ve Dünya tüccarları arasında ticaret bağlarının kurulması için imkan yaratılması doğrultusunda “Harici Ticaret Dairesi” kurulması amacıyla T.B.M.M.’ye sevk edilen kanun tasarısı kanunlaşmamıştır. Ancak söz konusu çabalar dönemin ekonomi, özellikle dış ticaret alanlarında ekonomi politikası arayışlarının önemli göstergeleri olmuştur. Sanayileşme çabaları içerisinde 1927 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun özel bir yeri vardır. Geniş bir teşvik politikası uygulanması amacı ile çıkarılan kanunun amaçlarından biri; “…Sanayi-i milliyemizin teşvik ve himayesine memleketimizde dahili istihlakımıza kifayet ettirdikten başka, belli başlı ihracat yapan sanayi müesseleri vücuda getirilmesi…” idi. Söz konusu Kanunla sağlanan birçok ayrıcalık ve desteğe ek olarak verilen bir diğer ayrıcalık da işletmeleri yurt içinde üretilen bir mal dışardan gelen ikame mala göre yüzde 10 pahalı olsa bile yerli malını kullandırılmaya zorlamasıdır. Bu politika ile gümrük tarifelerinin artırılamadığı bir dönemde başka önlemlerle yerli üretimin korunması sağlanmıştır.
Lozan Anlaşması hükümleri ile yeni Türk devletinin dış ticaret politikasındaki temel araçlarından olan gümrük tarifelerini değiştirme gücü elinden alınsa da, 1929’a kadar ithalatı düzenleme ve yerli üreticiyi koruma amacıyla başka politika araçlarından yararlanılmıştır. Örneğin, tüketim vergilerinin artırılması yoluyla ithal mallarının iç piyasa fiyatlarının artırılması ve tüketiminin azaltılması dolayısıyla ithalat miktarının düşürülmesi, devlet tekelleri oluşturulması suretiyle yeni üretim alanları yaratarak ithalatın kısılması ve Lozan’da imzası olmayan ülkelere daha yüksek gümrük vergileri uygulanması gibi yöntemlere başvurulmuştur.
Lozan Anlaşması çerçevesindeki kısıtlamaların kalkmasıyla, 1929 yılı Haziran ayında çıkarılan Gümrük Tarife Kanunu ile korumacı bir gümrük politikasına geçilmiştir. Söz konusu kanunun hangi nitelikte çıkarılacağı uzun zamandır yürütülen hazırlık çalışmaları çerçevesinde bilindiği için, kanun çıkarılmadan önce ithalatın spekülatif olarak aşırı boyutta artması dış ticaret açığının önemli oranda büyümesine yol açmıştır. Ancak Kanunun çıkmasının ardından alınan önlemlerin Dünya ekonomik buhranının gerektirdiği politikalarla uyumu göz önüne alındığında, Kanunun önemi ortaya çıkar.
Dış ticaret açığı üzerinde bazı malların ihracatında yaşanan düşüşler önemli olmakla beraber, dış ticaret hadlerinde yaşanan gelişmeler de önem taşımaktadır. 1900’lerin başından beri tarım ürünleri ve sanayi ürünleri fiyatlarında meydana gelen değişiklikler dış ticaret hadlerinin Türkiye aleyhine değişmesine yol açmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan 1929’a kadar geçen süreçte yaşanan dış açıklarda savaş döneminde kısıtlanmış ithal talebinin harekete geçmesi ve düşük gümrük tarifeleri etkili olurken, 1929’da bunlara ek olarak dış ticaret hadlerinde yaşanan gelişmeler de açığa katkı yapmıştır.
III- Buhran Yılları ve Genç Cumhuriyetin Dış Ticaret Politikaları
1929 Dünya buhranının Türkiye’yi etkilemesi öncelikle Türk parasının değerinin düşmesiyle başlamıştır. Bu düşüşün temel nedenleri arasında; 1929 yılında meydana gelen spekülatif ithalat artışı sonucunda dış açığının yüzde 100’den fazla büyümesi, dünya ticaretindeki daralma, tarım ürünlerinin uluslararası fiyatlarında yaşanan düşüşler gibi nedenler vardı. Büyük Buhranın Türkiye üzerindeki ikinci etkisi, 1929 ve izleyen yıllarda hammadde ve tarım ürünlerinin Dünya pazarlarındaki fiyatları aşırı düşmesi nedeniyle ülkenin ihracat gelirlerinde yaşanan önemli daralmaydı. Dışa açık ekonomik yapı içerisinde 1929 Ekonomik Buhranına gidiş sürecinin etkilerini 1926’dan beri hissetmeye başlayan Türkiye ekonomisi böylece dışa kapanmaya başlamış, 1929 sonrasında Türkiye ekonomisi için yeni bir dönem başlamıştır. Devletin ekonomik yapı içerisindeki rolü oldukça artmış ve devletçi ekonomi politikaları uygulanmaya başlanmıştır. 1930 yılından 1939’a kadar olan dönem, korumacı ve devletçi politikaların egemen olduğu bir dönem olmuştur. Dünya ekonomisinde büyük bir buhranın yaşandığı söz konusu dönem, Türkiye açısından 1908’den beri süreklilik arz eden ekonomi politikalarında keskin bir dönüşümü temsil ederken, bu dönemde Türkiye ekonomisi dışa kapanmış ve devlet desteği ile milli bir sanayileşme hareketine girişilmiştir.
