İtalyan göstergebilimci ve yazar, çağımızın en üretken entelektüellerinden Umberto Eco, 19 Şubat 2016’da 84 yaşında hayata gözlerini yumdu. Eco, 1999’da Atlas’ın İstanbul Özel Sayısı için Türkiye’ye davet ettiği yazarlar arasında bulunuyordu. “Tek ve Ruhani Üçlü Olarak İstanbul” başlıklı yazısında Eco şehrin kendini birden bire değil, yavaş yavaş ortaya koyan yerlerden olduğunu söylemişti…
Jorge Louis Borges’in, Aleph adlı yapıtındaki, Esirin ve Savaşçının Hikayesi’nde, bir gün kavmiyle, kuşatmak ve fethetmek amacıyla Ravenna önlerine gelen Lombardialı barbar Droctulft’tan söz edilir. Droctulft, ülkesinin ormanlarından geliyordu, “cesur, masum, acımasız”dı, bildiği tek yerleşim birimi, ormandaki kulübelerdi ve şimdi ilk kez bir kent görüyordu.
Onu, ufukta yavaş yavaş beliren Ravenna’nın duvarlarını, kulelerini ve daha önce hiç görmediği başka şeyleri seyrederken hayal edebiliriz. Borges’in anlattığı gibi; kentin servileri ve mermerleriyle, düzensizlik yaratmadan bir araya gelmiş pek çok öğenin bütünlüğüyle, heykelleri, tapınakları, bahçeleri, sütunları ve sütün başlıklarıyla, düzenli ve açık alanlardan meydana gelmiş bir teşekkülle karşılaşır. Henüz inceliği bilmeyen, ama ruhunun derinliklerinde bunu seçmesini sağlayan ölümsüz bilgiye sahip Droctulft, bir çeşit karmaşık işleyiş görür. O anda diz çökerek, fethetmeye ve yıkmaya gittiği bu “şey” karşısındaki yenilgisini açığa vurur. Droctulft, “kent”in beklenmedik sürpriziyle vurulur, kavmini terk eder, Ravenna için çarpışır (ve ölür).
Hakkında sayısız kitap okuduktan sonra İstanbul’a gelmenin, bu efsanevi Lombardın şaşkınlığını yeniden duyuracağına inanıyorum. (İstanbul’a yolculuk, eski zamanlardan günümüze kendine özgü kurallarıyla yazınsal bir tür oluşturur ve geliş daima hızlılığı öngörür.) Belki de bunun nedeni bazı kentlerin kişiyi uzaktan tasvir etme imkânı vermeden birdenbire içine alıvermesi ve (Londra, Roma, Paris gibi) bazılarınınsa kendini sakınmadan yaklaştıkça yavaş yavaş (New York’un böyle olduğu düşünülebilir) ortaya koymasıdır. Kuşkusuz İstanbul ikinci tip kentlerden. En azından –bir zamanlar olduğu gibi– denizden gelenler için… Gemi, İstanbul Boğazı’ndan da gelse, Çanakkale Boğazı’ndan da, her durumda Haliç’in önünden geçerek, kenti çeşitli görüş noktalarından, bir çeşit sinematografik kaydırmayla ortaya koyar.
Bütün İstanbul tasvirleri arasında belki de en sinematografik olanı, dünyada pek az tanınan bir yazar olan Nerval’inkidir. Bunu Gautier, Flaubert, Loti ve Edmondo De Amicis’inkiler izler. İtalya’da bütün gençler (en azından 1886’dan benim neslime kadar) De Amicis’in, güzel duygularla yüklü, düşünmeye yönelten kitabı Çocuk Kalbi ile yetiştiler. De Amicis iyi bir yazar olmanın yanı sıra Costantinopoli (1874) adlı yapıtında görüldüğü gibi iyi bir gazeteciydi. De Amicis’in az bilinen, o güzelim röportajı, ilk İstanbul seyahatimde bana eşlik etti.
