Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Önder Aksakal, gerçekleştirdiği haftalık basın toplantısında ülke ve dünya gündemini değerlendirdi.
Aksakal açıklamasında;
“Değerli Basın mensupları, değerli arkadaşlar ve bizi izleyen saygıdeğer yurttaşlarımız;
Her hafta Perşembe günü yaptığımız bu basın toplantımızı sosyal medya hesaplarımızdan canlı olarak sizlerle ve takipçilerimizle paylaşıyoruz.
Yakından bildiğiniz üzere özellikle Covid-19 salgını ve etkileri üzerinde hassasiyetle duruyoruz, aşı olmanın gereğini ve sorumluluğunu ısrarla vurguluyoruz.
Aşı karşıtlığı noktasında öncülük yapanların bu melun hastalığa yakalandıklarında neler yaşadıklarını ve pişmanlıklarını da yazılı ve görsel medyadaki haberlerden izliyoruz.
Okullarımızda yüz yüze eğitim başladı ancak son günlerde açıklanan rakamlar, gençlerimiz ve çocuklarımızda tespit edilen pozitif vaka sayısındaki yükselme eğilimi tedirginliğimizi artırmaktadır.
Bu salgından kurtuluşun tek yolu tedbir kurallarına tam riayet ve en az iki doz aşılanmaktır.
Tekrarlıyorum; herkes aşısını mutlaka yaptırsın.
Bakın, uluslararası sistemde “ aşısız olanlara ikinci sınıf insan muamelesi yapıyorlar” demek isterdim ama maalesef “insan” yerine bile koymuyorlar. Aşısını yaptıranlara ikinci sınıf insan muamelesi yapıyorlar.
İngiltere geçtiğimiz günlerde bu konudaki kararını açıkladı ve Türkiye’yi kırmızı listeden çıkardığını belirtti. Ancak bir farkla.
İngiltere’ye ziyarette bulunacak olanlardan öncelikle “iki doz Biontech aşısını yaptırmış olmak” şartını arayacaklarını, bu aşıların da AB ülkelerinde ya da ABD’de yapılmış olması koşuluna bağlandığını ortaya koydular.
Aksi halde konaklama bedellerini de ödemek kaydıyla 10 gün karantinada tutulacaklarını belirtiyorlar.
Her devlet kendine özgü kurallar koyabilir, bunu anlayışla karşılarız ancak hiçbir devlet Türk milletinin fertlerini aşağılayıcı, onları insan hakları kriterlerinin dışında tutacak uygulamalara muhatap edemez.
Türkiye, İngiltere’nin sömürgesi değildir!
Türkiye Cumhuriyeti devleti ve vatandaşları asla ve asla böyle bir muameleyi içine sindiremez! Covid-19 salgınına karşı bilim insanlarının ürettikleri aşılar Dünya Sağlık Örgütü’nün onayı sonrasında uygulanabiliyor.
Hangi ülkenin ya da hangi ilaç firmasının ürettiği aşı olmasından ziyade Dünya Sağlık Örgütü tarafından izin verilmiş olmasının belirleyici kriter olması esastır.
Biontech aşısı zaten Türkiye’de yapılmıyor. İngiltere bu tavrıyla Türkiye devletini açıkça sahtecilikle itham ediyor.
Bu yaklaşım her şeyden öte dost ve müttefik iki ülke ilişkilerine zarar verir.
Dışişleri Bakanlığı bu konuda derhal kapsamlı bir strateji hazırlayıp muhataplarına tebliğ etmelidir.
Türkiye’ye hangi gerekçeyle gelirse gelsin tüm İngiliz vatandaşlarına mütekabiliyet esasları çerçevesinde aynı uygulamanın yapılacağı zaman geçirmeden ilan edilmelidir.
Değerli basın mensupları,
Geçen hafta yaptığım basın toplantısında “dış politikada son günlerde yaşanan bazı olumlu gelişmelerin yanında potansiyel sıkıntıların da varlığını yadsıyamayız.” şeklinde bir tespitte bulunmuş, “Türkiye’yi birkaç cephede meşgul etmeye çalışacak olan küresel sistem ilk etapta Yunanistan kozunu oynamak isteyecektir.” diyerek uyarmıştım.
Nitekim Yunanistan hafta başında 16-22 Eylül tarihleri arasında Girit ve Kasos adalarının doğusunda, “bilimsel çalışmalar” gerçekleştireceği gerekçesiyle bir kısmı Türkiye karasularını da içerisine alan bölgede Navtex ilan etmişti.
Bu açık bir provokasyondur.
Önümüzdeki süreçte küresel güçlerin muhtemel senaryoları arasında, dört bir yanımızı sarmaladıkları sorun faylarını birer birer harekete geçirmeye başlayacaklarının işaretlerini görmekteyiz.
Zira bugünlerde mavi vatan kavramını yeniden bir tartışma konusu haline getirmeye çalışmaları manidardır.