1929 Büyük Buhranı, hammadde ihracatçısı ve çoğunlukla tüketim mallarından oluşan sanayi malı ithalatçısı olan ve Dünya ticaretine serbest ticaret koşulları altında katılan Türkiye ve Türkiye benzeri tüm azgelişmiş ülkeleri benzer biçimde etkilemiştir. Büyük Buhran sırasında Dünya ticaretinde hammadde fiyatları sanayi malı fiyatlarından daha fazla düşmüş, böylece ihracatın reel alım gücü azalırken, şeker, un ve kumaş gibi zorunlu sanayi tüketim mallarının ithalatındaki daralmalar toplumsal yaşamda problemler yaratmıştır. Lozan Anlaşmasının gümrük vergileri üzerindeki sınırlayıcı hükümlerinin kalkması ve Buhran koşullarının etkisiyle Türkiye ekonomisi dışa kapanmaya başlamış ve özellikle un, şeker ve kumaş gibi sanayi mallarından başlayan ithal ikameci yatırımlara hız verilmiştir.
Bu kapsamda 1929 ile 1931 dış ticarette korumacılığın ve kambiyo denetimlerinin etkinlik kazandığı, 1932 ise devletçi politikaların uygulanmaya başlandığı yıllar olmuştur. Devletçi politikaların temel niteliği, devletin tarım dışındaki üretim alanlarına doğrudan üretici olarak girmesidir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında desteklenen ve sanayileşmenin itici gücü olması beklenen özel sektörden beklenen atılımın çıkarılamaması, devleti doğrudan üretici olarak piyasaya girmek zorunda bırakmış ve 1930 sonrası sanayileşme çabalarının odağına devlet eliyle oluşturulan teşebbüsler oturtulmuştur. 1929 Buhranının Türkiye ekonomisini etki altına almasının ardından oluşan ekonomik ortamda yabancı sermaye girişlerinin yetersizliği, yerli özel sermayenin zayıflığı, devlet eliyle gerçekleştirilen yatırımları ve devletçi sanayileşmeyi 1930’lu yıllarda ekonomi politikalarının temel ekseni durumuna getirmiştir. Söz konusu politikalar doğrultusunda ve ithalatın kısılması ile Türkiye 1930-1945 arasında dış ticaret dengesinde yalnızca 1938 yılında açık vermiştir. Dış ticarette verilen açıktan fazlaya geçilmesinin 1923 ile 1929 yılları arasındaki dönem göz önüne alındığında esas olarak ithalatın kısılmasından kaynaklandığı anlaşılır.
Dünya buhranı ve bu buhranın ülkemiz üzerine yansımaları ekonomi politikaları ve ekonomi ile ilgili kurumlar açısından değişiklikler yapılması sonucunu doğurmuştur. “Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun” ile spekülasyona yönelik girişimler denetim altına alınmış, “Ticarette Tağşiş’in Men-i ve İhracatın Murakebesi ve Korunması Hakkında Kanun” ile ihraç mallarının kalitesinin artırılması, ihracatta standartlara uygunluk sağlanması, ihracatçılara ambalajlama ve benzeri konuların öneminin anlatılması hedeflenmiş, “Ticaret Mukavelesi ve Modüs Vivendi Aktedmeyen Devletler Ülkesinden Türkiye’ye Yapılacak İthalata Memnuiyetler veya Tahdit veyahut Takyitler Tatbikine Dair Kanun” ile de Türkiye ile ticaret anlaşması yapmamış veya anlaşma konusunda Türk hükümetinin önerilerini sonuçlandırmamış ya da Modüs Vivendi yapmaktan kaçınan ülkelerden yapılacak ithalatı yasaklama, sınırlandırma veya müsaadeye bağlama konularında Bakanlar Kurulu’na yetki verilmiştir. Söz konusu kanunla, ithalat kotalarının önü açılarak ithal ikameci yapılanma konusunda yeni bir politika aracı kazanılmıştır. Söz konusu kanunlar yoluyla hükümetin dış ticaret üzerindeki kontrolleri artırılmış, devletçi politikaların uygulanması kolaylaştırılmıştır. Yeni dönemde Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti ile Merkez Bankasının kuruluşları da dönemin ekonomi politikaları açısından önem taşımaktadır. Cemiyetin amaçları kitleleri tasarrufa yönlendirmek, yerli malı kullanımını özendirmek, yerli mallarının kalitelerinin artırılmasını sağlamak iken, Merkez Bankası ile Türk parasına istikrar kazandırarak, ekonomik kalkınmaya yardımcı olmak amaçlanmıştır.