Amicis gibi ben de bu seyahati, farklı ve tamamen beklenmedik nedenlerden dolayı yıllarca geciktirmiştim. Bu kenti fotoğraflar, gravürler, resimler, anlatılar ve hatta eski haritalarla hayal etmeye devam ediyordum. Tesadüf eseri anlaşılan kentler vardır. Diğerleri ise uzun hazırlık isteyen, derinlemesine bilgi ve hayal gücünün karışımıyla kavranabilen kentlerdir. İstanbul’u keşfetmek için belki de pek çok ziyaret yapıldı. Bu nedenle ben gerçek kenti yeniden ortaya çıkarmak için bir arkeolog gibi kazmalıydım, bu kişisel İstanbul’un altından ortaya çıkardıklarımı işlemeli ve kullanmalıydım.
Bir diğer gereksinim, kentin altından başkalarının bulduklarını çıkarmak… İstanbul’a gelirken elimin altında De Amicis’in metninin bulunmasının nedeni de bu. Öyle ki, o benim bugün göremediklerimi görmüştü. Her şeyden önce De Amicis denizden gelir. Dokuz günlük deniz yolculuğunun son gecesinde kaptanın, “Beyler! Yarın sabah şafakta İstanbul’un ilk minarelerini göreceğiz.” anonsuyla, güzel bir mistik hazırlık yapar. Yolcu De Amicis pek az uyur, gündoğumunu haber veren loş ışığı görür görmez güverteye çıkar ve hayal kırıklığıyla lanet eder, çünkü sis vardır.
Ama kaptan içini rahatlatır. Sis, İstanbul’a girişi daha da güzel hale getirecektir. Gemi pruvası yönünde Prens Adaları seçilir ve o zamanın süratiyle, Haliç’i görebilmelerine yorucu iki saat daha vardır. Kente yudum yudum tadına vararak yaklaşırlar. Bir saatlik deniz yolculuğundan sonra kaptan parmağıyla beyaz bir noktayı, çok yüksek bir minarenin ucunu işaret eder. Sonra yavaş yavaş minarenin dibinde başka evlerin şekilleri ve renkleri seçilir, başka minarelerin gül rengini almış sivri uçları, evlerin altında surlar ve onların karanlık kuleleri yavaş yavaş görülür ama evler upuzun ve yeknesak bir dizi halinde sıralanmakta, kent bir ovaya uzanmış gibi görünmektedir. Ve sonra, sisler arasından; “kocaman bir gölge, hâlâ bir sis tabakasıyla örtülü, çok büyük, zarif ve görkemli bir bina, bir tepenin üzerinden gökyüzüne doğru yükseliyor, uçları güneşin ilk ışıklarıyla gümüş gibi parlayan upuzun, çok ince dört minarenin ortasında ihtişamla yuvarlaklaşıyordu”.
Burası Ayasofya’ydı ve onu ansızın boşlukta yükselirken görmek herhalde güzel olmalıydı…
Bu noktada önlerindeki beklenmedik sürpriz devam eder, sabah buğusunda yeni kuleler ve yeni kubbeler, yine ışıklı evlerin üzerinde rengârenk evler ortaya çıkar, girintili çıkıntılı ve kaprisli, beyaz, yeşil, pembe ve pırıltılı kıyılar belirir. Ama sis hâlâ boğazın girişini örtmektedir ve gemi durmak zorunda kalır. Yolcuya, henüz üzerini kaplayan sisten kurtulmak için yalnız başına hareket eden şehri görme imkânı verir. Sonunda vapur yeniden hareket eder ve Saray tepesinin aşağısından, servilerin, çamların ve çınar ağaçlarının senfonisini dinleyerek, köşklerin ve müştemilatların çatılarının, kubbelerin, parmaklıklı pencerelerin, dürbünle hayal meyal görülen arabesk kapıların, labirent bahçelerin, geçitlerin ve yolcunun anlamaya çalıştığı gizli köşelerin önünden geçer.
