Doktorların öze doğru gerçekleştirdiği serüvenler; Kitaplar-1

Alman Estetik Kuramcısı ve Düşünürü Georg Lukacs Roman Kuramı isimli kitabında, “Roman içselliğin serüvenini anlatır; romanın içeriği, kendini bulmak için yola çıkan serüvenlerle kendini sınayıp kanıtlamak ve kendini kanıtlayarak özünü bulmak için serüvenlere atılan ruhun öyküsüdür” der. Lukacs’ın romanla ilgili muhteşem gözlemini, tüm gerçek felsefi, edebi, toplumsal ve psikolojik içerikli kitaplara da uyarlayabiliriz. Dijital bir çağda yaşamanın gerektirdiği hız, olağan üstü veri akışı, sanal sosyal ortam, bizlerin üzerinde önemli bir manipülasyon oluştururken iç dünyalarımıza yolculuk etmek eskisi kadar kolay değil. Kitabın yerini cep telefonları ve çeşitli bilgisayar türlerindeki e-kitap alırken, kitap okuma esnasında, iç dünyamıza yapılan seslenişleri duyabilmemiz her zaman mümkün olmuyor artık. Oysa her kitap bize belki hiç duyumsamadığımız, düşünmediğimiz, hayal bile etmediğimiz yeni bir dünya görüşünün, bakış açısının kapılarını aralar. O kapıdan girmek, günümüzde hiç kolay olmasa da yaşamda daha kararlı olabilmek, bir duruş edinmek, zorluklarla mücadele edebilmek ama her şeyden önce, bir birey olabilmek için yaşamsaldır. Bu bağlamda kitap okumak, insanın kendisini var etmesi için gerçekleştirdiği sürekli içsel bir serüvendir. Okuyucu yaşadığı her serüvende iç dünyasına biraz daha yaklaşır.

Türkiye’de kitap okuyan meslek grupları arasında ilk sıralarda yer alan doktorların okudukları
kitaplarla ilgili bir araştırma dosyası hazırladık. Doktorlara, “en çok etkilendiğiniz kitap nedir, hangi yönleri sizi en çok etkiledi?” sorusunu yönelttik. Bu dosyamız gelecek sayılarımızda da devam edecek. Soyadı sırasına göre, doktorların okuduğu kitapları ve etkilenme nedenleri ile görüşlerini sizinle paylaşıyoruz.

ÖNEMLİ BİR İNSANLIK ÖĞRETİSİ

DR. MUSTAFA AKSOY

Yazarının José Mauro de Vasconcelos olduğu Şeker Portakalı isimli kitabının özgün adı, ‘O MeuPé de Laranja Lima’dır. 1968 tarihli kitap, yoksul bir aile çocuğu olan Zeze’nin yaşadıklarını, acıyı keşfedişini anlatmaktadır. Şeker Portakalı, Zeze’nin olgunlaşma

sürecini betimlemektedir. Şiddet gören Zeze, bunu hakkettiğine, kötü bir çocuk olduğuna inanmaktadır. Hatta hiç doğmaması gerektiğini düşünmektedir. Sonraları, yaşadığı kötü deneyimlerin Zeze’nin içine kapanık, neşesiz ve hayata küskün hale dönüşmesini sağlayacaktır. Şeker Portakalı; şiddetin, çocuğun kendine ve hayata bakış açısını nasıl etkilediğini yansıtmaktadır.
Normal bir gelişim sürecinde birey olarak hayal dünyasından gerçekliğe geçişi daha ileriki yaşlarda olmalıdır. Fakat gerçeklikle yoğun bir şekilde karşı karşıya kalan hayatlarda bu zaman dilimi kısalmaktadır. Sokakta karton toplamak için çöp karıştıran ya da dilenen çocuklara dikkat ettiyseniz lafları ve davranışları bir çocuğunkine değil de bir yetişkininkine benzemektedir. Zeze bize tam da bu durumu anlatmaktadır. Hayatın getirdiği zorluklarla iç içe olan çocuklar, olgunlaşma sürecine de zamanından önce girmektedir. Böylece önceleri hayal ve oyunlarla şekillenen bu çocukların bilinçleri, zamanından önce gerçeklikle yüzleşmektedir maalesef. Bu yönleriyle, Şeker Portakalı okuyucularına önemli bir insanlık öğretisi sunmaktadır. Bu kitapta beni en etkileyen cümle ise ‘Kimseden Hiçbir Şey Beklemiyorum ve Böylece Hayal Kırıklığına Uğramıyorum’ olmuştur. Aslında bir anlamda insanları başarıya ulaştıran püf noktanın bu olduğunu düşünüyorum.