1930’larda ekonomi politikalarında yeni bir dış ticaret örgütlenmesinin gerekliliği de ön plana çıkmıştır. Önceleri dış ticaret dengesiyle ilgili önlemler (ithalatın sınırlandırılması ve takas yoluyla ithalatın ihracatı artırmanın bir aracı olarak kullanılması gibi) ithalat üzerine kurulmuşken, bu dönemde dış ticaret dengesini düzeltmenin diğer bir aracı olan ihracatı artırmak doğrultusunda, dış piyasalarla ilgili bilgi girişinin sağlanması ve Türk mallarının dış pazarlarda tanıtımının yapılması da dış ticaret politikaları içerisinde önem kazanmıştır. Türkiye’nin ihracatını geliştirebilmesi amacıyla tüm önemli ihracat pazarlarında ticaret ataşelikleri kurulması ve Türk mallarının tanıtılması amacıyla uluslararası fuarlara katılım sağlanması, ekonomi ve dış ticarette yeni bir örgütlenmeye gidilmesi söz konusu dönemin üzerinde durduğu önlemler arasında yer almıştır. Bu düzenlemeler doğrultusunda 1934 yılında kurulan Türkofis, yeni teşkilatlanmanın en önemli aracı olarak tanıtılmış ve Türkofis ile, Türk mallarının dış pazarlarda sürümünü kolaylaştıracak yolları araştırmak ve ticaretle uğraşanlara yardımcı olmak gibi konular hedeflenmiştir. Söz konusu örgütlenme ile ilgili yasa 1934 yılında kabul edildikten sonra Türkofis kurulmuş, böylece dış ticarette özel girişimciye yol gösterme amaçlı bir örgütlenmeye gidilmiştir.
IV- II. Dünya Savaşı ve Sonrası
Türkiye Cumhuriyeti II. Dünya Savaşı döneminde savaş ekonomisi koşullarını bütün ağırlığıyla hissetmiştir. Büyük Buhran sonrası ekonomi politikaları ile önemli oranda daralmış olan ithalat, Savaş başladığında yarı yarıya azalmış, savaş yıllarında da dış ticaret dengesi fazla vermeye devam etmiştir. Üretime giden hammadde, ara malı ve yatırım malları ithalatının azalması ve üretimin düşmesi ile, ülke ekonomisinin daralması ve enflasyonist ortam, savaş dönemi ve sonrasındaki politikaların biçimlendirilmesinde etkili olmuştur.
II. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan süreç Türkiye Cumhuriyetini siyasi olarak çok partili parlamenter rejime götüren bir dönem olurken, iktisadi politikalar açısından da önemli bir dönüşümün yaşandığı bir dönem olmuştur. Söz konusu dönemde 1930 sonrasında izlenen dışa kapalı, korumacı, dış dengeye önem veren politikalar terk edilerek serbest ticaretçi iktisat politikaları uygulanmaya başlanmıştır. İthalatın serbestleştirilmesiyle birlikte 1947’den itibaren ithalatta önemli artışlar yaşanmış ve dış ticarette açık vermeye başlanmıştır. Bu tarihten sonra dış ticaret açıkları kronik bir hal almış, dış ticaret açıklarının dış yardım, kredi ve yabancı sermaye yatırımları ile karşılanması süreci de Türkiye Cumhuriyeti iktisadi hayatına yerleşmiştir.
1930’lara damgasını vuran korumacı dış ticaret politikaları, 1946 yılında Türk lirasının yüzde 100’den fazla değer kaybetmesi ve liberalizasyon listelerinin saptanarak ithalatta kota uygulamasının sınırlandırılması ile terk edilmeye başlanmıştır. 1950 yılında ilan edilen ithalat rejimi ile ithalatı serbestleştirme hareketinde önemli bir aşama kaydedilmiş ve koruma önlemlerinin büyük ölçüde gümrük tarifeleri ile yürütüldüğü dış ticaret politikalarına geçiş yapılmıştır. Söz konusu politikalarla II. Dünya Savaşı sırasında ve savaş dönemini takip eden birkaç yıl süresince verilen toplam 500 milyon dolar dış ticaret açığı ise dış yardımlar ve krediler yoluyla karşılanmıştır.
