Dünya servetinin yeri cebindir

Dünyaya gelmemize karar veren yüce Allah, elbette dünyalık geçimimizi sağlamak için belli miktarda mal ve servet sahibi olmamızı da istemiştir.

Dünyalık mal ve servetin insanca yaşamın bir parçası olmaktan ziyade, başka amaçlara yönelik kullanılmaya başlanmasıyla sorunlar baş göstermeye başlamıştır.

Sorun, dünyalık servet ve malın araç olmaktan çıkartılıp, amaç konumuna getirdiğinde ortaya çıkmaktadır.

İnsanoğlu; servet, mal, mülk, şöhret gibi araçları Allah’a kulluk yolunda kullanarak, ahirette daha yüce makamlara ulaşma şansına sahip iken; araç-amaç dengesini şaşırarak, yaratılış maksadının dışına çıkabilmektedir. Neticesinde de Allah’ın azabına layık duruma düşmektedir.

Dünya servetinin kalbe değil de cebe konulması durumunda, Allah’ın muradının yerine geleceğini, Prof. Dr. Haydar Baş hocamız çok güzel ifadelerle izah etmiştir:

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu: “Cömert insan, Allah’a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah’tan uzaktır, insanlardan uzaktır. Cennetten uzaktır; cehenneme yakındır. Cömert bir cahil, cimri bir âbidden Allah’a daha sevimlidir.”

Servet sahibi olup da bunu Allah için cömertlik göstererek harcamak, Cennet’e, Allah’a yakınlığa vesiledir. Fakat kazanılan malın kimseye hayrı dokunmazsa, çalışırken ve Allah’tan isterken niyet, sadece bu dünyayı kazanmak olursa; o zaman o mal, büyük bir zarar kaynağı olur. Hep bu dünya düşünüldüğü için, Allah unutulur.

Böylelerinin ahiretten hiçbir nasipleri yoktur. Kulun, ahiretine sermaye hazırlamak üzere dünyadan da nasibini unutmaması gerekmektedir.

İmam Cafer Sâdık (a.s.) buyurdu ki: “Dünyası olan her insan şu üç şeye muhtaçtır: Gevşekliğe varmayacak rahatlık, kanaatle beraber olan cömertlik ve tembelliği olmayan cesaret.”

İnsanın gerçek dostu, arkadaşı Allah’tır. Eğer biz O’nunla dostluk, arkadaşlık kurabilirsek ne mutlu bize…

İnsan, bu zevki, bu maneviyatı tatması halinde madde ile olan irtibatını da sınırlı ve hudutlu tutar.

Onu putlaştırmaz. Ona tapmaz, Çünkü bütün bunların değerinin sadece Hak ile beraber olduğunu kabul ederek, bilerek inanarak onlara yönelmesiyle, bilmeden yönelmesi arasında dağlar kadar fark vardır.

Birisinde vasıta olan madde, eğer Hak tanınmazsa; gaye hâline gelir, adeta kulun putu olur. Maddeyi elde etmek gaye olunca ve mânânın menşei ve merkezi olan Allah unutulunca; Allah sevgisinin yerini madde sevgisi alır. Tabiri caizse bilmeden gizli şirk durumuna düşülür.

Cenab-ı Vâcibu’l-Vücud Hazretlerinin, kullarının kalbine tecelli edebilmesi için, o kalp sahibi insanın, kalbini Rabbinin tecellisine hazır hâle getirmesi lazım gelir.

Nitekim bir hâne düşünün ki tıklım tıklım eşya dolmuş, böyle bir eve bir başka varlığı koymak mümkün değildir. Oraya ne insan konulabilir, ne de başka bir şey. Hiçbir şey konulamaz. Oraya bir şey koyabilmek için mevcut olan varlığın oradan çıkarılması gerekir. Kalp de böyle bir evdir.

Allah’ın tecelli ettiği kalbe “Beytullah Allah’ın evi” denir. O kalp, mâsiva ile dolu olursa oraya Cenâb-ı Hak tecelli etmez. Kutbu’l-Arifin Mustafa Hayri Öğüt Hazretleri (rh.a.) derdi ki: “Oğlum! Dünya servetinin yeri cebindir. Burası, yani kalbin ise, Allah’a aittir. Dünyalık oraya konmaz. Kalbe koydun mu; gemi delinir. Su alır, gemi batar. Cenâb-ı Hak buyurmuyor mu ki: ‘Ben yere göğe sığmam ama mü’min kulumun kalbine nazar eder, oraya sığarım. Onun gönlüne bakarım.’ O hâlde, her şeyi yerine koyacaksın.”

Dünya sevgisinin, mal sevgisinin yeri kalp değil, ceptir. Ebu Turâb en-Nahşebiî (r.ah) der ki: “Kalbinde bir parça dünya sevgisi bulunan kimse, Allah’tan razı olma hâline ulaşamaz. Bir kul Allah’tan razı olmazsa, Allah da ondan razı almaz. Onu sevmez. Eğer Allah bir kulunu severse, onun kalbini dünyadan korur.”

(Prof. Dr. Haydar Baş, Kur’an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali, Zekât, Sayfa 218- 220).