Sonuç olarak, De Amicis’in sayfa sayfa bu geliş üzerine yazdıklarını burada tekrarlamam gereksiz; güneş ışığında Üsküdar’ın ansızın ortaya çıkan görüntüsü, Galata ve Pera’nın ışıklı görünüşü, bin renkli küçük evlerin senfonisi, ağaç kümeleri ve “küçük limanlar, yalılar, kasırlar, köşkler, korular, uzaktaki sisin içinden, sadece güneşin parlattığı çatıları görünen hayal meyal başka köyler, insanı çılgınlar gibi bağırtacak bir renk cümbüşü, bir botanik zenginliği, önceden düşünülmemiş bir şey, bir haşmet, bir haz, bir zarafet…”
Ben bu Konstantinoupolis’i göremedim, çünkü kente içinden geldim. Çünkü Asya kıyısından vapurla Marmara Denizi’ni aşarken, kentin gözlerimin önünden aktığı an, günün ortasıydı ve sis yoktu. (Konakladığım sürece tek bir güneşli gün oldu, İstanbul’u sadece bir gün ışığa bulanmış, bahçelerinin yeşili ve tepeleri altın rengini almış olarak gördüm.) Çünkü eğer sis olsaydı, yavaş yavaş dağılırken, ortaya De Amicis’in gördüğü sokaklar ve köyler değil ama kubbelerin, minarelerin ve diğer modern binaların birlikteliği çıkardı… Bununla birlikte gelişimden birkaç saat sonra, Galata Kulesi’nin tepesine çıktım ve günbatımının ışığıyla yıkanan kenti gördüm. Ve bir başka gün, arabayla Boğaz kıyısını dolaştım. Haliç Limanı’nı aşarken bile De Amicis’in heyecanının bir parçasını ben de duydum.
Üzerine ne kadar çok şey yazılmış olsa da başkalarının anlattığı kenti kavramak her zaman mümkün olmuyor. Galata Limanı’nda, De Amicis’in, şafaktan günbatımına dek şahit olduğu insan akımını; sedef ve fildişi kakmalı bir tahtırevandan usulca başını uzatan o Ermeni hanımı, ipek sarıklı ve mavi kaftanlı ihtiyar Türk’ün peşi sıra ardında tercümanıyla at üstünde bir Rum’u, konik külahıyla bir dervişi, astragan kalpaklarıyla İranlı askerleri, saçı başı dağılmış bir Çingene kadını, Katolik papazı, ihtiyar Museviyi, harem kadınlarının önünden yürüyen bir haremağasını, maymun taşıyan Afrikalı bir esiri, falcı kılıklı bir lafazanı (Ama De Amicis bunları gerçekten görmüş olabilir mi? Veya en azından hepsini birlikte görebilmiş midir? Yoksa çeşitli günlerde gördüklerini bir araya getirerek patchwork çalışması mı yapmıştır?) görmekte ısrar edemem. Her durumda kendi İstanbul’umu keşfetmeli ve diğerlerininkini bir tarafa bırakmalıydım.
Yolculuk deneyimlerim bana, her caddeyi ve her meydanı anlatan deneyimli bir rehber eşliğinde, bir yerden diğerine arabayla yer değiştirerek dolaşmanın, bir kenti anlamamak için neredeyse bilimsel bir tarz olduğunu söylüyor. Bunun tersine, bir kenti iyi tanımanın tek yolu; yardım istemeden, yürüyerek, kaybolarak ve mümkünse plan dahi kullanmadan yalnız dolaşmak, burnunun gittiği yere gitmek, kent güneşinin, kokunun ve yankının gösterdiği yolu izlemektir.
Bir kentte kaybolmadan önce, kuşkusuz geri dönülecek (bu noktada problem yok, en azından otel olabilir) ve aynı zamanda gidilecek bir hedef tayin etmek gerekir. Yoksa, kendinizi öylece yollara vurursanız, seçim yapmakta zorlanıp, asla kaybolamazsınız. Bir kentte kaybolmak, ancak yanılmalar sonunda mümkündür.
Örneğin De Amicis, gezisini yaparken, kafasında sınırları belli, yürüyerek aşacağı epey uzun ve üç uygarlık arasında gerçekleşen bir güzergâh belirler. Bu güzergâh fizikseldir, çünkü tarihi bellidir. Antik surlardan, Tekfur Sarayı boyunca, Marmara Denizi’nin kıyılarından Haliç… Bu güzergâh aynı zamanda simgeseldir de. Çünkü bu yol boyunca haç ve hilal çarpışmış, kent 1453 yılında, 2. Mehmet tarafından kuşatılıp, burada ele geçirilmiştir.