1954-1961 yılları arasında II. Dünya Savaşının ardından uygulanan serbest ticaret politikaları terk edilmiş ve ihraç mallarına yönelik talebin düşmesi ve ithalat için kullanılabilir dış kaynakların yetersizliği nedeniyle ithalatta önemli boyutta kısıtlamalar yapılmıştır. Savaş sonrası dönemde serbest ticaret ortamında dış dengenin sağlanamayacağı görülünce, dış ticarette kontrollü bir rejim uygulanmaya başlanmış ve tüketim malı ithalatındaki düşüşlerinin devlet eliyle gerçekleştirilen yatırımlar ve ithal ikameci politikalarla karşılanması amaçlanmıştır. Bu dönemde söz konusu politika değişikliğinin öncesinde toplam ithalatın yüzde 20-25’ini oluşturan tüketim malları ithalatı yüzde 10’un altına düşmüştür.
1953 yılında çıkarılan kararnamelerle dış ticaret ve kambiyo rejimlerinde serbestliğin kaldırılması politikası, 1954 yılında dış ticarete getirilen yeni kontrol ve sınırlamalar ile devam ettirilmiştir. Dış ticarette liberal politikaların terk edilmesinin ve korumacı politikalara başvurulmasının temelinde yatan, kronikleşen ve büyüyen dış ticaret açıkları ile bu açıkların karşılanmasında kullanılan dış kaynak yetersizliği olmuştur. 1958’e gelindiğinde ithalattaki büyük düşüş ve dış baskılar neticesinde gerçekleştirilen devalüasyon sonrasında, dış ticaret üzerine konulan sınırlamalar azaltılmış ve dışarıdan sağlanan kaynaklar yoluyla da ithalat yeniden artmıştır. 1953-1961 yılları arasındaki dönemde istikrarlı bir şekilde hareket eden ve büyük ölçüde tarım ürünlerinden oluşan ihracat sayesinde, dış ticaret açıkları daraltılmış ve sürdürülebilir olmuştur.
V- Planlı Dönem
1960’larda ekonomi politikalarında planlama dönemi başlamış, 1961’de başlayan yeni dönem; ithal ikameci, korumacı dış ticaret politikalarının sürdürüldüğü ve iç piyasaya yönelik bir sanayileşme politikasının benimsendiği bir dönem olmuştur. İthal ikameci yatırım politikalarının zaman içerisinde ekonominin dışa bağımlılığını azaltması beklenirken, söz konusu dönemde uygulanan politikalar tam aksi bir sonuca götürmüş, ekonomi daha çok dışa bağımlı bir hale gelmiştir. İthal ikameci politikaların ithalat üzerinde daraltıcı bir etki yaratmaması ve iç piyasaya yönelik üretim yapan sanayinin ithalata bağımlılığı ile ihracatın milli gelir içerisindeki payının oldukça düşük düzeyde kalması bir araya geldiğinde dış açıklar bu dönemde önemli oranda artmıştır. Söz konusu dönemde ihracatta gelişme sağlanamamasının en önemli nedenleri; dış ticaret politikalarının iç piyasaya üretim yapan, ithal girdilere bağımlı sanayiyi destekleme amacı taşıması ve ihracatın geleneksel tarım ürünlerinden oluşmasıydı. İhracatın dış açıkların kapanması yönünde önemli bir kalem olabilmesinin yolu sanayi ürünlerinin ihracat içerisindeki payının artırılması, bu artışın yolu ise sanayileşme sürecinin belirli bir aşamaya gelmiş olması ve sanayi yatırımlarının ileri teknoloji ile üretim yapan, düşük maliyetli üretim ölçeklerine ulaşmış olmasıydı. Bu koşullar ise ancak belli sanayi kollarında kısmen gerçekleştirilmiş ve 1960’larda toplam ihracat içerisinde sanayi ürünlerinin payı yüzde 13-18 arasında değişirken, 1970’lerde yüzde 20-39’lara yükselmiştir.
