Neden ruhumuz müziğe aç? Nasıl oluyor da yirmi dokuz harfle anlatamadığız duyguları, sadece yedi nota sayfalarca kelimeye bedel kılıyor?
Dünyaya attığımız ilk adımdan itibaren ruhumuzda hissettiğimiz sese olan ihtiyaç ve şifalanma isteği, bizi eninde sonunda müziğin kapısına getiriyor. Anne karnında duyduğumuz kalp atış sesiyle başlayan bu yolculuk, çeşitlenerek insanoğlunun var olduğu her uygarlık, topluluk ve inanç sisteminde belli ritüeller şeklinde bize eşlik etmeye devam etmiş binlerce yıldır. Çünkü müziğe yönelme dürtümüz, evrensel gibi görünüyor.
Tarih öncesi çağlardaki ilkel toplumlarda müzik; başlarda “büyü” amacıyla yapılırken, süreç içinde müziğin hoşça vakit geçirmeyi ve ruhsal bozuklukları iyileştirmeyi sağladığının keşfedilmesiyle de kullanımı gelişmeye başlamış. Çünkü melodi ve ritim açısından zenginleştirilmiş sözlerin, insan sesine gizemli bir etki kazandırdığı ve etkileyebildiği artık fark edilmeye başlanmış. Hatta bir efsaneye göre Antik Yunan mitolojisinde yarı tanrı, yarı insan olarak anılan şair Orfeus ’un arp çalarak şarkı söylemesi o denli etkiliymiş ki geçtiği nehrin akması durur, aslan ve kaplan gibi en vahşi hayvanlar bile müziğinin etkisinde kalarak ona itaat edermiş.
Müziğin bedenimiz ve ruhumuz üzerindeki şifalandırıcı etkisini keşfedip kullanmaya başlamamız ise en eski medeniyetlerden beri süregelmiştir. Yunan filozof ve düşünür Platon’a göre, tanrılar müziği insanlara sırf eğlence için değil, aynı zamanda hissettikleri şiddetli acıları dindirmek ve kalplerini şifalandırmak için göndermişti. Çünkü müzik, akli ve ruhi duyguları arttıran bir özellik taşıyordu.
Doğudan batıya, tarihteki birçok kültür ve uygarlıkta inançla bütünleşen müzik, dinî ayinlerin ve ritüellerin de ayrılmaz bir parçası olagelmiş. Kadim kültürlerin ritüellerinde, müziği kullanmaları aslında bir tesadüf değil. Özellikle şaman kültüründe kutsal kabul edilen “şaman davulu”nun yaydığı ses ve titreşimler sayesinde; stres, anksiyete ve kronik ağrı gibi psikolojik semptomları iyileştirdiğine ve trans etkisi yaratarak, öbür dünyayla, doğayla, ruhlarla ilişki kurma ve hastaları iyileştirme gücü taşıdığına derinden inanılıyor.
Bilimsel açıdan ses ve müziğin şifa niteliğinin temeli “rezonans” prensibine dayanıyor. Bedenimiz, var olduğumuz andan itibaren belli düzeyde bir titreşime (frekansa) sahip. Aynı zamanda dışsal bir kaynaktan (yani bir enstrümandan) yayılan ses, kaslarımız, kemiklerimiz, iç organlarımız, kısacası tüm bedenimizde bir titreşim yaratıyor. Dışsal seslerin yarattığı bu titreşim ile bedenimizin titreşimi arasında bir uyum sağlandığında, yani aynı frekansa girdiklerindeyse, müziğin şifalandırıcı gücü ve trans etkisi ortaya çıkıyor.
Dr. Michael Winkelman’ın “Şamanizmin Şifalandırıcı Etkileri” üzerine yaptığı çalışmalarda; davul çalmanın beynin bir çok bölümünü senkronize ettiğini, alt beyin yapılarından gelen ve sözel olmayan bilgileri ( frontal kortekse ) uyumlayarak iç görü, anlayış ve tamamlanma duyguları ürettiğini açıklıyor. Şamanik davulun saniyede üç kez ve düzenli olarak tekrarlanan vuruşlarının, tüm beyne nüfuz ederek her iki yarı küreyi de ritmik bir dengeye sokabildiğini keşfetmiş. Bu durumu basitçe fizikteki “sarkaç prensibi” ile açıklayabiliriz. Buna göre, birbirinden farklı salınımlar yapmaya başlayan iki sarkaç, dereceli bir biçimde birbirinin hareketine yaklaşmaya başlıyor. Bir müddet sonra ise sarkaçlar aynı hızda ve aynı yönde hareket etmeye başlıyorlar. Tıpkı tempolu bir müzik duyduğumuzda farkında olmadan bedenimizle müziğe eşlik edip, ritme göre ayak uydurmamız gibi.
