Dokunmak Sevginin Neresinde?

Bir gergedan düşünün.

Savaşın ortasında, anne rahminden çıktıktan sadece birkaç dakika sonra yürüyüp sürüye katılabiliyor. Çok kısa zamanda temel ihtiyaçlarını gidermeyi öğrenebiliyor. Fil yavrusu, dünyaya geldikten hemen sonra ayağa kalkıp yürüyebiliyor. Ne ayakta durmasını ona öğreten birisi var ne de nasıl yürümesi gerektiğini anlatan. Tamam, bunu yapabilmelerinin tanımlanabilir evrimsel bir sebebi olduğunu biliyoruz. Ancak yine de doğar doğmaz bir hareketlilik var, yaşam mücadelesi var!

Peki Ya İnsan Bebekleri?

Anne bakımı olmayan bir bebeğin bir günden fazla yaşaması pek olası değil. Doğumdan sonraki birkaç saati bırakın, üç aya kadar kafalarını dik tutmayı bile beceremiyorlar. Acemice bir yer değiştirme hareketi için bile yaklaşık iki aylık bir süre geçmesi gerekiyor. Destek alarak ayağa kalkmaları sekiz dokuz ayı bulabiliyor. Yürümeleri de on iki aydan sonra gerçekleşiyor! Hadi yürüdü diyelim. Her şey yürüdüğünde bitiyor mu peki? Kendi başlarına yemek yemeleri iki yaşını bulabiliyor. Tuvalet eğitimi de cabası… Dert anlatabilme, sosyal ilişkileri düzene sokma, hayata atılma derken seneler geçiyor. Tüm bunları bakım verenin destekleriyle yapabiliyorlar. Çoğunlukla fiziksel yardımlarından söz ettik. Bakım veren beslenmeden yürümeye hemen her konuda yardımcı oluyor ama hepsi bu kadar mı?

Ya Duygusal İhtiyaçlar?

Annenizi düşünün. Temel ihtiyaçlarınızı giderdikten sonra ne yaptı? Sizi sevdi, bağrına bastı, öptü, kokladı. Eğer bunları yaptıysa çok şanslısınız demektir. Çünkü 20. yüzyılın ilk yarısında birçok psikolog bebeğe sevgi göstermenin, gerçek bir amaca hizmet etmeyen hissi bir jest olduğuna inanıyordu. O dönemin batı ebeveynlik anlayışına göre bebeğe fazla dokunmanın gelişimini bozacağına dair bir inanç vardı. Öyle ki dönemin popüler davranışçı psikologlarından olan John B. Watson şöyle diyordu: “Çocuklarınızı asla öpmeyin ve onlara sarılmayın. Kesinlikle kucağınıza almayın. Eğer zorundaysanız bir kez alnından öperek iyi geceler dileyin. Sabahları sadece tokalaşmayı tercih edin.” (1)

Peki, bu inanç doğru muydu?

Harry Harlow’a göre tamamen hatalıydı. Gelişimde annenin rolü sadece bebeği beslemek olamazdı.  Anne ile bebek arasındaki bağ bundan daha öte olmalıydı. Ancak elinde bunu kanıtlayacak herhangi bir bulgu yoktu.

Maymun Evi

Aslında Harlow 1930’lu yıllardan itibaren biliş, hafıza ve öğrenme ile ilgili maymunlar üzerinde deneyler yapmaya başlamıştı bile. Bir hayvanat bahçesinden edindiği maymunlara uyguladığı deneylerle, maymunların nasıl öğrendiğini bulmaya çalışıyordu. Fakat hayvanat bahçesinden edindiği yavrular bir zaman sonra yeterli gelmemeye başlayacaktı. Öğrenmeyi daha detaylı araştırması için yeni doğan maymunlara ihtiyacı vardı. Bu sebeple laboratuvarını bir maymun evine dönüştürdü. Burada ürettiği maymunlar ebeveynleriyle görüşmüyorlar ve kendi başlarına büyüyorlardı. Ortamda ebeveyn bulunmamasına karşı maymunların sağlıklı bir şekilde büyümelerine yardımcı olmak adına Harlow ve iş arkadaşları annelik görevini (vekil anne) üstlendiler.