Bir Batılının gözüyle bakınca kuşkusuz akla yatkın, kaçınılmaz bir güzergâh. Ziyaret edilen yerlerin o ana kadar ikinci Roma’ya ait olduğu, bütün Doğu’nun Hıristiyan medeniyeti altında olması ve yine aynı yerde Osmanlı’nın büyüklüğünün sembolü haline gelişi düşünülürse… Camiye dönüştürülen büyük kiliseler ve aynı günün akşamı skyline’ın (gök çizgisi) radikal bir şekilde değişmesi… Bu düşünceler, De Amicis’in ziyaretini patetik bir hale getirir. Öyle ki, Konstantinoupolis’e kadar bir Hıristiyan imparatorluğunun başkentindedir. Batı Hıristiyanlığının kendi dışında bir şey gibi düşündüğü, gerilemenin başlangıcını saptadığı ve mezhep farklılığıyla uzak durduğu bir hedef. Kent, Hıristiyanlık karşıtı Müslümanların başkenti olunca ilk şoku yavaş yavaş atlatır (16. ve 17. yüzyıllar arası) böylelikle Konstantinoupolis bir ihtiras nesnesi haline gelir, Batı’nın egzotik hayal gücünü harekete geçirir. Kent, üzerine edebi yazılar yazılan bir meta haline gelir. O ana kadar Batı Hıristiyan dünyası tarafından “neredeyse” sevilmezken, radikal bir değişikliğe uğradığında, farklılığın tapınağı haline getirilir.
Tam olarak anlamak ve çelişkili duygular üzerine konuşabilmek için, ben başka bir kuşatma çizgisini takip ederek kentin başka bir yüzünü aramayı seçtim, 1204’teki Konstantinoupolis’in izlerini aradım. De Amicis’in kitabını dinlenmeye bırakarak, kenti tarihçi Niketas Khoniates (Bizans safından) ve Haçlılar safından iki tarihçi Robert de Clary ve Villehardouin’in bakışıyla dolaştım.
Bu kuşatma ve bu düşüş, daha da dehşet vericiydi –en azından manevi açıdan– 15. yüzyıldaki Osmanlı kuşatması için bir alıştırma gibiydi. Çünkü bu Konstantinoupolis’in ilk kez kuşatılması ve yakılıp yıkılmasıydı. Batı Hıristiyanlığının başkenti, Hıristiyan milisler toplayarak, İsa adına “Kutsal Toprak”ı geri almak üzere harekete geçmişti.
Haçlılar, (Fransızlar ve Flamanlar) 1203 yılında Kutsal Toprak için yola çıkarlar, bu arada Kudüs, Selahattin Eyyubi tarafından yeniden ele geçirildiği için, Venedik gemilerini kullanmaları zorunludur ama yeterli paraları yoktur. Bunun üzerine Venedikliler onlardan yol üzerindeki Zara kentini boyunduruk altına almak için yardım isterler. Böylece Zara’yı fethederler. Burada, kardeşi 3. Aleksios Angelos tarafından Bizans tahtından indirilmiş olan imparator 2. Isakios’un oğlu Aleksios ortaya çıkar. Genç prens, imparatorluğu ele geçirmek için Haçlıların yardımını ister, buna karşılık gerçek bir hazine ve gelecekteki Haçlı seferi için güçlü bir askeri destek sözü verir. Ancak Aleksios daha sonra bu vaatlerini yerine getirmeyi erteleyecektir. Ve böylece 26 Temmuz 1203 sabahı, Venedik filoları, Marmara Denizi kıyılarındaki surların önünde geçit töreni yaparlar. Rüzgârda savaş bayrakları ve sancaklar dalgalanmakta, kadırgaların kenarlarından rengârenk kalkanlar uzayıp gitmektedir. Bizanslılar surlardan endişe içinde bu görüntüye tanıklık ederken, Haçlılar yavaş yavaş (De Amicis gibi) sabah ışığında belirmeye başlayan şehrin farkına vararak, heyecanla bağrışırlar…
Haçlı filosu demir atmak üzere Üsküdar’a gider. Ama 6 Ağustos’ta Galata’ya saldırır. Burada Konstantinoupolis’i bütün görkemiyle görür ve bu dürtüyle, egemenlik kurması gerektiğine inanır. Haçlılar, güzel ve sadık gelini, kendi efendisinden kurtarmaya gönderilmiş birer şövalye gibi, bu göz kamaştırıcı güzelliği ondan geri almak istemenin yanı sıra, onu arzu etmeye de başlarlar. Orada bulunmalarının bir diğer sebebinin de kenti yasal sahibine geri vermek olduğunu düşünen Haçlılar, kenti ele geçirir geçirmez, bilinçsizce, güzel bir avın tadına bakar gibi onu yağmalarlar.