Planlı dönemin dış ticaret politikaları ve ithal ikameci sanayileşme politikaları ile, ödemeler dengesi üzerindeki baskıyı azaltmak amacıyla çeşitli ürünlerin ülkeye girişi yasaklanmıştı. Söz konusu yasaklamalarla bir taraftan dış ticaret açıklarının azaltılması diğer taraftan sanayileşmenin özendirilerek hızlandırılması beklenmekteydi. İthal ikamesi doğrultusunda yerli sanayiyi özendirmek amacıyla; yatırım indirimleri, gümrük muafiyetleri, yatırım malları ithalatına tanınan kolaylıklar, sanayiye ucuz ve uygun vadeli krediler, sanayi ürünleri ihracatına vergi iadesi getirilmesi, ihracata yönelik sanayilere proje safhasında döviz tahsisi, yatırımlarda yerli sanayi ürünü kullanımının teşvik edilmesi ve benzeri birçok destekler sağlanmıştır. Ancak ihracata yönelik sanayilere ek kolaylıklar sağlanması yoluyla üretimi ihracata yönlendirmek istense de, dış rekabete karşı korunan hazır bir iç pazarın cazibesi karşısında üretimin dışarıya yönlendirilmesi mümkün olmamıştır. Diğer taraftan ithal ikameci politikalardan beklenenin aksine, ithal ikameci sanayilerin dışa bağımlılığı sebebiyle ithalat önemli oranda artmış, ihracatta önemli bir gelişme olmayınca da dış açık büyük çapta genişlemiş ve ödemeler dengesi sürekli açık vermiştir. 1965’lerden 1980’lere gelindiğinde ithalatın GSYİH’a oranı önemli ölçüde artarken, söz konusu oran ihracat için değişmemiş hatta düşmüştür. Ayrıca bu periyodda dış ticaret hadleri de sürekli olarak Türkiye’nin aleyhine gelişmiştir.
Türkiye ekonomisi 1962-1976 yılları arasında ithalata bağımlıyken ve ihracatı durgun bir seyir izlerken, istikrarlı ve yüksek oranlı büyümelerin gerçekleştirilmesinin temel nedeni, söz konusu dönemde ülkeye giren önemli boyuttaki dış kaynaktır. Bu dönemde dış ticaret açıkları işçi dövizleri, kısa ve uzun vadeli krediler gibi dış kaynaklar yoluyla karşılanmıştır.
1960’lı yıllar boyunca dış ticaret politikaları sabit döviz kuru, kambiyo kontrolleri ve kotalar aracılığıyla yürütülmüştür. Beş yıllık planlar çerçevesinde ve söz konusu planların öncelikleri doğrultusunda, politika önlemleri sektörler arasında seçici bir şekilde uygulanmıştır. Katlı kur sistemi, ithal vergileri, ithalattan alınan damga resimleri, ithalatçıların Merkez Bankasına yatırdıkları teminat miktarları gibi araçlar kullanılarak bazı malların ithalatı sınırlandırılmaya çalışılırken, yatırım malları ve sanayi hammaddeleri ithalatı ise vergiden muaf tutularak özendirilmiştir. Diğer taraftan 1970 yılında ithalattan alınan teminatlar ve damga resimleri düşürülmüş ve hazırlanan daha geniş liberasyon listeleri yoluyla dış ticaretin serbestleştirilmesi yönünde politikalar izlenmeye başlanmıştır. Söz konusu politikalar uluslararası ekonomik kuruluşların tavsiyeleri doğrultusunda alındığından 1970-1974 arasında dış krediler açısından bir rahatlama dönemi yaşanmış ve işçi dövizleri girişi de arttığı için, dönem dış ticaret dengeleri açısından sorunsuz atlatılmıştır. 1974 sonrasında petrol fiyatlarındaki beklenmedik artış neticesinde Dünya ekonomisinin yaşadığı bunalımın Türkiye ekonomisine etkileri ülkeye dış kaynak girişi ile ertelenmiş ve ithalattaki artış devam ettirilmiştir. Dünyadaki ekonomik bunalıma rağmen Türkiye ekonomisi 1975-1976 yıllarında yüzde 8 civarında büyürken, 1976 yılında ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 33’lere düşmüştür.
Sonuç itibariyle 1962 ile 1976 yılları arasındaki dönemde ithalatın GSMH’deki payı önemli oranda artmış, ihracatın ithalatı karşılama oranı ise aynı şekilde düşmüştür. Söz konusu dönem itibariyle ithalat artışı göz önüne alındığında, sürdürülen ithal ikameci politikalar ile beklenen amaçlara ulaşılamadığı görülür. Bu dönemde ekonomi dış kaynaklar yoluyla büyümüş, sanayi ürünleri ihracatında gereken sıçrama zamanında yapılamamış ve dış ticaret açıkları artmıştır.
VI- Dünya Petrol Krizi; Türkiye 24 Ocak’a Doğru
1970’lerde artan petrol fiyatlarının Dünya ekonomisini bunalıma sürüklediği bir dönemde, kısa dönemli borçlanmalarla büyüyen ve ithalatı artmaya devam eden Türk ekonomisinin, 1977’de dış dengeleri büyük çapta bozulmuştur. 1977’de ihracat önemli oranda gerilerken, ithalat yüzde 13 artmış, böylece dış ticaret açığı 4 milyar doları aşarken, ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 30’lara düşmüştür. Dengelerin bu denli bozulması dış kredilerin kesilmesini ve ithalatın tümünün peşin ödeme ile karşılanması gereğini doğurdu. Bu şekilde dış kaynakların önünün kesilmesi, 1978 ve 1979 yıllarında ithalatın durgunlaşmasına ve büyümenin durmasına yol açmış, ihracatta ise artış eğilimi başlamıştır.