Türkiye’nin çevresindeki tüm deniz yataklarında sahip olduğu hak ve menfaatlerinin kapsamını tanımlayan “mavi vatan” söylemini “saldırgan ve yayılmacı bir algı” olarak nitelendiren anlayış, küresel güçlerin ülkemiz üzerindeki heves ve hayallerine hizmet etmektedir.
2002-2006 yıllarında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi olan Peter Westmacott’ın yayınladığı anı kitabında Kıbrıs ve BM Annan Planı ile ilgili olarak dönemin Dışişleri Bakanı ve sonrasında 11.nci Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’ü ve dönemin Başbakanı ve bugün Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan Tayyip Erdoğan’ı Ankara Protokolünü imzalamaya nasıl ikna ettiklerini, ABD ve AB’ne yardım eden Dışişleri diplomatlarının yaptıklarını tüm çıplaklığıyla ortaya döküyor.
Anlatılan olaylar hakikaten yenilir-yutulur değildir.
Ancak o tarihte peşinde sürüklenilen yanlış tezlerin aksine bugün, Kıbrıs’ta “Eşit statülü, egemen iki devletli” bir çözüm politikası savunulmaktadır. Bundan en ufak bir sapma ihanetle eşdeğerdir!
Kısacası demem o ki; mavi vatan, Kıbrıs ve Ege Adaları bizim kırmızı çizgilerimizdir. Dolayısıyla;
Tekraren ifade ediyorum ki, sadece karşı Navtex ilan etmekle bu işin çözümlenemeyeceği geçtiğimiz yaz aylarında yaşananlarla anlaşılmış olmakla, Türkiye olarak Ege adalarındaki Yunan işgalinin ortadan kaldırılması için bir strateji ortaya konulması ve gündeme getirilmesi, karşı hamle olarak etkili sonuçlar doğuracaktır.
Değerli basın mensupları,
Ekonomideki sıkıntıların toplumsal yaşamdaki yansımasına ve sonuçlarına her gün farklı boyutlarıyla tanık olmaktayız.
İnsanların günlük yaşamlarında, sıradan olaylara bile tahammülsüzlüklerine, birbirlerine karşı hoyratça davranmalarına, saygı ve sevginin eksilmesi yanında şiddete, aile birliğinin zarar görmesine, cinayetlere ve hatta intiharlara kadar uzanan kötü sonuçlar doğurmaktadır.
Tüm bunların birinci sebebinin ekonomik sıkıntılar olduğu artık bilim insanları tarafından da tüm çıplaklığıyla ortaya konuluyor.
Siyaset kurumunun en öncelikli misyonu ülkede yaşayan yurttaşların huzur ve mutluluğunu hedefleyen ekonomi politikalarını hayata geçirmektir.
Ancak günümüzde bu misyon bir kenara bırakılmış, siyasetin etkin aktörlerinin kişisel ikballerinin devamını önceleyen politikalar geliştirmesine dönüşmüştür.
Bunun en çarpıcı örneğini de 2023 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri üzerine yapılan tartışmalardan anlıyoruz.
Yeni anayasal sisteme göre devleti yönetme görevi meclis dışından oluşturacağı Bakanlar marifetiyle seçilmiş Cumhurbaşkanına ait olacaktır.
Siyasi partiler de seçimlere katılarak halka çeşitli vaatler sunarak oy istediğine göre, Cumhurbaşkanı adayı da doğal olarak kendi içinden birisi olmalıdır. Fakat durum maalesef başka türlü tezahür ediyor.
Partilerin kendi içinden çıkacak adayları yerine tam tersi görüş sahibi ya da tamamen siyaset dışından aktörlerin tanımı ortaya konulmaya çalışılıyor.
Bu doğru bir yöntem değildir.
Dikkat edin; ülkeye Cumhurbaşkanı, yani devleti yönetecek hükümetin başını seçiyoruz. Özel şirketimize Genel Müdür seçmiyoruz.
O halde ısrarla yinelemekten usanmayacağız; seçim yasalarındaki değişiklik sürecinde değiştirileceği ifade edilen baraj yüzde 7 değil sıfır olmalıdır!
Hazine yardımı seçim dönemlerinde ve sonrasında eşit ve hakça dağıtılmalıdır. Seçimlerde propaganda faaliyetleri seçimlere katılan her parti için eşit ve hakkaniyetli olmalıdır.
Ayrıca; evvelemirde şu konunun altını çizmek isterim ki, 40 yıldır sürdürülen terör siyaseti yönteminden vazgeçilmelidir. Hangi gerekçe ile olursa olsun, oluşan her sorunun çözümünü kavgayla, dövüşle, silahla, terör yöntemleriyle çözmeye kalkan anlayıştan uzak durmalıyız.
Artık PKK yapılanmasının emperyalist sistemin ve tabii ki öncülüğünü yapan ABD’nin destek ve himayeleriyle hem ülkemizin, hem de bölgemizin huzurunu bozduğu konusundaki fikir birliğini deklâre ederek, bu politikaların mutlak surette reddedildiği bir siyasi zeminin oluşturulması mecburiyetine inanmış bir yapının oluşturulmasının önemini ortaya koymalıyız.
