GEÇMİŞİN BİR YANLIŞI ANKARA’DA DÜZELTİLMELİDİR

GEÇMİŞİN BİR YANLIŞI ANKARA’DA DÜZELTİLMELİDİR

Nezih BİLECİK
Deniz ve Balıkçılık Bilimcisi

Doğal kaynakların yönetimi açısından toplumu ilgilendiren bazı önemli konularda, siyasi iktidarların değer yargılarından ve uygulamalarından akılcı olmayanlarının geleceğe bir sıkıntı olarak yansıması kaçınılmazdır. Bir bakarsınız yönetimler olarak harikulade oluşumlara imza atılmıştır; birde bakarsınız ki olağanüstü düzeyde kabul görmesi gereken konulara sırt çevrilmiştir. Hele bazı konular var ki tam bir akıl tutulması. İşte 21. yüzyıl Türkiye’si için izahında zorlanacağımız bir konu.

İstanbul. Yeryüzünün en ayrıcalıklı köşelerinden biridir. Geçirdiği jeolojik evrimiyle, iklimiyle, doğasıyla ve özelde boğazı ve denizleriyle, tarihiyle, geçmiş uygarlıklara yön veren konumuyla bir dünya kentidir. Bu olağanüstü özelliklere sahip kent aynı zamanda denizel ortam açısından da ilginç gelişmelere ortak olan bir yerdir. Yeryüzünde deniz ve balıkçılık bilimleri açısından İstanbul havzasının özelliklerine sahip ikinci bir doğa ortamını gösterebilmeniz olası değildir. Peki, o denizel ortamı ve bünyesinde barındırdığı canlıların yaşam döngülerini bilmek, yorumlamak, değerlendirmek ve onun özelliklerini yitirmemek açısından ülke olarak acaba hangi konumdayız. İşte burada karşımıza, yüzümüzü kızartacak bir tablo çıkmaktadır.
“Okyanus Gezegeni” olarak tanımlanan dünyamızda, salt bu konu çerçevesinde sahip olduğu çok yönlü özellikleri itibariyle öncelikle hangi nokta veya bölge bir inceleme konusu yapılmalıdır sorusu gündeme getirildiğinde, konuya objektif olarak bakan bir bilimci, hiç kuşkunuz olmasın size İstanbul yöresi cevabını verecektir.
Ne yazık ki devletin İstanbul’da deniz ve balıkçılık bilimi ile ilgili bir kuruluşu yoktur. Bunun en hafif açıklaması adam sendeciliğin verdiği ilgisizlik olacaktır. Neresinden bakılırsa bakılsın sonucu utanç vericidir. 2014 yılına girdiğimiz günümüz zaman diliminde bunu konuşuyor, yazıyor olmamız bile doğaya, bilim dünyasına, insanlarımıza, doğaseverlere, balıkçılarımıza ve hepsinden de öte İstanbul’a saygısızlığın ta kendisidir.
İstanbul’un deniz ve balıkçılık bilimi açısından gerçekten ne olduğunu biliyor muyuz?