1974’de OPEC’in petrol fiyatlarını artırması ödemeler dengesi üzerindeki baskıyı önemli ölçüde artırmış, enflasyonist baskı yaratmış, kriz ortamında dış kaynakların azalması da ekonomiyi olumsuz yönde etkilemiştir. Ham petrol fiyatlarındaki artış ham petrolün toplam ithalat içerisindeki payını sürekli olarak artırmıştır. 1980 yılında ham petrol ithalatı 2,9 milyar dolar olurken, aynı yılın toplam ihracat değerinin de 2,9 milyar olduğu göz önüne alınırsa ham petrol ithalatının büyüklüğü daha net ortaya çıkar.
Diğer taraftan ihracat; 1960-1970 yılları arasında ortalama yüzde 1,6 oranında, 1970-1977 arasında ise yılda binde 8 oranında büyümüştür. İthalat ise söz konusu dönemlerde sırasıyla ortalama yüzde 5,5 ve yüzde 13,1 oranında artmıştır. İhracatın ithalatı karşılama oranı 1950’de yüzde 91,9 iken, 1975’de yüzde 29,5’a düşmüş, 1980 de ise yüzde 38 olmuştur. Bu durumun temel üç nedeni olarak; uygulanan sanayileşme modelinin sürekli artan bir ithalat düzeyi gerektirmesi, ithal edilen yatırım ve ara malları fiyatlarının yükselmesi ve ihracatın kompozisyonunda bir değişiklik yaratılamayarak, tarım ürünlerinin ağırlığının 1970’li yıllarda da sürmesi sayılabilir.
1974 yılından sonra ödemeler dengesinde meydana gelen bozulmalar 1977’de kritik bir hal almıştır. 1977’de ithalat 5,8 milyar dolar, ihracat 1,7 milyar dolar iken işçi dövizi girişi 1 milyar dolar olmuş ve döviz dengesi 3,1 milyar dolar açık vermiştir. Söz konusu sorunlara çözüm bulmak amacıyla 1977-1980 arası dönemde ekonominin dengelerini düzeltmek yolunda birçok önlemler alınmıştır. Uygulanan ekonomi politikalarının hedefleri; ihracatın artırılması, enflasyonun düşürülmesi ve KİT açıklarının bütçe üzerindeki yükünün ortadan kaldırılması idi. Ancak alınan önlemler ekonomideki kötüye gidişi durduramamış ve 24 Ocak 1980’de alınan kararlarla Türkiye ekonomisinde yeni bir dönem başlamıştır.
24 Ocak Kararları ile, serbest piyasa koşullarında işleyen ve dışa açık bir ekonomi modeli uygulamaya konmuştur. Söz konusu Kararlar doğrultusunda oluşturulan politikalar ile ihracatın artırılması, fiyat sisteminin serbestleştirilmesi, yabancı sermaye girişinin artırılması ve faizlerin serbest bırakılması amaçlanmıştır. 24 Ocak Kararları ile amaçlanan, iç piyasaya dönük, ithal ikameci politikalarla kurulmuş bir sanayi yapısını, dışa dönük, ihracat amaçlı bir yapıya dönüştürmek idi.
Bu anlamda 24 Ocak 1980 Türkiye ekonomi politikaları açısından bir dönüm noktasıdır. 24 Ocak 1980 tarihinde yürürlüğe giren İstikrar Programı ile kambiyo politikası serbestleştirilerek günlük kur ayarlamaları ile TL’nin sürekli değer kaybettiği bir sürece girilmiş, ithal kotalarının kaldırılmaya başlanması ile ithalat rejimi serbestleşmeye başlamış, ihracat destekleri ekonomi politikalarının temel araçlarından biri olmuştur. 1980 sonrası politikalarla ihracat, 1980-1984 arasındaki dönemde yüzde 314 oranında artmış, ancak ithalatta da artış olması sebebiyle dış açıklar 1980 sonrası dönemde de devam etmiştir. 1980 sonrasında ihracat; esnek kur politikası ile sürekli değer kaybeden bir Türk Lirası politikası, ihracata düşük faizli kredi, ihracatçı sanayinin kullandığı girdilerin gümrük indirimleri ve muafiyetleri ile ucuz tutulması ve döviz tahsisinde kolaylıklar yoluyla sürekli desteklenmiştir.
