Gazetecilerin Çarpan Etkisi Yaratan Örgütsüzlüğü! | Çağdaş Dergi 2

Türkiye’deki basın iş kolu örgütlenme sürecindeki temel kırılmalardan birinin, 7 Mayıs 1983’te yaşandığı söylenebilir. O tarihe kadar yüzde 60’lar oranında olan örgütlülük, günümüzde yüzde 8.3’e kadar gerilemiş durumda.

Değişen neydi?

7 Mayıs 1983 tarihinde yürürlüğe giren 2821 sayılı Sendika Yasası’nın 60’ıncı maddesiyle basın iş kolunda çalışanların örgütlüğüne ket vuruluyor, basın emekçilerinin sendikal örgütlenmelerinin, tek iş kolundan iki iş koluna ayrılması öngörülüyordu. Yeni düzenlemeyle iş kolları sayısı bölünerek 28’e çıkartılmıştı. Şöyle ki; aynı sendika çatısı altında örgütlü olan 5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun’a göre çalışanlarla 1475 sayılı İş Kanunu’na (22 Mayıs 2003 tarihinden sonra 4857 sayılı kanun oldu) göre çalışanlar, ayrı iş kolları olarak tanımlanıyordu. Düzenlemeyle yayın organına haber üretenle yayının basımı ve dağıtımını yapanların sendikaları, diğer bir ifadeyle ‘mahalleleri’ ayrılıyordu.

Düzenleme işveren lehineydi

Bu değişiklik kısa dönemli pratik sonuçlardan öte tarihsel dönüşümün de ilk adımlarıydı ve basın çalışanları aleyhine, işverenler lehine ustaca bir müdahale yapılmıştı. Düzenlemenin, 12 Eylül Askeri Darbesi sonrası uygulamaya koyulan neoliberal politikaların öngördüğü örgütsüz toplum idealine yönelik kritik adımlardan biri olduğunun altını çizmek gerek. Söz konusu düzenleme, Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun’a tabi olarak çalışanların, toplumsal mücadelede alanında konumlanma sorunsalını da iyiden iyiye belirginleştirdi. Gazeteci, emekçi sınıfın mı, yoksa yaptığı işin belli özgünlükleri itibariyle açılan entelektüel kanaldan ‘orta sınıf’ın mı parçasıydı? Bu soruya, her ülkenin ekonomik ve sosyal gelişimine paralel özgün şartlar esas alınarak verilebilecek yanıt, Türkiye’de basın emekçilerinin her geçen gün emekçi sınıftan ayrışması yönünde oldu.

Devletin yayın organlarına müdahalesi tarihsel bir gerçek

Türkiye genelinde yüzde 14,1’lik düşük sendikalaşma oranının bile altında (yüzde 8.3) kalan basın iş kolundaki örgütsüzlüğün nedenlerini, 1800’lerin ilk yarısına kadar dayandırmak mümkün. Osmanlı’da 1831 tarihinde yayınlanan ilk gazete Takvim-i Vekayi, bilindiği üzere devletin yönetimindeki bir yayın organıydı ve çalışanları devlet kadrolarında görevli, yani devletin memurlarıydı. Sonraki süreçte, özellikle de Ziya Paşa, Namık Kemal gibi dönemin aydınlarının öncülük ettiği siyasal hareketlerin yarattığı ortamda bu durum kısmen değişse de devletin yayın organları üzerindeki kontrolü hiç eksilmedi. Otuz yıl süren 1878-1908 tarihleri arasındaki ‘İstibdat Dönemi’nde ise gittikçe daralan bir alana sıkışan basın faaliyeti, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sonrasında da devletin kontrolü altında varlığını sürdürdü. Basın tarihimizde ‘matbuat’ olarak adlandırılan ve ilk zamanlar devlet kademelerindeki görevlilerin, sonra ise devlet kontrolündeki ya da baskısı altındaki ‘aydınlar’ın sürdürdüğü basın faaliyeti, hem niteliksel hem de niceliksel boyutta mesleki iç dinamiklerden uzun süre mahrum kaldı.