Önce bilim sözcüğüne açıklık getirelim. Bilim, yöntemlerle elde edilen ve deneylerle doğrulanan bilgiler topluluğudur. Bilimin en önemli özelliği; evreni, gerçekleri insan eylemleri ile doğrulanmış kurallar ve yasalarla yansıtmasıdır.
Peki, bu işlevsellik neyle gerçekleştirilir? Bu da anlamını araştırma kavramında bulmaktadır. Araştırma; “İnsanın bilgide ilerleme, gelişmeyi sağlama, çevresini tanıma ve ondan en iyi şekilde yararlanabilme ve sorunlarına çözüm bulma amacıyla başvurduğu en önemli bir uygulama modelidir”. Araştırma, insanın merakından doğmuş; onun gerçeği öğrenmeye, iş yapma yollarını geliştirmeye karşı olan hasreti ile beslenmiş bir etkinliktir. Özümsemek gerekirse; araştırma, amaçlı, planlı ve sistemli olarak verilerin toplanması, gruplanması, analizi, sentezi, açıklanması, yorumlanması ve değerlendirilmesi işlemleri ile problemlere güvenilir çözüm yolları bulma süreci olarak tanımlanır. Bunu gerçekleştiren kişiye de araştırmacı denir.
Görülebileceği gibi araştırmacı; uzun vadeli çalışmaları göze alan, sonuçlandıran; tüm faaliyetlerinde bilimselliği önde tutan sermayesi ancak diğer bilimsel araştırmalar, bilimsel veriler, kişisel gözlemler, yorumlar, analizler ve tartışmalar olan kişidir. Bu nedenle araştırıcının tüm çalışmaları evrenseldir. Araştırmacılığın en önemli özelliği göz boyamacılıktan arınmış yapısı ile özveri, sabır, gerçekleri bulma ve yansıtabilme becerisini içermesidir.
Peki, bütün bunlar nasıl ve neyin aracılığı ile gerçekleştirilir. Bunun cevabı net şekliyle araştırma kurumlarıyladır. Araştırma kurumları araştırma merkezi, araştırma enstitüsü, araştırma istasyonu ve araştırma birimi gibi sözcüklerle yapılanma ve personel gücüne göre isimlendirilirler.
Marmara Denizi ve gerekse boğazların en belirgin özelliği bu ortamdaki su kitlesinin homojen olmayıp, birbirinden farklı karakterdeki Akdeniz ve Karadeniz kökenli suların özelliklerini karma olarak bünyesinde barındıran karmaşık bir yapıya sahip olması ve bununda iklimsel oluşumlarla beraber balık avcılığının akışını yönlendirmesidir.
Böylesine ayrıcalıklı, sektörün ekonomisiyle de bağlantılı ortamların bilimsel açıdan sürekli olarak izlenmesi bir zorunluluktur. Peki, bu izleme günümüzde İstanbul’da gerçekleştirilmekte midir? Ne yazık ki günümüzde devlet bu konuda kelimenin tam anlamıyla duyarsızdır. Bu duyarsızlığın nedeni, merkezi otorite ortamındaki yönetimin diğer ifade ile karar vericilerin, konunun asli temsilcileri olmamasından ileri geldiğidir. Balıkçılık bağımsız bir sektördür. Buna bağlı olarak gelişmiş ülkelerin bir balıkçılık politikaları vardır. Benzer şekilde AB’nin de “Ortak Balıkçılık Politikası” bulunmaktadır. Ama ülkemizde balıkçılık bağımsız bir sektör değildir ve tarım sektörüne bir alt dal olarak monte edilmiştir. Haliyle balıkçılık konusunda yetkili olan merkezi otorite tarım politikası ile donanmış yöneticiler tarafından sevk ve idare edilmektedir. Bu nedenle sonuçların ve uygulamaların, balıkçılık politikası olan ülkelerin uygulamalarıyla örtüşmemesi doğaldır.

Geleceğin aydınlık olması, daha yüksek yaşam standardına ulaşılması insanların ortak arzularıdır. Gelecek bu yüzden bir umuttur, bir beklentidir, istekleri tetikleyici ve özendiricidir. Çünkü gelecek geçmişten çok daha olumlu gelecek vaat eder insanlara ve topluma. Oysa balıkçılık bilimi ve uygulamaları açısından tam tersine geçmişi arıyoruz. Çünkü onlar geçmişte vardılar ve Türkiye geçmişteki atılımlarıyla olağanüstü güzellikler dönemini yaşamıştı. Bunu yaşatan yer de İstanbul’un bünyesinde yer alan iki dev kuruluş idi. Bu abartılı bir tanımlama değildir. Çünkü alt yapı donanımı, konuya egemen bireyler, uluslararası arenada gövde gösterisi yapacak düzeyde gerçekleştirilen araştırmalar ve yayınlar, hep geçmişin zenginliklerini meydana getiren oluşumlardı. Ne yazık ki onlar mazi oldular. Sıradan tatminkâr gerekçesi olmayan nedenlerle kapatıldılar. Doğulu bir zihniyetin yönetimlerdeki kalıntılarının Türkiye’yi getirdiği bir noktadır, bu.
Geçmişe doğru uzanıp, yakın tarihimize mini bir gezi yapalım Cumhuriyetin kurulması ve 1926 yılında Kabotaj Kanununun kabulü, 1928 yılında Marmara adasında Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde ilk kez bir balıkçılık okulunun açılması, akabinde bu kuruluşun İktisat Vekaletine devredilmesi ve ardından 1931 yılında Baltalimanı’nda Balıkçılık Enstitüsünün kurulması o dönemin anlamlı girişimleriydi. Sonra 1933 yılındaki Üniversite Reformu ile beraber İstanbul Üniversitesinde balıkçılık eğitimi konusunda daha da önemli adımlar atılmış ve nihayet 1951 yılında Baltalimanı’nda “Hidrobiyoloji Araştırma Enstitüsü” kurulmuştur. Bunu takiben Ticaret Bakanlığı bünyesinde 1955 yılında da Et ve Balık Kurumu yapısı içerisinde Beşiktaş’ta bir “Balıkçılık Araştırma Merkezi” faaliyete geçirilmiştir. Bu süreçte bilimsel araştırmalar Hidrobiyoloji Araştırma Enstitüsü tarafından; balıkçı kesimine transfer amaçlı uygulamalı balıkçılık araştırmaları da Balıkçılık Araştırma Merkezi tarafından yapılmıştır. Ne var ki 1960’lı yıllardan sonra her iki kurum da pasif konuma itilmişler, sonuçta 1975 yılında EBK balıkçılık ile ilgili çalışmalarına son vermiş; benzer şekilde Hidrobiyoloji Araştırma Enstitüsü de 1983 yılında İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü tarafından kapatılmıştır. Her iki kuruluşun balıkçılık kuram ve uygulamalarında Türkiye’ye “Altın Dönem”i yaşatmalarına karşın, bu kuruluşların sürekliliği ve daha geliştirilmeleri özellikle esas iken dramatik şekilde kapatılmaları hem İstanbul Üniversitesinin hem de EBK’nun geçmişinde birer utanç sayfaları olarak tarihteki yerlerini almışlardır.
Oysa Hidrobiyoloji Araştırma Enstitüsü yaptığı bilimsel araştırmalarla Türkiye balıkçılığının gelişmesine, ayrıca dış dünyaya da açılarak bilimsel yönden bu arenada da ağırlığını ortaya koymuştur. Enstitünün doğal olarak ağırlıklı çalışma konusu Marmara Denizi ve biyolojik kaynakları üzerine olmuştur. 30 Mart 1983 tarihinde İstanbul Üniversitesi yönetimince, doğal sucul ortam kaynakları konusuna olan duyarsızlıklarının yanı sıra kınanılacak bir zihniyetle Ord. Prof. Dr. Curt Kosswig tarafından yaşama geçirtilen bu bilim yuvası Boğaziçi kenarında dinlence ve eğlence amaçlı sosyal tesis yapılmak üzere kapatılmıştır (Şekil 1 a-b). Benzer şekilde Beşiktaş’taki EBK’nın balıkçılık faaliyetlerini sürdürdüğü alan yıkılmış ve günümüzde özel sektör tarafından “Four Season Bosphorus” adıyla bir turistik tesis haline getirilmiştir (Şekil 2 a-b).