NOSCE TE IPSUM

DR. CEM ALAY

Süphesiz, insanoğlunun benimsemesi ve iyi bilmesi gereken en temel felsefelerden birisi… Socrates öğretisinin kalbi, Atlantis’ten antik Mısır’a ve dahi Uzak Doğu’ya, tasavvufa kadar hemen her yerde ve zamandan azade olarak dile getirilmiş tümce…“Kendini bil! Kendini tanı!”

İnsanın, tek gidişlik bir biletle bindiği hayat treninde, yolculuğun anlam bulabilmesi için önemli bir söylemdir bu. Yol göstermez ya da “nasıl”ını tarif etmez. Ne yapılması gerektiği bellidir, fakat her yiğidin yoğurt yiyişi farklı olduğundan, kişiye kalır kendini nasıl bilebileceği.

Kitaplar ise bizlere bu arayışta yardımcı olabilecek dostlardır. Her bir kitabın ayrı ayrı söyleyecek kelamı, dimağları olgunlaştırabilecek farklı meziyetleri vardır. Zihnimizle tanıştırdığımız her bir kitap, ayak izleri bırakarak geçmişimizde bir yer bulup oturuverirler. Kimi önlerde yer bulabilirken; kimisi daha arkalara geçmek zorunda kalır. Bu noktada, yolculuğumun şimdiye kadar olan kısmından hareketle tek bir kitabı seçip etkilerinden bahsetmem çok mümkün değil ne yazık ki… İlk aklıma gelen kitaba kısaca selam vereyim…

Jack London’ın Beyaz Diş’i hayattaki zorluklara karşı daima elimizden geleni yapmamız gerektiğini gösterirken; sevginin ve sabrın büyük bir “değiştirme” yetisini bahşettiğini öğretmiştir bana. Her şeyin muazzam bir denge taşıdığı gerçeğini göz önünde bulundurursak, zıt kavramların her bir bünyede birlikte barındığını ve zaman zaman birbirine üstünlük sağlayabileceğinin farkına varmamı sağlayan da yine bu kitaptır.

BİR DUYGU SELİ

OPR. DR. AZMİYE ALTINIŞIK

Hepimizin çocukluğunda bizleri etkileyen kahraman bir figür vardır. Hatta kimi zaman bu idol bizi hayata hazırlar, olayları onun dilinden, gözünden görmemize anlamamıza yol açar ve bununla da kalmayıp geleceğimizin yönünü değiştirecek kararlar vermemize neden olur. Hiç unutmam; edebiyat öğretmenimiz, o gün okula geldiğinde elinde bir kitap ve yüzünde tatlı bir tebessüm vardı. Yazarı kulağıma çok farklı gelen bu kitabın adı ise “İlk Öğretmenim” ya da alışılmış ismi ile “Öğretmen Duyşen”di. Çok daha sonraları yazarı Cengiz Aytmatov’un bu öyküsüyle birlikte, o dönemdeki Kırgız Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni ve yörenin şartlarını öğrenmiş ve oldukça etkilenmiştim.

Babası açlık ve işsizlik sebebi ile köyünden ayrılmış, ama bir daha dönememiş bir gencin okullu olmamasına ve hatta okumayı askerde öğrenmesine rağmen Kırgız Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti döneminde köyün ilkokulunu açması ve çocuklara okumayı öğretmesi için öğretmen olarak bir köye gönderilmesi ile başlayan bir sürecin romanı, “İlk Öğretmenim.”

Kitap, içinde toplumsal yanılgılar ve haksız yargıların açlık ve cahillikle hayata ne acılar katabileceğinin ama buna karşın bir öğretmenin içindeki sadece öğretme ve eğitme arzusunun nelere kadir olabileceğinin işlendiği bir duygu seli. Kitapla birlikte, en öz duyguları olan aşkı

sevginin arkasına koyabilen, yüceliğin ancak anlayanlarca farkındalık yaratacağı insanların varlığını, sıradanlığın asaleti gizleyen bir maske olduğunu gördüm.