Türkiye Cumhuriyeti, nitelikleri Anayasasının 2.nci maddesinde yazıldığı gibi demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devletidir. Hiç kimse müesses nizamı eşkıyalık yaparak dizayn edemez, eşkıyalık yapanlara kol kanat geremez, terör yapılarını legalize edemez.
Türkiye’de bir terör sorunu vardır, bunun adını sağa sola çekmenin de kimseye bir yarar sağlamayacağı açıktır.
Adına ister “kürt sorunu” denilsin, ister “güneydoğu sorunu” denilsin hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Sorunun adı doğrudan terör sorunudur!
Onun içindir ki; iki sorunun yanıtını bulmakla işe başlayabiliriz;
Bir; bu terör yapılanmasının organizatörü kimdir?
İki; terör saldırıları ve yarattığı sonuçlar kimin işine yaramaktadır?
Her ikisinin yanıtının da Amerika Birleşik Devletleri olduğu konusunda sadece biz değil tüm dünya hemfikirdir.
Bugün itibariyle ABD Başkanı Joe Biden BM Genel Kurulunda yaptığı konuşmasında “Afganistan’da 20 yıldır devam eden savaşı sonlandırdık. Yeni bir başlık açtık. Sürekli diplomasiyi kullanacağız.” diyor. Peki, “terör örgütleriyle ilişkimizi kesiyoruz” diyor mu? Tabii ki hayır!
Terör örgütleriyle bölgesel stratejilerini hali hazırda güçlü bir şekilde sürdüren, Ortadoğu’da YPG’yi kendisine müttefik olarak tanımlayan bir ülkenin bundan sonra diplomasiyi kullanacakları yönündeki beyanlarının ciddiye alınacak bir tarafı da yoktur.
Dolayısıyla bugün terör örgütlerinin iradesini siyasetinin merkezine oturtan siyasi yapıların yöneticileri ve mensupları hakkında hukuki süreç gecikmeden başlatılmalıdır.
Sözde “kürt” sorununun çözüm adresini, elinde binlerce insanın ve hatta bebeklerin kanı olan bir terör örgütü elebaşını gösteren kişinin kendisinin de bir numaralı terör yanlısı, terör örgütü yardakçısı ve destekçisi olduğu açıktır.
Hoş, bu açıklamaya sebebiyet veren ve sözde kürt sorununun çözüm adresi olarak PKK terör örgütünün meclisteki legal uzantısı HDP’yi işaret eden zihniyet de “İmralı”yı işaret eden yapıdan farklı bir düşünceye de sahip değildir.
HDP gibi PKK terör örgütünün parlamentodaki legal görünümlü uzantısının, 40 yıldır sürdürülen mücadelede bu sorunun çözümü konusunda muhatap görülmesi en hafif deyimiyle aymazlıktır.
Bir diğer önemli hususu daha sizlerle paylaşmak isterim. Geçtiğimiz aylarda büyük doğal felaketlerle karşı karşıya kaldık. Ormanlarımız yandı, derelerimiz taştı, barajlarımızda dahi büyük sıkıntılar yaşadık.
Küresel ısınmanın ve iklim değişikliğinin yarattığı bu olumsuz koşulların bertaraf edilebilmesi için tüm dünyanın el ele vererek kalıcı çözümü yaratma mecburiyeti vardır. Bu anlamda sayın Cumhurbaşkanı’nın BM 76.ncı Genel Kurulu konuşmasında verdiği mesaj önemlidir.
Türkiye, altı yıl önce imzaladığı ancak Meclisin onayı konusunda sonuçlandırmadığı Paris İklim Sözleşmesini yeni yasama döneminde Meclise sunacaklarını ve onaylanacağını taahhüt etmiştir, bu iyi bir gelişmedir.
Paris İklim Sözleşmesi, Seçim ve Siyasi Partiler Kanunlarında yapılması düşünülen değişiklikler, devamında 2022 yılı Bütçe görüşmeleri derken yoğun bir çalışma dönem başlayacaktır. Ancak siyaseti ilgilendiren yasal değişiklikler konularında anlaşılan o ki, Cumhur ittifakı ortakları arasında tam bir uzlaşı henüz sağlanabilmiş değil. Sadece seçim barajı hususunun konuşulduğu, diğer konuların yanından dahi geçilmediği ve sayın TBMM başkanının zamanlama olarak
Haziran/2022’ye kadar zaman biçtiği bir ortamda aklımıza bir halk deyimi geliyor:
Bu pilav daha çok su kaldırır!
Şuna inanıyorum ki, halkımıza dayatılan bu yeni Anayasal düzen, bunu icat edenlerin bile beklentilerine karşılık gelemiyor. Her an için yeni bir oldu-bitti girişimlerle karşılaşabiliriz.” şeklinde konuştu.