1950’lerden 1980’lere uzanan süreç

Cumhuriyetin ilanından 22 yıl sonra geçilen ‘Çok Partili Siyasi Hayat’ ile birlikte toplumsal alanda yaşanan gelişmeler ve 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle izlenen politikalar, emek hayatının tamamında olduğu gibi basın iş kolunda da dönüşümlere yol açtı. Gazeteler ve diğer yayın organları ile basın çalışanları açısından artık ‘matbuat dönemi’nin sonuna gelinmiş, ‘basın dönemi’ne geçilmişti.

‘Basın dönemi’ diye tanımlanan ve 1980’lerin başına kadar süren yaklaşık 40 yıllık süreçte ilk olarak, 1952 yılının Haziran ayında yürürlüğe giren 5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun ile bir yandan gazetecilik hukuksal zeminde şekil almaya diğer yandan basın iş kolundaki emekçilerin mesleki hattı belirginleşmeye başladı. Türk basın tarihi konusunda önemli eserlere imza atan Hıfzı Topuz, 5953 sayılı yasanın içerdiği düzenlemeyi ve dönemi, “II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi” isimli kitabında, şöyle aktarmaktadır:

“DP iktidarının ilk yılları basının mutlu bir dönemidir. Kovuşturmaya uğrayan, tutuklanan gazeteci yoktur. Hükümetle gazeteciler arasında genellikle yakın ilişki kurulmuştur. Gazete sahipleriyle Adnan Menderes arasında bir balayı dönemi başlamıştır o yıllarda… Bunun yanı sıra gazetecilerin sosyal haklarını tanıyan ‘basın mesleğinden çalışanlarla çalıştıranlar arasındaki münasebetleri düzenleyen 5953 sayılı, 13 Haziran 1952 tarihli Kanun’ da çıkmış ve bu kanunla gazeteciler şunları elde etmişlerdir:

*Sendika kurabilmek,

*Sosyal sigortadan yararlanmak,

*İşverenin gazeteciyle yazılı iş anlaşması yapması zorunluluğu,

*Askerlikte, mahkumiyet ve gazetenin kapanması durumlarında gazeteciye ücret ödenmesi,

*Haftalık tatil, yıllık ücretli izin vb.

Bu kanun o zaman için çok önemli bir aşama olmuştur.”

1960 ihtilali siyasi ikliminin basına etkisi

Her siyasal gelişmeden doğrudan etkilenen basın iş kolundaki ilişkiler; 1961 yılına gelindiğinde, basın emekçilerinin örgütlülüğü açısından gelecek 20 yıla etki eden sonuçlar doğuran yasal bir düzenlemeye kavuştu. 1960 Askeri İhtilali’nin yarattığı sosyal ve siyasal ortamda, bugün hala ‘Çalışan Gazeteciler Günü’ olarak kutlanan 10 Ocak 1961 tarihli, 5953 sayılı yasada değişiklik içeren 212 sayılı yasal düzenleme hayata geçirildi. Basın emekçilerine, basın işverenleri karşısında ekonomik ve sosyal güvenceler sağlayan düzenleme, patronlar tarafından tepkiyle karşılandı ve tarihe ‘9 Patron Olayı’ adıyla geçen gelişmeler yaşandı. İşverenlere; iş sözleşmelerinin yazılı olarak yapılması, ücret miktarı, işin niteliği ve gazetecinin kıdeminin sözleşmelere konulması yükümlükleri getiren 212 sayılı yasal düzenleme üzerine Akşam, Cumhuriyet, Dünya, Hürriyet, Milliyet, Yeni Sabah, Vatan, Tercüman ve Yeni İstanbul gazetelerinin sahipleri, 10 Ocak 1961’de yayınladıkları bildiriyle yasayı boykot edeceklerini duyurdu ve üç gün boyunca gazete çıkarmayacaklarını açıkladılar. Patronlara karşı ilk tepkiyi, gazetelerin yazı işleri müdürleri verdi ve söz konusu bildirinin çıktığı gazetelerine ‘sorumlu müdür’ olarak imzalarını koymayacaklarını açıkladılar. Yazı işleri müdürleri ortak bir bildiri yayınlayarak, yasal düzenlemeyi savundular. Bildiride yer alan görüşler şöyleydi:

“1- Gazetelerimizin kapatılması konusunda patronlarımız tarafından alınan kararı asla tasvip etmiyoruz.