DÜŞÜNCEYİ ZENGİNLEŞTİRİYOR

OPR. DR. BİLGEHAN SEZGİN ASENA

Yıllar önce ilk okuduğumda beni çok etkileyen, zaman içinde birkaç kez daha okuduğum ve her seferinde aynı çarpıcılıkta bulduğum ‘’Tanrılar Okulu’, insana bütün bildiklerini unutturup yeniden sorgulattıran bir kitap. Beni ilk önce kapağı ve önsözü ile yakalayan Stefano Elio D’ Anna’ nın bu felsefi romanı; öze geri dönüş yolculuğunu anlatıyor. Kimilerine göre kişisel gelişim kitaplarının ‘’kutsal kitabı.” Edebiyat, felsefe, doğu mistisizmi ve kişisel gelişimin karması. Yazar Stefano Elio D’Anna, ‘’European School of Economics’’ in kurucusu ve rektörüdür ki okulun da ana fikri ve amacı, herkesin istediği işi yaparak, hayatta mutlu olabilmesidir.

Kitap bu temel felsefe ve fikirlerin roman formunda aktarılış hikâyesi, bireysel ve psikolojik bir devrimin duyuruluşu ve manifestosudur. Kitabın kahramanı, Dreamer (Düşleyen), 9. yüzyılın İrlandalı bir keşis-savaşçı-filozof olan Lupelis tarafından yazılmış olan ‘’Tanrılar Okulu’’ adını taşıyan el yazmasını bulmakla görevlendirilir ve olaylar başlar. Kitaptan bir alıntıyı paylaşmak istiyorum. “Dreamer’ ın ‘düşleme sanatı’, kişinin kendine inanma sanatıdır. Mutluluk düşleme sanatını bilenlere aittir sadece. En yüce sanat ise an’ da gerçekleştireceğimiz değişimimizdir.”

Bu öğretiye benzer söylemleri ile beni çarpan, şaşırtan, farklı düşünmemi sağlayan bir
kitap. Ruhun özgürleştirilmesi ve eğitilmesi alanında yazılmış en iyi kitaplardan biri olduğunu düşünüyorum. Kişiyi kendi benliği ile yüzleştiren bu kitabı okumak biraz zaman alıyor. Sembolik anlatımı biraz yorsa da direnerek okunmalı, çünkü sonuna bitirdiğinizde çabanıza değdiğini anlıyorsunuz.

ÜZÜNTÜ DOLU BİR YAŞAM HİKÂYESİ

OPR. DR. BEKİR SITKI ASLAN

Bir kitabın, bir şiirin insan hayatında izdüşümleri mutlaka vardır. Ancak yaşamda ne kadar değişiklik yapacağı kişinin içeriği nasıl algıladığı ile paraleldir. Belki de gerçek yaşam hikayeleri insan ruhunda daha büyük fırtınalar doğurur. Doğrusu bilmek, kestirmek zor. Konu Nazım Hikmet olunca, dramatik yaşam hikayesi, onlarca dile çevrilmiş eserleri ve bizden birine gösterilen evrensel kabul, sadece eserlerini değil kendisi ile ilgili yazılmış kitapları da ön plana çıkarmaktadır. Size bu vesile ile kısa süre önce okuma fırsatı bulduğum “Nazım” kitabını anlatmak istiyorum.

Can Dündar’ın Nazım Hikmet’in 100. Doğum yıldönümü vesilesi ile kaleme aldığı “Nazım” Can Dündar Belgeselleri ve Portreler olarak 5. Baskısını yaptığı kitabını, tüm kitapçıların vitrinlerini süslemeye devam ettiği bir zamanda, gecikmiş olarak aldım. Can Dündar, Ankaralı bir yazar. Ankara Üniversitesi Basın Yayın ve ODTÜ Siyaset Bilimi okullarında eğitim almış. Gazete ve dergilerde makaleleri ile tanıdığımız yazarın pek çok belgesel içerikli kitap da yazdığını biliyoruz. “Nazım” tam da böyle dişe dokunur belgesel. Aslında bu kitap, Moskova’da, Berlin’de Londra’da, Paris’te ve New York’ta gösterilen destansı Nazım Hikmet belgeselinin kitabı.

“Nazım” da dört bölümde şiirsel bir yaşam ve bu yaşamı biz nasıl yorumlamışız, evrensel dünya nasıl değerlendirmiş kanıta dayalı olarak, biraz da içiniz burkularak, okuyorsunuz. Altı ülkeden 50’ye yakın tanıkla yapılan görüşmeler belgeselin temelini oluşturuyor. Akıcı bir dille Şair’in sürgünde geçen yılları tasvir ediliyor. Öğreniyoruz ki, hayatını iki döneme ayırıyor, Moskova’dan önce ve Moskova’dan sonra. Moskova öncesi hapishanelerin nemli duvarları arkasında keder ve elemli yıllar, doğal olarak tanığı da, kaydı da çok.

Bu kitap daha çok Moskova yıllarını irdeliyor yani 1950 ve sonrasını. Hayatta olan tanıkların yeni bilgileri ve yeni görüntüler bu dönemin ne kadar az araştırıldığını gösteriyor. Moskova yılları denilince yalnızca Moskova’da geçen bir serüven yok.
Sofya, Bakü, ve Paris’e uzanan bir düşler manzumesi var. Doktoru, hayat arkadaşı Galina’yı bulmak için Urallara gidiş öyküsü bir o kadar duygu dolu.

Tanıklar bize Nazım’ın hiç tanıma fırsatı bulamadığımız yönlerini, anılarını ve ruhunda vatan hasreti ile ateşlenmiş ikilemini anlatarak okuyucuyu bazen şaşırtıyor bazen de hayran bırakıyor.

…ve kitap şiirin zorbalıkla susturulacağını sananlara adeta gecikmiş bir ibret belgesi olarak sunuluyor, mahzun, bir o kadar da üzüntü dolu bir yaşam hikayesi ile.”

Ay ışığı renginde kar,
Keçe çizmelerim ağır
İçimde çalınan ıslık
Beni nereye çağırır?
Nazım Hikmet

HAYATA BAKIŞI DEĞİŞTİRİYOR

OPR. DR. ŞEYDA ATABAY

Hayat biçimimizi; çevremizdeki insanların ve okuduğumuz kitapların belirlediğine inanıyorum. Yaşamda neye odaklanırsak, o gelişir. Kitaplar benim hayatımın vazgeçilmez bir parçasıdır. Daha çok kişisel gelişim ve biyografi kitapları okurum. Hayata bakışımı tam anlamıyla değiştiren kitap, Robin Sharma’nın “Sen Ölünce Kim Ağlar?”dır. Sen Ölünce Kim Ağlar? benim için kişisel bir uyanış kitabı olmuştur. İnsanoğlunun en fazla ıstırap çektiği derin kişisel yenilgisi, kişinin aslında yapabilecekleriyle, yaptıkları arasındaki farktan kaynaklanır. Bu, var olmakla gerçekten yaşamak arasındaki farktır. Hayallerinizin peşinden gitmiyorsanız, sınırlarınızı besliyorsunuzdur.

Ben, yaşam içinde rol almaktansa geminin kaptanı olmayı tercih ettim. “Kalabalığı takip edersen, varacağın yer büyük ihtimalle çıkış kapısıdır. Bu yüzden kendi yolundan git. Farklı düşün’ diyen Sharma hayatımdaki büyük değişikliğin sebebi olmuştur. Bu düşünceyle, çoğu doktorun muayenehanesini kapattıkları bir dönemde büyük yatırımlarla, İzmir’de klinik tarzında oldukça modern ve teknolojiye sahip muayenehanemi açtım.

Tüm oftalmolojik muayene ve birçok ameliyatı uygularken, özellikle oküloplastik cerrahiye ve estetiğe ağırlık verdim. Göz çevresi ve yüz estetiği konusunda cerrahi haricinde diğer tedavi şekillerini de kombine olarak kullanarak, bu konudaki deneyimlerimi oldukça geliştirmekteyim. Mükemmeliyetçi olduğumu düşünüyorum. Ve biliyorum ki; eğer en iyinin dışında bir şeyi kabullenirsen, genelde onu elde edersin.”