Öte yandan, 24 Ocak Kararları ile başlayan yeni dönemde ithalat rejiminde de önemli değişiklikler yapılmış, gümrük vergileri önemli oranda düşürülmüştü. 1983 yılında ithalatın serbestleştirilmesi politikaları doğrultusunda fon uygulamasına geçilerek önceleri izne bağlı mallar listesinde yer alan birçok ürünün ithalatı Toplu Konut Fonu kesintisi ödenmesi suretiyle serbest bırakılmıştır.
Diğer taraftan, 1980 sonrası ekonomi politikaları çerçevesinde Dünya ile bütünleşme ve dışa dönük serbest piyasacı kalkınma amaçları doğrultusunda, 1984 yılında kambiyo rejiminin serbestleştirilmesi amacıyla “30 sayılı Karar” yayımlanmıştır. Serbest Bölge uygulaması dış ticaret politikaları araçlarından biri haline gelmiş ve 15 Haziran 1985 tarihinde yürürlüğe giren 3218 sayılı Serbest Bölgeler Kanunuyla serbest bölgelerin tabi olduğu yasal düzenlemelerin çerçevesi çizilmiştir.
1987’de Türkiye AT’ye tam üyelik başvurusunda bulunmuş ve bu başvurunun gerekleri çerçevesinde hazırlık ve AT’a uyum çalışmaları başlatılmıştır. 1989 yılında “Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında 30 Sayılı Karar”la yabancı sermayeye teşvikler sağlanmış, bürokrasi azaltılarak sermaye hareketleri serbestleştirilmiştir. 1990’da Türk parasının konvertibilitesi ilan edilmiştir.
VII- 1990’lar; Türkiye-AB İlişkileri ve DTÖ Süreci
Türkiye 1959 yılında “uzun dönemde Batı Avrupa’da kurulabilecek siyasi bir birliğin dışında kalmamak ve gümrük birliği içerisinde Yunanistan’a verilecek ticari tavizlerden yoksun olmamak” için, AET’ye ortaklık amacıyla başvuruda bulunmuş ve Türkiye ile AET arasında bir Ortaklık kurmuş olan Ankara Anlaşması 1963’de imzalanarak 1964’de yürürlüğe girmiştir.
Ankara Anlaşması ile Türkiye ve Topluluk arasında hazırlık, geçiş ve son dönem olarak adlandırılan üç kademede tamamlanacak bir Ortaklık ilişkisi kurulmuştur. 1970 yılında Geçiş döneminin koşullarını, süre ve sıralarını belirlemek üzere bir Katma Protokol imzalanmıştır. Katma protokol ile Ortaklık sürecinin geçiş dönemine ve kurulması amaçlanan gümrük birliğine ilişkin şartlar belirlenmiş, Türkiye ile Topluluk arasında bir gümrük birliğinin yerleştirilmesi ve Ortaklığın işleyebilmesi için tarafların ekonomi politikalarının yaklaştırılması ve ortak faaliyetlerin artırılması ilke olarak kabul edilmiştir.
14 Nisan 1987 tarihinde Türkiye AT’a erken tam üyelik başvurusunda bulunmuş, 9 Kasım 1992’de Ortaklık Konseyi Toplantısı’nda Toplulukla ilişkilerini tam üyelik doğrultusunda geliştirmek amacı taşıdığını ve 1995 yılı itibariyle tamamlanması hedeflenen Gümrük Birliğine ilişkin yükümlülüklerini yerine getireceğini beyan etmiştir. Bu doğrultuda Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği’nin tamamlanması ve uygulanmasına ilişkin usul, esas ve süreleri belirleyen 1/95 sayılı karar 6 Mart 1995’de Ortaklık Konseyi toplantısında kabul edilmiştir. 1/95 sayılı Türkiye-AB Ortaklık Konseyi Kararı çerçevesinde sanayi ürünleri ile işlenmiş tarım ürünlerinin serbest dolaşımına imkan veren Gümrük Birliği 22 yıllık bir geçiş döneminin ardından 1 Ocak 1996 tarihinde tamamlanmıştır. 11-12 Aralık 1999’da Helsinki’de gerçekleştirilen Avrupa Konseyi Zirve Toplantısında Türkiye’ye adaylık statüsü tanınmış ve taraflar arasındaki ilişki tam üyelik hedefi doğrultusunda yönlendirilmiştir.
AB ile gerçekleştirilen Gümrük Birliği ve sonrasında tam üyelik doğrultusunda uygulanan politikalar, Türkiye’nin dış ticaret politikalarının şekillendirilmesi açısından önemli bir çerçeve çizmektedir.
