Ezoterizme bilimsel bir bakış açısı: 3. göz kitabı

Opr. Dr. Levent Ersan, 3. Göz kitabında yer alan çalışmalarının tarihte binlerce yıldan beri kuşaktan kuşağa geçen bir takım anlaşılması çok zor ezoterik olaylara bütünüyle bilimsel bir açıklama getirme çabası olarak değerlendirilebileceğini söylüyor.

Opr. Dr. Levent Ersan bu yılın başında yayımladığı 3. Göz isimli kitabında; göz branşındaki deneysel araştırmalar ve kuantum mekaniğindeki son gelişmeler ile kendi çalışmalarının oluşturduğu sonuçları harmanlayarak hiç bilmediğimiz bir dünyanın bilimsel yöntemlerle elde edilmiş ipuçlarını sergiliyor. “Neden bazı insanlar gerçeklik dediğimiz dört boyutuyla algılanan oluşumda karşılaşamayacağımız, başka bir dünyaya ait gibi görünen çok farklı deneyimler yaşadığını söylüyor? Dünya gerçekten dört boyutlu mu, yoksa biz mi böyle algılıyoruz? İnsanların farklı boyutları yaşamaları mümkün mü? Bu deneyimlerin arkasında nasıl bir süreç var?” gibi sorulara bilimsel içerikli yanıtlar bulmaya çalışan Dr. Ersan, bizi bambaşka bir gerçekliğin olduğunu düşünmeye sevk ediyor. Dr. Ersan’la çalışmalarının sonuçlarını ve kitabı hakkında konuştuk.

Üçüncü göz kitabı fikri ne zaman şekillendi?

Bir gün bir gazetede Gülse Birsel ve ağabeyi Doç. Dr. Bozkurt Şener’le yapılmış bir röportaj yayımlandı. Röportajda Bozkurt Bey, “Ben, 3. Göz’e inanırım, ne olduğunu bilmiyorum ama inanırım. Benim hislerim kuvvetlidir” diyordu. Bu röportajı okuduktan sonra, bu konu ilgimi çekti. “Nedir bu 3. Göz, bilimsel temelleri ne olabilir” sorularının yanıtlarını araştırmaya başladım. Araştırmalarıma, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bir üniversitenin tıp fakültesinde gerçekleştirilen bilimsel bir deneyle, günümüzde Stephen Hawking ve hocalarının da aralarında bulunduğu astrofizikçilerin, matematikçilerin ve tıpçıların ortak çalışma yaparak meydana getirdikleri bilincin yerinin nerede olduğuyla ilgili tezler temel oluşturdu.

RUH MOLEKÜLLÜ DENEYLER

Araştırmanıza temel oluşturan deney ne tür sonuçlar ortaya koyuyor?

Yaklaşık üç yıl süren ve bir profesör ile ekibi tarafından gerçekleştirilen deney, görme sistemi içerisinde yer alan ve ruh molekülü adı da verilen DMT molekülünün, pineal beziyle ilişkisini ortaya koyuyor. Bu çalışmayla, pineal bezde bu molekülü sentezleyebilecek bir kapasite olabileceği tezi ortaya atılıyor. Deney kapsamında, deneklere damardan DMT molekülü verildiği zaman, “gerçekten daha gerçek” denilen ışığa gitme, bedenin dışarıdan izlenmesi gibi bazı deneyimlerin yaşandığı sonucuna varılıyor.

Kuantum mekaniğinde bilincin yeriyle ilgili tezlerin içeriği nedir?

Çalışma alanım olan katarakt ve lazer ön segment cerrahide kullanılan femtosaniye lazer, kuantum mekaniğindeki son gelişmelerin sonucu üretilen bir cihaz. Femtosaniye lazerle mikron seviyesinde kesiler, tedaviler ve düzeltmeler gerçekleştiriyoruz. Dolayısıyla, kuantum mekaniği benim pratiğime de yansıyan bir alan olarak hep ilgimi çekiyordu. Kuantum mekaniğini incelemeye başladığınızda, klasik Newton fiziğiyle açıklanan gerçeklikten çok farklı bir gerçekle karşılaşılıyor. Diyelim ki, iki foton parçacığı arasında, çeşitli telepatiler, açıklayamadığınız bir iletişim oluyor. Bu kapsamda, ünlü fizikçi Stephen Hawkings ve hocasının da yer aldığı fizikçilerin insan bilincini açıklama üzerine çalışmaları son derece dikkat çekici. “İnsan bilinci nasıl olabilir, vücutta nasıl yerleşmiştir” gibi sorularına yanıt arayan bu astrofizikçiler ve matematikçiler, bilincin aslında kuantum mekaniksel bir süreç olduğu tezini savunuyorlar. Bu bilim insanları çalışmalarıyla, bilincin, içerisinde kuantum mekaniksel oluşumların gerçekleştiği mikrotübülüs denilen hücrenin iskelet sisteminde olduğuna dair sonuçlara ulaşıyorlar.

Araştırmalarınızda ulaştığınız sonuçlar ne oldu?