BİZ ZATEN KÖRDÜK

DOÇ. DR. ALİ AYDIN

Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” Bu ancak, romanlarda olur bence.

Okuduğumuz bir kitabın yaşamımızda büyük yansımalara neden olması çok olası görünmüyor, en azından ben böyle bir şey yaşamadım. Yaşam felsefemizi, dünya

görüşümüzü daha çocukluğumuzdan itibaren etkileyen pek çok faktör var, tıpkı küçücük taşların koca bir mozaiği oluşturması gibi… Okuduğumuz kitaplar da bu mozaiğe katkı sağlayan değişik renklerde küçük taşlar olabilirler, kallavi bir mermer kütlesi değil… Son yıllarda okuduğum ve bende iz bırakan kitaplardan biri, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Portekizli yazar Jose Saramago’nun “Körlük” adlı romanı. Kitap, kırmızı ışıkta arabasında bekleyen bir adamın ansızın kör olmasıyla başlıyor.

Bu kitabı okuyunca, insanlığın yüzyıllardır oluşturduğu düzenin, kültür ve uygarlığın ne kadar kırılgan olduğu kafama dank etti. Ayrıca, her gün bir göz hekimi olarak orasıyla burasıyla uğraştığım gözün ve onun sunduğu

en muhteşem algı olan görmenin uygarlığımızı kurmadaki önemi de… Kuşkusuz Saramago ‘Körlük” romanında sadece bu mesajları vermiyor, dünyanın gidişatı ve güncel olaylarla ilgili bir çok metafor da kullanıyor. Kitabın sonunda göz hekiminin söylediği bir söz var: “Sonunda kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler?” Gerçekten de, bulunduğumuz bu ultra-iletişim çağında, gördüğü halde görmeyen körler gibi yaşamıyor muyuz? Her neyse! Sonuç olarak ben tüm meslektaşlarıma, ellerine alınca bırakamayacakları bu sürükleyici ve çok katmanlı romanı okumalarını öneriyorum.”

HAYATA DAİR ALTIN KURALLAR VURGULANIYOR

OPR. DR. BARAN NADİ CENGİZ

Yıllar geçtikçe hem insan daha bir olgunlaşıyor, daha kararlı bir hale geliyor hem de esnekliği azalıyor. Bu nedenle, son yıllarda okuduklarımdan etkilenerek “hayatım değişti” demem mümkün değil. Ama okuduğumuz her kitap, tanıdığımız her yeni insan, gördüğümüz her yeni şehir ya da ülke vb. yenilikler mutlaka bizi az ya da çok değiştirir. Bu bağlamda, son okuduklarımdan aklıma ilk gelen kitap; ülkemizde sağlık sektöründe yöneticilik yapan Meri İstiroti’nin “Otuz Yaşa Mektuplar” adlı kitabı.

Bu kitapta, kendi alanında başarılı olmuş isimler, kendi otuz yaşlarına birer mektup yazıyorlar. Mektuplarda yazarlar başarıya ulaşmak için yapılması gerekenlerin listesini vermekten çok, yaşadıkları deneyimleri, karşılaştıkları zorlukları, yaptıkları hataları ve bunların onlara kazandırdıklarını vurguluyorlar. Daha da önemlisi, ailemize vermemiz gereken önem, altın kural olarak öne çıkıyor. Kitaptan çıkarılanlardan biri de insanın yıllar içinde yaşama bakışında, hedeflerinde, önceliklerinde, değerlerinde ve etkilere tepkilerindeki değişim.

Yirmili yaşlarda insan tüm dünyayı sırtına alıp değiştirmeyi hayal ederken, emek, çaba, özveri ve zaman olmadan tek bir tohumu yeşertmenin bile mümkün olmadığını görüyor. Öte yandan bu saydıklarımdan, insanoğluna hiç sormadan akıp giden şey ise zaman. Yaşam çok kısa. Kendimden pay biçersem; yaşamda başarmak istediğim o kadar çok şey var ki; ama asla taviz vermemem gereken, asgari görevlerim var ve sadece çok iyi bir göz doktoru, çok iyi bir evlat, eş ve baba olmak için gösterilen çaba insanın tüm saatlerini, günlerini, yıllarını alıyor.

Ophthalmology Life 2014 21. Sayı