2- Bu karara mesnet olarak gösterilen basınla ilgili kanunların patronlar tarafından belirtildiği şekilde ‘basının emsali görülmemiş bir tehlikenin içine aldığı,’ ‘temel hak ve hürriyetlerimizi kısıntıya soktuğu’ iddiasına iştirak etmiyoruz.

3- Bu kanunlardan basında çalışanlarla çalıştıranlar arasındaki münasebetleri düzenleyen ‘fikir işçileri kanunu’ sosyal adaletin gerçekleşmesinden başka bir netice sağlamayacak, hak ve hürriyetimizi kısmayıp bilakis garanti altına alacaktır.”

Gazeteciler, 10 Ocak 1961’de sendikadan vilayete yürüdüler ve o gün, kendi olanakları ölçüsünde İstanbul Sendikacılar Lokali’nde üç gün boyunca “Basın” adında bir gazete çıkarmaya karar verdiler.

Bilinç ve örgütlenme düzeyinde basın emekçilerine önemli kazanımlar sağlayan bu gelişmeler, 5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun’un yürürlüğe girdiği 1952 yılında İstanbul ve Ankara’da ayrı ayrı kurulan – 1965 yılında Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) adı altında toplanan – gazeteci sendikaları için de örgütlenme alanı açtı. TGS, o yıllarda aralarında Milliyet ve Hürriyet’in de bulunduğu ulusal düzeydeki birçok gazetede örgütlendi. Gazetecilerin örgütlü olduğu TGS, diğer iş kollarına göre daha az üyeye sahip olmasına karşın çatısı altında bulunduğu konfederasyon içinde de öncü sendikalar arasında yer alıyordu.

Sendikasızlaştırmanın başladığı ‘medya dönemi’

Tarihler 1980’leri gösterdiğinde Türk basınında yeni bir evreye, ‘medya dönemi’ne giriliyordu. Bu dönemin temel özelliği, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere 1980 Askeri Darbesi’nin sonrasında neoliberal politikaların hâkim kılınmasıydı. Bunun için izlenen yol ise, başta emek örgütlenmeleri olmak üzere sol ve sosyalist örgütlenmelerin önünü kesmekti. Devlet yönetimine hâkim olan bu anlayışa paralel medya sahipliği yapısında dönüşümler yaşandı. Başka sektörlerde faaliyet gösteren şirket sahipleri, birer birer basın kuruluşlarını satın aldı.

Darbe şartlarını fırsata çeviren patronlar

TGS Genel Merkez yönetiminde 1972’den itibaren görev alan ve uzun süre genel başkanlığını yapan Ziya Sonay’ın, o döneme ilişkin, öğretim üyesi Tuba Karahisar’ın “Türkiye’de Gazetecilerin Sendikalaşma Sorunları” başlıklı çalışması kapsamında aktardığı görüşler şöyle:

“Sendikamız, 1970’li yıllarda çok başarılıydı ve o yıllarda Türkiye çapında otuzun üzerinde iş yerinde Toplu sözleşme yapılabiliyordu. Ancak 12 Eylül’le birlikte Türkiye’de sendikal hareket darbe yediği gibi bu durum basın iş koluna da yansıdı. 30 iş yerinde Adana, Eskişehir, Bursa,  İzmir,  İstanbul’da Toplu Sözleşme yapılabiliyordu ve her yerde örgütlülük vardı.  Şubelerle birlikte bayağı güçlü bir sendikal yapılanma söz konusu idi. 1980 darbesinin ardından çıkan yasayla beraber iş kolları değişti. Daha evvel 1970’li yıllardaki yasal mevzuata göre basında çalışanlar da sendikamıza üye oluyordu. Yani her hangi bir matbaa, gazete, ajans. Ama 1982 yılında çıkan 2821 Sayılı Sendikalar Yasası sadece gazetecilerin bu sendikaya üye olmasına izin verince üye sayımız 1/3’e düştü. Yoksa 5000‐6000 kişilik sendika idik. Para basılan Merkez Bankası Banknot Matbaası bile üyemizdi. Hatta 12 Eylül’ün olduğu gün Merkez Bankası Matbaası’nda grev vardı. Ama geçen zaman içinde gazetenin kadrosunda olanlar buraya üye olabildiler. Bu durumu fırsat bilen işverenler taşeronlaştırmayla orada yapılan işlerin bir bölümünü kendi kadrosundan çıkartmaya başladı. Önce paketleme servislerinde çalışanlarda başlatıldı. Arkasından ulaştırmayı, yemekhaneyi, gele gele karanlık odaya kadar gelindi. Sadece yazı işlerinin bir bölümünde çalışanlar gazetenin esas kadrosunda oldu. Hepsini taşerona verdiler. Böylece aynı iş kolunda olunmadığı için üyeliği düşüyor.”

İşkolu sendikacılığından iş yeri sendikacılığına

Gazete sahipliği profilinde Aydın Doğan’la başlayan değişikliğin hızlandığı, gazete patronluğunun “medya sahipliğine” dönüştüğü; gazetelerin Babıali’den plazalara taşındığı 1980 ve 1990’lı yıllar, aynı zamanda medyada tiraj ve izlenme rekabetinin de acımasızca arttığı bir dönemdi. Ancak patronlar gazetecilik kalitesini artırarak değil, -Türkiye tipi- daha ucuz, maliyeti daha düşük ürünler çıkararak rekabet üstünlüğü elde etmeye çalışıyorlardı. Medya sahiplerinin, maliyetlerini düşürmek için ucuzlatacakları girdi sayısı fazla değildi, sadece çalışanlara ödenen ücretler kalıyordu. Bu nedenle de patronlar toplu sözleşme masalarını istemiyordu.

Türkiye Gazeteciler Sendikası, yeni medya kuruluşlarında örgütlenmeyi başaramıyor; Doğan Medya Grubu, Cumhuriyet, Anadolu Ajansı ve benzeri kuruluşlarla sınırlı bir alanda varlığını sürdürebiliyordu. Bu durum, sendikanın örgütlü bulunduğu işyerlerinin sahipleri tarafından, “haksız rekabete” yol açtığı gerekçesiyle şikâyet konusu ediliyordu. Doğan Grubunun bu gerekçeyle çalışanlarına sendikadan istifa etme baskısı kurmaya başladığı 1990’lı yıllarda, Türkiye Gazeteciler Sendikasının yönetiminde de ağırlıkla bu grupta çalışan gazeteciler yer alıyordu. Medyada sendikal örgütlülüğün sonu da, Doğan Grubunun sendikal örgütlenmeyi kırmasıyla başlamıştı. Bu aşamadan sonra Türkiye Gazeteciler Sendikası, iş kolu sendikası olmaktan uzaklaştı ve işyeri (Anadolu Ajansı) sendikasına dönüştü.

AKP dönemi basın ve örgütlenme

Basın tarihi ve basın iş kolundaki örgütlenme süreçlerini kesitlerle anlattığımız gelişmelerin günümüze yansımaları, aktarılanlardan daha ağır ve derin oldu. 1980’lerde temelleri atılan ‘medya dönemi’nin tahribatı, 2002’de iktidara gelen AKP’yle, gazeteciliğin mesleki niteliklerinin yok edilmesi düzeyine ulaştı. Bir yandan basında örgütlü emekçi sayısı tek haneli rakamlara düştü, diğer yandan sendikalar sıkıştırıldıkları alanda dar kadrolarla daha da küçüldü. Sendikalara bu dönemde yöneltilen en ağır eleştirilerden biri ‘Sarı Sendikacılık’tı. Toplumsal ve mesleki mücadeleyi unutan, sadece ücret pazarlığı yapan ‘Sarı Sendikacılık’, örgütlenme sorununa tuz biber ekti.