Bu varsayımların hepsini birleştirdiğinizde, bütünüyle bilimsel bir sistem meydana çıkıyor. Bu çalışmalarla, apayrı bir dünyaya açılıyorsunuz. Çalışmalarımı tarihte binlerce yıldan beri, kuşaklardan kuşaklara geçen bir takım anlaşılması çok zor ezoterik olaylara bütünüyle bilimsel bir açıklama getirme çabası olarak değerlendirebiliriz.

Pineal bez ile DMT molekülünün insan üzerindeki etkileri neler?

Tuatara dediğimiz bir sürüngen türünde pineal bezin ilk formlarına rastlıyoruz. Bu hayvanlarda pineal bezin içinde kornea, retina ve lensin kalıntıları var. Burada enteresan olan nokta, pineal bezin tuataralarda bir tür üçüncü göz görevini görmesi. Hayvanın kafatasının arkasındaki ince bir deriyle ışığa hassasiyeti sağlanıyor. Aynı zamanda vücut ısısı da bu şekilde dengeleniyor. İnsanlarda da pineal bez ve DMT molekülü arasında bağ var. DMT molekülü vücutta bir titreşim meydana getiriyor ve beyinde gerçeğe çok yakın bir takım deneyimlerin oluşmasına yol açıyor. Bununla birlikte, henüz beynin neden bu moleküle ihtiyaç duyduğu bilinmiyor.

DMT EN ÇOK DOĞUM VE ÖLÜMDE SALGILANIYOR

DMT molekülü insanlara başka bir dünyanın kapılarını mı aralıyor?

Bu molekül, tarihin çok eski dönemlerinden itibaren şamanlar tarafından çeşitli otlar karıştırılıp hazırlanarak insanlara sunuluyordu. Günümüzde de ünlülerin de katıldığı turlar düzenlenerek, Güney Amerika’da şamanlar tarafından bu molekülün artmasını sağlamaya yönelik hazırlanan otların insanlara verildiğini ve olağan üstü deneyimler yaşandığını biliyoruz.

Meditasyon aracılığıyla da bu molekülün beyne salındığına dair ipuçları var. Bununla birlikte, DMT molekülünün kendi kendine salındığı anlarda da UFO’lar gördüğünü ve uzaylılar tarafından kaçırıldığını söyleyen insanların yaşadıklarını dile getirmeleri gibi, çok farklı deneyimlere yol açtığı varsayılıyor. Akıl Oyunları filminde hayat hikâyesinin anlatıldığı Nobel Ödül Sahibi Profesör John Nash’ın yaşadıkları ve bir sempozyumda teorisini uzaylılar ile hazırladığını belirtmesi sözünü ettiğimiz “gerçekten daha gerçek” olaylara bir örnek olarak görülüyor. Aynı zamanda Sümerlerin ve Mısırlıların ortaya koyduğu eserlerin pineal bezi ve DMT molekülleriyle ilişkisini de anlatan çalışmalar yapılıyor. Mitlerin oluşumunda da DMT molekülünün etkisi araştırılıyor.

“ÜNLÜ FİZİKÇİ STEPHEN HAWKINGS VE
HOCASININ DA YER ALDIĞI FİZİKÇİLERİN İNSAN BİLİNCİNİ AÇIKLAMA ÜZERİNE ÇALIŞMALARI SON
DERECE DİKKAT ÇEKİCİ.
‘İNSAN BİLİNCİ NASIL OLABİLİR, VÜCUTTA NASIL YERLEŞMİŞTİR’
GİBİ SORULARA YANIT ARAYAN BU
ASTROFİZİKÇİLER VE MATEMATİKÇİLER, BİLİNCİN ASLINDA
KUANTUM MEKANİKSEL BİR SÜREÇ OLDUĞU TEZİNİ SAVUNUYORLAR.
BU BİLİM İNSANLARI ÇALIŞMALARIYLA,
BİLİNCİN, İÇERİSİNDE KUANTUM MEKANİKSEL OLUŞUMLARIN GERÇEKLEŞTİĞİ MİKROTÜBÜLÜS DENİLEN HÜCRENİN İSKELET
SİSTEMİNDE OLDUĞUNA DAİR SONUÇLARA ULAŞIYORLAR.”