Benim ziyaretim kuşatmanın başladığı yerde başlıyor, kuzeye doğru surların cephesinden, Blakhernai (Ayvansaray) önünden. Burada hiçbir dayanağı olmayan bir kuşatma yapıldı; güzel bir geçit töreni, birkaç yiğitçe çatışma, rengârenk kıyafetler ve Venedik gemilerindeyken parlayan, denizden saldıran silahlar. Aşağı yukarı sur çizgisi boyunca, bugün yakınından Atatürk Köprüsü’nün geçtiği Blakhernai’a giderler. Surlara ilk gelen Venedikliler yakındaki evleri ateşe verirler, böylece ilk yangın yayılır ve kentin Blakhernai’dan Cristo Benefattore Manastırı’na kadar büyük bir bölümünü ve hemen hemen surlara kadar olan kısmını yakıp kül eder.
Bu olay karşısında imparator 3. Aleksios, değerli taşları ve altın paraları alarak tabanları yağlar. Kentliler ne yapacaklarını şaşırırlar, devrik Isakios’u serbest bırakmak için hapishaneye koşarlar ve onu tahta geçirirler. Onunla birlikte, eşit şartlarda, Haçlılar tarafından desteklenen Isakios’un oğlu Aleksios’un da (4. Aleksios) imparatorluğunu tanırlar. Böylece Haçlılar kente girerler, paralarının ödenmesini beklerken, Pera’ya ordugâh kurarak buraya yerleşirler. Isakios ve Aleksios sahip olduklarından daha fazlasının sözünü vermişlerdir ve yeterli altınları yoktur. Yeni vergilerle tebalarının mal varlıklarına el koyarlar. Bu arada Haçlılar kente giriş yollarını tutmuşlardır ve halkla aralarında sürtüşmeler başlamıştır. Bir grup Flaman, Pizalı ve Venedikli, Kuzey Afrikalı Müslümanların sokağında ağız kavgası başlatırlar. Haçlılar daha da kötüsünü yaparak, çevredeki evleri ateşe verirler. Yangın bir anda yayılır, kenti Haliç boyunca yakıp kül ederek Hipodrom’a hatta neredeyse Ayasofya’ya kadar gelir.
Ocak 1204’te 5. Aleksios Murtzuphlos, genç Aleksios Angelos’u boğdurarak imparatorluğu ele geçirir. Bundan sonra Haçlılar ve Bizanslılar doğrudan karşı karşıya gelirler, durum saldırıya dönüşür. Bu olaylar sırasında saldırganlar yeniden pek çok evi ateşe verirler (ve üçüncü yangın yayılır). Dokuz aydır yangınlarla yağmalanan Konstantinoupolis artık tükenmiştir, 5. Aleksios da kaçmış ama bu kez Haçlıların tahta çıkaracakları kimse kalmamıştır (daha sonra Flandrlı Baudouin imparator olarak seçilecek, Doğu imparatorluğu, yarım asırdan uzun bir zaman Batı tarafından yönetilecektir).