Yoğun, modern yaşam tarzlarımızda maruz kaldığımız gürültü ve ışık kirliliği birleştiğinde, içimizde ihtiyacımız olan sessizliğe ulaşmamız da zorlaşıyor. Sürekli olarak uyarı halinde yaşıyoruz ve bu da bir süre sonra beynimizi, dolayısıyla da kendimizi yorgun, tükenmiş hatta depresif hissetmemize yol açıyor. Normal aktif ve hareketli dönemlerimizde, genellikle gün içinde beyin dalgalarımız saniyede 14 ila 38 salınım döngüsünde yani “ Beta ” seviyesinde çalışıyor. Fakat kendimizi rahatlatıp sakinleştiğimizde bu dalgaların hızı saniyede 7 ila 14 döngüsünde olan “Alfa” ritmine düşebiliyor. Alfa dalga boyu, beyni stresten koruyan ve genellikle yaratıcı olmamızı sağlayan bir titreşimdedir. Sessizce akan düşünce sırasında ve zihin-beden bütünleşmesini öğreten bazı meditasyon durumlarında artış gösterir. Daha derin olan “Theta” dalgaları ise derin meditasyon ve trans durumlarında ve de çoğunlukla uykuda baskın duruma geçer. Hafızaya ve sezgilerimize açılan kapımızdır . Theta’da duyularımız dış dünyadan çekilir ve içeriden gelen sinyallere odaklanır.
Müzik terapide gittikçe yaygınlaşan şamanik davulunun kullanımı da işte tam bu noktada devreye giriyor. Sabit ve sürekli aynı hızda tekrarlanan davulun sesi, önce kalp atışlarımızı ve kan basıncımızı sonrasındaysa beyin dalgalarımızı bir biriyle uyumlayarak ve yavaşlatarak stabil bir düzeye çekiyor. Basit ve düzenli şekilde tekrarlanan ritimler sayesinde beyin dalgaları önce ALFA ve sonrasında TETA frekansına inerek odaklanmamızı ve trans haline geçmemizi sağlıyor.
Nörolog Barry Bittman’ın davul çalmanın potansiyel faydaları üzerine yaptığı son çalışmalarda; davul çemberlerine aktif olarak katılarak davul çalmanın, kanser ve AIDS gibi virüslerle savaşan, doğal öldürücü T-hücrelerini güçlendirmeye ve arttırmaya yardımcı olduğunu keşfetmiş. 10 haftalık bir çalışma boyunca 90 dakikalık davul çemberine katılan insanların, vücutlarındaki iltihaplanma oranında büyük bir azalma olduğunu ortaya çıkartmış. Ayrıca parkinson ve felç gibi beynin önemli bölümlerinde hasar oluşmuş kişilerde, beynin tüm bölümleri arasında nöronal bağlantılar oluşturarak, beyni yeniden eğitmeye katkısı olabildiğini, epilepsi nöbetleri geçiren hastaların hareketlerinin kontrolünü yeniden kazanmalarına yardımcı olabildiğini savunuyor. “Davulun İyileştirici Gücü” adlı kitabın yazarı Robert L. Friedman ise, davul çalmanın basit ama şifalandırıcı gücünü ortaya koyan çalışmalarında; risk altındaki ergenlerin öfkelerini ve olumsuz duygularını boşalttığını, şirket yöneticilerinin günlük streslerini atabildiklerini ve gazilerin travma sonrası duygusal acılarının bir kısmını salıverdiğinden bahsetmiştir. Bunların yanı sıra Alzheimer hastalarının kısa süreli hafızalarını geliştirmelerine ve otistik çocukların dikkat sürelerini arttırmalarına da destek olduğuna değinmiştir.