nezih_01 Nezih_02

Şekil 1-a: Geçmişteki Birinci aşama: “Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale, pozitif bilimdir” aşamasının görüntüleri (Hidrobiyoloji Araştırma Enstitüsü ve araştırıcıları).

Nezih_03 Nezih_04

Şekil 1-b: Günümüzdeki İkinci aşama: İstanbul Üniversitesi Hidrobiyoloji Araştırma Enstitüsünün Sosyal tesislere dönüştürülmesi, diğer adıyla Cumhuriyet rejiminde Lale Devrinin sürdürülmesi.

Nezih_05 Nezih_06

Şekil 2-a: Geçmişteki Birinci aşama: “Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir” aşaması görüntüleri. Balıkçılık Araştırma Merkezi’nin açılışında müdüriyet odasından Arar gemisinin görüntüsü. Sol yandaki fotoğrafın ortasında dönemin İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay ve diğer konuklar. Sağ yandaki fotoğrafta FAO tarafından ülkemize gönderilen Norveç’li uzman O. Aasen, Asdic cihazının başında.

nezih_07 nezih_08

Şekil 2-b: Günümüzdeki İkinci aşama: EBK Balıkçılık Araştırma Merkezi’nin yerinde şimdi yeller esmektedir.   Buradaki Merkez yıkılmış ve günümüzde özel sektör tarafından “Four Season Bosphorus” adıyla bir turistik tesis haline getirilmiştir.

Araştırma kurumlarının sayısının artırılması veya var olanların güçlendirilmesi gerekirken tam tersine mesnetsiz nedenlerle bu kuruluşların kapatılması yönetimsel özümüzün ne kadar donanımsız ve çağdışı olduğunun somut göstergeleri olmuştur.

Ülkemizde, balıkçılıkla ilgili bir bilimsel kuruluşun yapılanması ile ilgili tüm özelliklere sahip tek yer İstanbul ve havzasıdır. Çünkü, ülkeye sektörsel çerçevede ekonomik katkı; yoğun ve verimli ticari avcılığın yapıldığı ortamlar; üretici kitlenin sayısal ağırlığı; sektör içerisindeki alt sektörlerin yatırım olanakları ve bu bağlamda sektörsel güçle birlikteliği; denizlerinin ayrıcalıklı oseanografik özellikleri ve canlı kaynakların dağılımı ile balıkçılığın akışına etki eden faktörlerin mevcudiyeti ve değişkenliği; çevresel kirliliğin yoğun olduğu ve canlı kaynaklara sorun yaratan hususlar bu ortamın baskın (dominant) yapısıdır. Haliyle Türkiye’de araştırma kuruluşuna öncelikle tartışmasız sahip olması gereken en öncelikli yer İstanbul iken bunun günümüzdeki yokluğu akıllara ziyandan başka bir şey değildir.