GÖZLER VÜCUDUN AYNASI

3. Göz kavramına bu noktadan mı ulaşıyorsunuz?

“Gözler vücudun aynasıdır” diye bir deyişi var Hipokrat’ın. “Gözleriniz nasılsa, vücudunuz öyledir” demiş. Gerçekten de gözler bir çeşit vücudun aynasıdır. Biz göz doktorları, diyabet ve hipertansiyon gibi hastalıkların belirtilerini gözlerden anlayabiliyoruz. Göz arkasında hipertansiyon hastalarında damarlarda incelme, şeker hastalarında ise kanama oluyor. Hatta Alzheimer hastalığının da gözlerden anlaşılması yönünde çalışmalar var. Gözler, vücudun dışarıya açılan penceresi ve vücut sistemiyle doğrudan bağlantısı var aslında. Gözün arkasına baktığınız zaman, optik sinirleri görüyorsunuz. Vücudunuzun sistemini görebildiğiniz tek yer burası. O yüzden, gözler ilginç. İmaj, görsellik ve görme yetisi insanlar için çok önemli. Sonuçta her şeyde bir görsellik var. Görme merkezi beynimizin arkasında ve orada bir takım görüntüler oluşuyor. O karanlığın içinde aydınlık ve farkındalık oluşuyor. Bir takım görüntülü hayaller de gözlemlenebiliyor. Dolayısıyla, çok farklı boyutları olan ve kuantum mekaniğiyle açıklanabilecek süreçler gerçekleşiyor. 3. Göz kavramı böyle bir bakış açısıyla şekillenebilir.

Reiki, meditasyon, sema gibi çalışmalar DMT molekülünü artırabilir mi?

Meditasyon yapan kişilerde ve semazenler üzerine yurt dışında ve İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde ortaya konan sonuçlar hemen hemen aynı: Bu etkinlikler beyinde kalınlaşma gibi değişikliklere yol açıyor. Böylece, kişi bireysellikten ve bencillikten uzaklaşıyor, toplumsallaşmaya yöneliyor.

BİZ BİR HOLOGRAM MIYIZ?

Kitabınızda evrende 11 boyutun yer aldığını belirtiyorsunuz. Biraz açar mısınız?

Biz, aslında çok boyutluyuz. 11 boyut olduğu varsayılıyor. Fakat biz henüz yalnızca, en, boy, yükseklik ve bir de zamandan oluşan dört boyutu yaşıyoruz. Geri kalan boyutların ne olduğunu bilemiyoruz. Evrenin oluşumunda yalnızca boyutların açıldığı söylenebilir. Evrenin ilk oluşumunda boyutların bir kısmı açılmış olabilir. Oldukça bilimsel içerikli ve karmaşık bir konu olduğu için, hologram örneğini vererek anlatmaya çalışayım: Söz gelimi, biz bir elmanın hologramını yapmak için, onun üzerine bir lazer ışını gönderiyoruz. O lazer ışını elmadan yansıyor. Sonra, yine aynı kaynaktan bir lazer ışını daha gönderiyoruz. Yansıyan ışınla, ilk ana kaynaktaki lazer ışını birleşerek, bir yüzey ya da ekran üzerine düşüyor. Üçüncü bir lazer ışını gönderdiğimiz zaman da o yüzey ya da ekranda elmanın bir görüntüsü oluşuyor. Buna hologram diyoruz. Bu hologram, bu elmanın bütün özelliklerine sahip ama aynısı değil. İnsanların da içinde bulunduğu evren 11 boyutlu ama insanlar yalnızca dört boyutu algılayabiliyor. Dolayısıyla, ünlü fizikçi Stephen Hawkings şu sonuca varıyor? Biz acaba, bir hologram mıyız?

Bu yaklaşımın felsefi açıdan taşıdığı anlam nedir?

Hologromun bir özelliği var: Ekrana yansıyan elma görüntüsünü ikiye bölerek başka bir yüzey üzerinde düşürdüğümüzde, yine aynı görüntüyü elde ediyoruz. Sonuç olarak, bu hologramın her parçası, bütünün bilgisine sahip. Bu saptamadan yola çıkarak, biz daha yüksek bir boyutun daha düşük bir yansımasıysak, en küçük birimimiz de evrenin bilgisini içeriyordur. Biz de evrenin bir parçası olduğumuz için, henüz ortaya çıkarılamamış, kanıtlanamamış bilgileri öğrenebilme potansiyelini taşıyoruz. Buna karşın, şamanlar gibi bazı insan gruplarının bu konuda daha yetenekli olduğunu söyleyebiliriz.

Bu çalışmanızın sonuçlarını nasıl duyurdunuz?

Daha önce, İstanbul’daki Harbiye Askeri Müze’de her sene düzenlenen tamamlayıcı tıpla ilgili seminerler vermiştim. Bir sohbet sırasında, bu çalışmalardan söz ettiğimde, Yönetim Kurulu Başkanı “Bize bunları anlatsanıza” demişti. Bu istek üzerine, çalışmalarımla ilgili elde ettiğim bulguları önce, İstanbul Üniversitesi’nde daha sonra ise, Askeri Müze’deki bir seminerde anlattım. Seminer 1 saatlik sunumu içeriyordu, 45 dakikada ben konuyu aktarınca, “Bu yetmedi. Üç, dört saat bu konuyu bize anlatsanız, yazsanız, kitap yok mu?” diye tepki verdiler. Böylece, bu konuyla ilgili seminerde anlattıklarımı toparlayarak, paylaşmak amacıyla, kitap yazmaya karar verdim. Sonra, bir yayınevine kitap haline getirip, gönderdim. Onlar da kitabımı yayınladılar. Böylece, kitaplaşma süreci de sonlanmış oldu.