Müzik terapinin etkilerini araştıran ve “Mozart Etkisi” kitabının da yazarı olan Don Campell, beden ritmimizi dengeleyip yönlendirebileceğimiz şöyle bir egzersizi öneriyor: Dik konumda kalabildiğiniz rahat bir sandalyeye oturun, elinize ritim tutabileceğiniz çubuk benzeri bir nesne ve davula benzer bir alet alın. Bir süre gözlerinizi kapatıp kalp atışınıza odaklanın. Şimdi çubuğu elinize alın ve kalp atışlarınıza uyumlu bir ritim tutturmaya çalışın. Bir kaç dakika devam edin ve sonra da vuruş hızınızı kalp atışınızın iki katına olacak şekilde hızlandırmaya çalışın. Üç dakika sonra kalp atışlarınızla uyumlu olan ritme geri dönün ve kalbinizin daha mı yavaş yoksa daha mı hızlı attığına bir bakın. Sonuç şaşırtıcı olacak.
Enstrümanların beynimiz üzerindeki etkilerini tıpkı şamanlar gibi ustaca kullanan diğer bir topluluk da yabancı olmadığımız ve kültürümüzün bir parçası olan Mevlevilerdir. Bu topluluk, seromonilerinin bir parçası olan Sema törenlerinde Tasavvuf müziğini kullanarak danslarıyla akış haline geçerler. Sema seromonisi, sembolik olarak kâinatın oluşumunu, insanın dirilişini ve Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçişini ifade eder. Ortaya çıkışının M.Ö 5000’li yıllara kadar dayandığı tahmin edilen ve sesiyle insan ruhunun en derinlerine dokunan “Ney” isimli nefesli alet ise Tasavvuf inancının sembolü ve sema törenlerinin en temel enstrümanlarındandır. Beyin-kalp ilişkisini en iyi tanımlayan ve ruhsal arınma ritüellerinin kaynağını oluşturan ayinlerde müziğine sıkça yer verilir.
Türk müziği aletleri ve makamları Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinden beri ruhsal bozuklukların tedavisinde sıkça kullanılmıştır. Ünlü düşünür ve müzisyen Farabi’ ye göre Türk Halk müziği ve enstrümanları insana zevk, dinginlik ,güven, cesaret ve alçak gönüllülük kazandırabiliyordu. Klasik müzik bestecilerinden W.A. Mozart’ ın eserlerinin müzik terapide yaygın olarak kullanıldığını belirten uzmanlar, Türkiye’de de Tasavvuf müziği ve özellikle de ney enstrümanının en az klasik müzik kadar etkili ve iyileştirici gücü olduğuna değiniyorlar. Ruhu huzura ulaştıran ses olarak da bilinen bu enstrüman, müzik terapide öfke kontrolünü sağlamakta zorlanan kişilerin tedavilerinde sıkça kullanılmakta.
Hangi çağda olursa olsun müzik, çoğumuz için duygusal değişimlerimizin etkisini, söze dökemediği anların derinliğini kaldırabilecek bir sandal görevi görüyor hayatımızda. Mutluluğumuzu, hüznümüzü, acımızı ya da öfkemizi, belki de kendi içimize dönüşü kolaylaştıran en yakın yardımcımız. Ben bu enstrümanlar ve kültürler hakkında araştırma yaparken, eski medeniyetlerin doğayla olan derin bağlantısını ve yine doğadan edindiği materyallerle yarattığı müziği ne kadar bilgece kullanabildiklerini fark ettim. Günümüzde bu çalgıların iyileştirici ve rahatlatıcı nitelikleri bilim alanında yeni yeni anlaşılmaya başlansa da eski medeniyetler bunu çoktan keşfetmişler.
Çünkü müzik; kavramlardan ya da kelimelerden çok daha güçlü…
Editör Notu: İngiltere’de yapılan bir araştırmada, metal gruplarındaki davulcuların kondisyonunun bir futbolcu kadar iyi olduğunu ortaya koyuyordu. Zira sert bir metal konserinde, ortalama 90 dakika boyunca, bir davulcunun kalp ritminin ortalama 170 civarında olduğunu ortaya çıkardılar.
Sanat kategorimizden bir başka yazımızla devam edebilirsiniz: Sanatçı Mı Bilim İnsanından Çıkar, Bilim İnsanı Mı Sanatçıdan?