Türkiye’nin 2014 yılına girerken geldiği nokta; kirlenen denizler, azalan ve ticari gücünü kaybeden sucul canlı kaynaklar, ülkesel düzeyde çöken balıkçılık ve balıkçılık sektörüdür.  Uzun sözün kısası balıkçılık politikası olan ülkede söz konusu edilen olumsuzluklar yaşanır mı? Bunun temel nedenini,   tüm siyasi partilerin ve buna bağlı olarak temsilcilerinin balıkçılık politikası diye bir kaygılarının olmamasının yanı sıra bu konulardaki bilgi yetersizliği ile açıklamak olasıdır.

Boğazlar dahil, denizlerimiz ve tüm iç sularımız devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Haliyle kaynağın sahibi devlettir. Doğal olarak kaynağına bilimsel açıdan egemen olabilmek devletin asli görevidir. Ayrıca bu konuda egemenliğini de kesintisiz olarak sürdürme yükümlülüğü vardır. Bunu da araştırma enstitüleri aracılığı ile gerçekleştirir. Peki, nerede bu yapı, nerede hem hükümeti hem de balıkçılık sektörünü bilgilendirecek, yönlendirecek araştırmacı ve yönetici konumundaki insan kaynakları.

Merkezi otorite yetkilileri sektörde sorunlar oluşmadan, olası sıkıntıları ve darboğazları çözebilme donanım ve yetisinde olmak zorundadırlar. Sektörün ilgili kulvarından sağlıklı-sağlıksız bilgilendirilmelerle sektöre yön verme bir yönetim modeli olamaz. Bu nedenle yöneticilerin öncelikli olarak kendi mesleki donanımları ile sorunları çözebilme durumunda olmaları gerekir.  Aksine bir durumun getireceği tablo hem yöneten hem de yönetilenler için sıkıntıdan başka bir şey değildir.

Bu saatte balıkçılara, doğa severlere, çevrecilere, sivil toplum kuruluşlarına;  “- Haydi dünyanın parmak ısıracağı özelliklerle donanmış bir araştırma merkezini İstanbul’da kurmak için bir imza kampanyası başlatalım” sloganı aslında çok geç kalınmış bir konu değil mi? Merkezi otorite uyuyor mu,  siyasi otorite yıllar yılı gelişmelerdeki olumsuzluğun farkında değil mi? Yoksa, elini kolunu bağlayan yorumunu yapamadığımız bir güç mü var!

Küçükyalı/Maltepe’de konuşlanan ve bir sivil toplum kuruluşu olarak faaliyet gösteren Geleneksel Balıkçılığı Yaşatma Derneği İstanbul’da balıkçılık ile ilgili bir araştırma enstitüsünün olmamasını ülke adına büyük bir noksanlık olarak görmektedir. Bu olumsuzluğu gidermek ve balıkçılıktan sorumlu merkezi otoritenin de bununla ilgili tasarımı gündemine almasını sağlamak amacıyla çok paydaşlı bir imza kampanyasını yaşama geçirtmeyi faaliyetlerine eklemiştir. Dernek bu bağlamda merkezi otoritenin kararlar alabilmesine olanak sağlayacak ve haliyle elini güçlendirecek olan bir balıkçılık araştırma enstitüsünün kurulması için hep beraber el ele vermenin zamanıdır, diyerekten imza kampanyasına giriş için bir mum yakmıştır. Doğayı ve ulusunu seven bir birey, bir sivil toplum örgütü, bir balıkçılık sektörü temsilcisi, bir akademisyen, bir öğrenci olarak gelin hep beraber birer mum yakalım. Bir ağaç, bir koru değil, bir orman olarak İstanbul’un hakkını İstanbul’a verelim.

Çağdaş personel yapılanmasıyla, noksansız alt yapı donanımıyla, Boğaziçi’nde dünyaya parmak ısırtacak siyasetten arındırılmış haliyle, gelin dört dörtlük deniz, içsular ve balıkçılık bütünselliğini kapsayan bir araştırma merkezinin kurulmasına hep beraber önayak olalım. Böylelikle toplum olarak geçmişin onurlu öncü bilimcilerinden tarih huzurunda özür dileme şansını yaratalım. Diğer taraftan bu merkezle eşdeğer konuları paylaşma yönünden Çanakkale Boğazı’nda da kardeş bir kuruluşun oluşturulmasına da olanak sağlayalım.

Bu konuda makro düşünce ve uygulama esas olmalıdır. Çünkü Türkiye her yönüyle güçlüdür. Haydi  Ankara top sende.

YAZINSAL KAYNAKLAR