Gazetecinin durduğu yer neresidir? Sınıfı nedir?

Yazının bu bölümünde, üzerinde ısrarla durulması gerektiğini düşündüğümüz konulardan biri de, gazetecilerin toplumsal sınıflar içinde nerede olduğu ve ilkesel olarak nerede durduğudur. 2000’lerin ortalarında itibaren daha yoğun olmakla birlikte son 40 yıldır ‘medya’nın büyük bir kısmı, basında sendikasızlaştırmayı hedefleyen iktidarlarla yol yürüyen işverenlerin kontrolüne geçerken, Dünya genelinde parasal büyüklük açısından ilk beş ‘sektör’den biri haline gelen medyada bu ortaklığa ‘yandaş’ ve basın patronlarının amaçlarına ulaşmasında en büyük ‘hizmetkarlığı’ yapanlar ise, ne yazık ki hep gazetecilerdi. Bunların başında gelen ve yakın zamana kadar Türkiye’de ‘basının amiral gemisi’ olarak anılan Hürriyet gazetesinin uzun yıllar genel yayın yönetmeliğini yürüten Ertuğrul Özkök’ün, 19 Şubat 2003 tarihinde Hürriyet’teki köşe yazısında yazdığı “Ben sadece bir gazete yöneticisi değilim. Aynı zamanda bir medya işletmecisiyim” ikrarı, gazeteciliğin sınıfsal bilincindeki ikilemin nerelere savurulacağının en iyi örneklerinden biridir. 1960-80 yılları arasındaki ‘basın dönemi’nde öne çıkan emekçi kimliği dışında ‘seçkinciliğe’ her zaman zaaflı bir yapıya sahip gazetecilerin, geldiğimiz aşamada gittikçe değersizleştiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Örgütsüz, haklarını savunamayan ve meslek ilkeleri erozyona uğrayan gazeteciliğin ortaya çıkardığı tahribat, gazetecilerden daha fazla halka yansıdı. Örgütlü bir hayatın parçası olmayan gazetecilik, her geçen zamanda örgütsüz toplum yolunda çarpan etkisi yarattı.

Bu yazı bağlamında temel kaynaklardan biri olarak aldığımız Çağrı Kaderoğlu Bulut’un 2019 yılında çıkan “Sınıfın Sınırlarında GAZETECİLER ve PROLETERLEŞME” kitabı, gazetecilerin süreç içinde geldiği aşamanın proleterleşme olduğuna işaret etmekte ve emekçi sınıfın parçası olduğu tezini vurgulamakta. Gazetecilerin; iletişim teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmeler ile örgütsüzlük, mesleğin iç dinamiklerinden usta-çırak ilişkisinin yok olması, sayıları en son 71 olan iletişim fakültelerinin her yıl yüzlerce mezun vermesine paralel gazeteciliğin ucuz iş gücüne dönüşmesi ve iktidarın uyguladığı ağır baskılarından kaynaklı yaşadığı nitelik kaybı, gazetecilerin üretim sürecindeki etkilerinin ikinci dereceye inmesine, her alanda yoksunlaşmasına sebebiyet vermiştir. ‘Sınıfın sınırları’nda olan gazetecilere – son zamanlarda tepe noktaya varan mesleki yozlaşma da göstermektedir ki – lümpenlik de ensesinde her an nefesini hissettirecek kadar yakındır. 1970’lerin devrimci parçalarını seslendiren Cem Karaca’nın “İşçisin sen işçi kal” nakaratlı ‘Tamirci Çırağı’ parçası, gazetecilerin yaşadığı gerçeğe ışık tutacak anlamlı eserlerin başında gelebilir.