Türkiye’nin dış ticaret politikalarına yön veren bir diğer önemli iktisadi bütünleşme ise Dünya Ticaret Örgütüne üyeliğidir. Türkiye, 1947’de imzalanan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşmasına (GATT) 1950-1951 Torquay Tarife Görüşmeleri sonucunda 21.12.1953 tarih ve 6202 sayılı yasa ile taraf olmuştur. GATT, imzalanmasının ardından 1994’e kadar Dünya ticaretine genel bir çerçeve çizmiş ve ticareti uluslararası kabul gören kurallara bağlayarak ticaretin serbestleştirilmesine katkıda bulunmuştur. Uluslararası ticaretin serbestleştirilmesini ve düzenli işleyişini amaçlayan bir anlaşma niteliğindeki GATT, kurumsal bir yapıya kavuşturularak 01.01.1995 tarihi itibariyle Dünya Ticaret Örgütü’ne dönüştürülmüştür. Gelişmekte olan ülkeler arasında yer alan Türkiye, DTÖ üyeliğinin gerekleri doğrultusunda belirli bir takvim çerçevesinde sanayi ürünlerinde tarife indirimleri gerçekleştirmiş, tarım ve tekstil sektörlerinin kademeli olarak mevcut kurallara uygun faaliyet göstermelerini sağlamak amacıyla düzenlemeler yapmış, ticaretle bağlantılı yatırım tedbirleri, fikri mülkiyet hakları ve hizmet ticareti konularında DTÖ tarafından oluşturulan uluslararası ticaret sistemine dahil olmuştur. Bugün, tarım ve sanayi mallarının ticaretine yönelik yeni düzenlemelerden, ticaretin kolaylaştırılması çabalarına, yatırım, çevre,rekabet, kamu alımları, elektronik ticaret ve fikri mülkiyet haklarına kadar birçok konu DTÖ bünyesinde uluslararası platformlarda ele alınmaktadır. 1990’lı ve 2000’li yıllarda DTÖ üyesi olarak Türkiye’nin ticaret politikaları da söz konusu platformlarda alınan kararlar doğrultusunda şekillendirilmektedir.
VIII- Sonuç Olarak
2000’li yılların Türkiye’sinin üretimi ve dış ticaretinin yapısı incelendiğinde, 1923’lerin geri kalmış tarım ekonomisini sanayi ekonomisine dönüştürme çabalarının ve 80 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan dış ticaret politikalarının başarısı ortaya çıkar. Söz konusu süreçte, Türkiye çağdaş Dünyanın ekonomik ve ticari, küresel ve bölgesel bütünleşmelerinin içerisinde yerini almış ve dışa açık kalkınma politikaları benimsenerek, ihracat artışı büyüme politikalarının en temel araçlarından biri olmuştur.
Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar, içinde bulunulan dönemin koşullarına bağlı olarak değişken bir seyir izleyen dış ticaret politikaları, bugün Türkiye’nin siyasi ve ekonomik öncelikleri ve menfaatleri, DTÖ üyeliği, AB ile gerçekleştirilen Gümrük Birliği ve AB’ye tam üyelik hedefinin gerekleri çerçevesinde şekillendirilmektedir. Cumhuriyetin 80. yılını kutladığımız bugünlerde, dış ticaret sunduğu küresel perspektifler ve fırsatlar ile, geçmişte olduğu gibi bundan sonra da Türkiye’nin ekonomik ve siyasal geleceğine damgasını vuracaktır.
Anlaşma genel olarak aşağıda belirtilen temel prensiplere dayanmaktadır. Ülkelerin meşru hakları ile yükümlülükleri arasındaki denge bu prensipler çerçevesinde sağlanmaktadır.
1)Fashion and Its Social Agendas (Class, Gender and Identity in Clothing), Diana Crane
2)The Culture of Fashion, Christopher Breward
3)Moda, Kültür ve Kimlik, Fred Davis
5)BAŞKAYA, F., Türkiye Ekonomisinde İki Bunalım Dönemi Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına, Birlik Yayıncılık, 1986
6)BORATAV, K., Türkiye İktisat Tarihi 1908-1985, Gerçek Yayınevi, 1990
7)Dış Ticaret Dergisi, DTM, Ankara, Ekim-1998
8)PAMUK Ş., Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1990
9)TEKELİ, İ. ve İLKİN, S., 1929 Dünya Buhranında Türkiye’nin İktisadi Politika Arayışları, ODTÜ-Ankara, 1983
İTKİB: Tekstil ve hazır giyim sektörleri ile ilgili en son haberlere, raporlara, dış ticaret ile ilgili rapor ve analizlere ulaşabileceğiniz bu kapsamlı portal’de dış ticaret talepleri de yer alıyor.
Tekstilci: Sitede, köşe yazıları, makaleler, sektörel raporlar ve haberlerden oluşan zengin bir içerik yer alıyor. WTO – World Trade Organization: Dünya ticaret örgütü
Textile World: Tekstil sektörüne yönelik yabancı dergi