Konstantinoupolis savaşta yağmalandı, yok edilen düşmanlar ise kentin sakinleriydi. Kiliseler her türlü zenginlikten yoksun bırakıldı, saraylar istila edildi ve soyuldu. Kentliler hazinelerinin yerlerini göstermedikleri için işkenceye maruz kaldılar, çocukların iffetleri tehdit edildi… Batılı tarihçiler meydana gelen olayın sonuçlarını çoğunlukla göz ardı ederler. Bizanslı tarihçilerse kentin yıkımını tasvir ederken belki biraz abartırlar. Elbette çirkin bir dönem anlatılıyordu, öyle ki; öfkeden köpüren Niketas Khoniates, kentin yazgısı üzerine ağlamaklı şikayetlerini dile getirirken, Haçlılarla savaşıp Kudüs’ü yeniden ele geçiren Selahattin’i yüce gönüllü bir insan olarak anımsayacaktı. Halbuki hacıları koruyan süvarilerin kafalarını uçuran Selahattin’in masum olduğunu söylemek de zor… Ama kıyaslama yapmak gereksiz: Kudüs’te tanık olunan çarpışma, acımasız düşmanlar arasındaydı. Buradaki ise kardeşler arasındaki bir haydutluk eylemi…
İşte bu kuşatma ve fetih anlarının izlerini ararken ve daha sonra Silivri’ye sığınan Niketas Khoniates’in ailesiyle birlikte kaçarken, kentin moloz dolu, yanan caddeleri boyunca izlediği güzergâhı yeniden bulmaya çalışarak, İstanbul günlerimi bitirdim. Soluk harabeler ve ortadan kaybolan izlerin peşinde, yüzeyi silikleşmiş, yeraltından geçen yollarıyla Yerebatan Sarnıcı’nda antik Bizans’a ulaşarak, şans eseri ve neredeyse tesadüfi olarak Aya irini’deki Hıristiyan kalıntısı San Salvatore’yi yeniden bulmak için yürüdüm…
Ama yine de amaç kaybolmaktı. Ve kendimi kaybederek aynı zamanda açıkça aramadığım kenti de buldum. Böylece 1203-1204 kuşatmasının izleri üzerinde, Galata Kulesi’nin çevresinde hayallere dalarak, kuzeydoğuya doğru tırmanırken, semazenlerin sema ayinlerini* görebildim. Kendime Haçlıların nerede karargâh kurmuş olabileceklerini sorarken, İstiklal Caddesi çevresindeki cafelerin ve restoranların gece yaşamını keşfettim, geldiklerinde karaya çıktıkları kıyıyı ziyaret ederken kendimi ansızın Kadıköy’de buldum (veya bulduğumu sandım ama aynı şey sayılır), De Amicis’in, Galata Köprüsü üzerinde görüp öfkelendiği milletlerin bu mozaiği ve giysileri, yüzleri güneşten yanmış Anadolu köylülerinin oluşturduğu bir tür etnik caz, başları örtülü gençler ve açık bacaklar, denizciler…
Benim tarih yazarlarımın sözünü ettiği manastırı ararken dar sokakları geride bıraktım ve kendimi –birdenbire– Mimar Sinan’ın yukarıdan aşağıya hâkim yapısı önünde buldum. Venediklilerin ve Cenovalıların ikâmet ettikleri Haliç kıyısından, karınca gibi insan kaynayan uzun bir çatlağa sızdım ve kendimi ansızın Mısır Çarşısı’nda buldum. Ve her ne kadar rehberler 19. yüzyıl seyyahlarının anlattığı gibi olmadığını yazıyor olsa da, her ne kadar önceleri rengârenk mallarla tepeleme dolu çuvalların bulunduğu alana sonraları ambar ve dükkânlar yapılmış ve plastik eşyalar zafer kazanmış olsa da, gözle görülemeyen ama kokusu alınan, bir genius loci (mekânın ruhu) sürüp gidiyordu Mısır Çarşısı’nda. Geçmişe ve Doğu’ya yapılan güzel kokulu yolculuk, hafifçe baş döndürerek burunda sona eriyordu. Sersemlememek için rıhtıma çıkmak zorunda kaldım, neredeyse gizemli sayılabilecek Pandeli’nin, kapıya bakan duvar çinileri üzerine oturdum, balla yapılan tatlılardan birini ısmarladım. Kanın damarlardan akışı işlenen bir günahın heyecanını hatırlatıyordu.
Bu noktada artık Bizans’ta mı, Konstantinoupolis’te mi, yoksa İstanbul’da mı olduğumu bilemiyordum. Üç uygarlığı ve üç dönemi aynı anda kat ettiğim, bir gezi yaptığımı fark ettim. Oysa üç ismi ve üç tarihi olan bu kent, aslında hâlâ aynıydı. Belki de surları arasında sakallı Kilise babalarının yorgun düşene kadar, teslisin sırrı, yani “bir şey”in nasıl hem “bir” hem de “üç” olabildiği üzerine tartışmalarının bir tesadüf olmadığını düşündüm.
İlk İstanbul seyahatimle ilgili izlenimlerim burada sona eriyor. Gelecek defa kentin bir başka yüzünü keşfedeceğim.
Türkçesi: Seyra Faralyalı
*Yazar orijinal metinde “dervişlerin dansı” ifadesini kullanmıştır. Ç. N.