Ancak ne kadar ilgilenirlerse ilgilensinler, annesiz yetişen yavru maymunların, anneleriyle büyüyen yavru maymunlara nazaran psikolojik ve sosyal olarak çok farklı olduklarını fark ettiler. Annesiz büyüyen maymunlar içe kapanık, sosyal becerilerden yoksun, korku dolu ve saldırgandılar. Harlow’un gözüne çarpan bir detay daha vardı. Yavru maymunlar bebek bezlerine çok düşkündüler.  Harlow bu düşkünlüğü kafasında sürekli  dolaşan sorulara yanıt bulmak için kullanacaktı. Maymunların bebek bezlerine olan düşkünlüğünün konfor alanı, sıcaklık, sevgi, rahatlık gibi faktörlerle bağlantılı olacağını düşündü. Bunun üzerine Harlow bağlanma üzerine çalışmaya başladı.

İşte O Deney!

Harlow 1971 senesine geldiğinde bakım verenin sadece besin kaynağı olmadığını kanıtlamak için deneylere başlamıştı. Harlow öncelikle biri telden diğeri pamuktan iki vekil anne yaptı. Sonrasında iki deney ortamı oluşturdu. Birinci ortamda telle kaplı annenin üzerinde biberon vardı; pamuk kaplı diğer vekil annede ise biberon yoktu. İkinci ortamda ise hem telle kaplı hem de pamuk kaplı her iki vekil annede de biberon vardı. Her şey hazırdı artık ve soru çok basitti: Yavrular besin ihtiyacını karşılayan anneyle mi yoksa yumuşaklığını hissettikleri anneyle mi bağ kuracaklardı?

Deneyin sonunda maymunlar her iki deney ortamında da pamuk kaplı anneyi tercih ettiler. Pamuk kaplı annenin üzerinde biberon varken onu tercih etmeleri zaten beklenen bir durumdu; ancak sadece tel kaplı annede biberon varken de maymunların pamuk kaplı anneyi tercih etmeleri dönemin genel görüşüne çok aykırıydı. Maymunlar sadece karınları acıktığında tel kaplı annenin üzerindeki biberondan karınlarını doyuruyor; sonrasında hemen yumuşak olan anneye geri dönüyorlardı. Tekrar deneylerinde de sonuç değişmedi. Yavrular yeni bir ortama pamuk anneyle beraber bırakıldığında onu yuva olarak görüyorlar, sarılıyorlar ve sonrasında etrafı keşfe çıkıyorlardı. Pamuk anne ortamda olmadığı zaman ise çok korkuyorlar, parmaklarını emmeye başlıyorlardı.

Bu sonuçlar o dönemde çoğu psikoloğun savunduğu görüşü çürütecek bir sav ortaya atmıştı. Bebek maymunlar annelerine besin sağladıkları için değil, sıcaklık ve huzur için bağlanıyordu!

Sevgi Her Şey Demek…

Dönemin psikologları bebeklere sevgiyle yaklaşmanın, dokunmanın çok da yararlı olmayacağını söylüyordu. Harlow’un deneyleri ise sevginin ve dokunmanın çocuk gelişiminde çok önemli bir yere sahip olduğunu reddedilemez kanıtlarla sunmuştu. Annenin bebeği ile kurduğu bağın, bebeğin psikolojik gelişiminde oldukça önemli ve kritik olduğu anlaşılmıştı.

Bilime sağladığı katkı her ne kadar çok olsa da Harlow yaptığı deneyler yüzünden birçok insan tarafından eleştirilmekte.  Deneydeki maymunlar anne sevgisinden yoksun bırakılmış ve bu durum potansiyel olarak şu anda “panik bozukluk” olarak bilinen duruma yol açmıştı. Bir canlı üzerinde uygulanan işkence seviyesindeki bu deneyler bilim camiasında çok yankı uyandırmıştı. Gelen tepkiler karşısında “Bir maymunu nasıl sevebilirsiniz ki?” cevabını veren Harlow, tepkilerin büyümesine ve bazı etik kısıtlamaların getirilmesine sebep olmuştu.

Harlow yaşamış olduğu dönemin düşünüşüne aykırı birkaç soru sordu. Yakın kuzenimiz olan hayvanlara bakarak insanlıkla, dünyayla alakalı sorularına cevaplar buldu. Nitekim ulaştığı sonuçlar şefkat ve sevgi üzerine birçok şeyi tanımladı. Sevginin ve şefkatin peşinden giderken, zalimliğin pençesine düştü; ancak yine de doğadan aldığı cevaplar insanlığın, insana olan bakışını değiştirmesine yardımcı oldu.  Saf sevgiyle kalmanız dileğiyle…

Kaynakça ve İleri Okuma: