Gençliğimin Dikkatine!

Sevgili Sinan. Öncelikle selam eder gözlerinden öperim.

Bunu gıcığına yaparım; çünkü tam şu sıralarda senin, yani benim 20’li yaşların başlarındaki halimin, henüz bir kaç yıl önce girdiği derslerden birinde, Türkçe anlatan (yahut anlattığını sanan) bir öğretmen, “mektuba öyle ‘öncelikle bilmemne’ diye başlanmaz” demişti; hatırlarsın. Biliyorum, “niye ki?” diye sorasın gelmişti ama soramamıştın; diğer bir çok öğretilen mevzuda olduğu gibi. Bu da o “bilgi”lerden biriydi işte. Seninle akrabadan öteyiz; o nedenle bu tip mevzuların seni nasıl gerdiğini hatırlıyorum. Sana bu mektubu da biraz ondan yazıyorum. Bu arada, bu mektubu yazdığım sıralarda dünyada millet artık birbirine mektup falan yazmıyor. Vallahi! Onun yerine elimizdeki elektronik kutulardan birbirimize dijital mesajlar atıyoruz ve geriye hiç ama hiç bir şey kalmıyor. Biliyorum, hayal etmen zor böyle bir dünyayı, zira ben bile henüz neler olduğunu tam anlayamıyorum!

Sinan’cığım; ben senin yaklaşık 30 yıl sonraki halinim. Aslında ben senim ama sen daha ben değilsin (o şarkıyı ben bile hatırlıyorum; muhtemelen sen şu aralar mırıldanıyorsundur: I know what is it to be young; but you don’t know what it is to be old …). Elbette burada senin bayılacağın türden bir paradoks var: Ben gençliğimde böyle bir mektup aldığımı hatırlamıyorum ama sen böyle bir mektup alıyorsun! Tam zihin bükücü bir durum! O bayıldığın bilimkurgu öyküleri gibi, değil mi? Neyse, bu faydasız kavram kargaşasını şimdi bir kenara bırakalım ve ben sana 30 yıl sonrasından bir iki kelam edeyim. Vereceğim bilgiler muhtemelen hiçbir işine yaramayacak; o yüzden çok da “şey yapma”; ama yok eğer yararsa, muhtemelen bugünkü ben de ben olmayacağım; zira sen bir şeylere pek erkenden ayıkacak ve hayatına farklı bir düzen vereceksin ve bu da…

Evet, yine paradoks…

Neyse, hayırlısı diyelim!

Sevgili Sinan; sana kesin olan bir şey söyleyeyim; en azından çeyrek asırdan fazla bir süre daha hayatta kalacaksın. Ondan sonra ne kadar yaşarsın bilmem (henüz 90’lı yaşlarımızdan bir mektup falan almış değilim), fakat seni temin ederim ki, şu aralar hemen her gün yutarcasına okuduğun bilimkurgu hikayelerinde resmedilen gelecekte bir sorun var. Sene şu anda 2021, ama ortada ne parlak amyant elbiseli insanlar, ne ayda insanların yaşadığı üsler, ne her türlü hastalığını saniyeler içinde iyileştiren özel robotik tedavi cihazları ve ne de uzay-zaman bükülmesiyle çalışan motorlara sahip yıldız gemileri var. Allah seni inandırsın, holovizyon bile daha icat edilmedi! Birileri fena uçmuş, ben sana söyleyeyim. Mesela bu satırları sana yazarken, insanlar hala ya “yerde” giden arabaların içinde trafikte yığılmış öyle bekleşiyorlar; ya tıkış tepiş otobüslerle oradan oraya seyahat etmeye çalışıyorlar; halen o eski (yani senin zamanındaki) devlet dairelerindeki gibi “mavi kalemle atılan ıslak imzalar” olmadan çoğu resmi işler yapılamıyor; dünyanın düz olduğuna, aşıların kısır yaptığına, beynimizin sadece yüzde onunu kullandığımıza, insanların aslında aya gitmediğine ve biyolojik evrimin uydurma olduğuna inanan insanlar büyük bir yekûn tutuyor. Dünyanın içine etme hızımız alabildiğine artarken, aptallığımız alabildiğine derinleşiyor. İnsanlığın dünyaya karşı merakı sekerat halinde; neredeyse tüm dikkatler, insanın yeni üreteceği oyuncaklara yönelmiş durumda.

Hani senin yaşlarındayken pek modaydı ya “Yirmibirinci yüzyıl ortalarında dünya tek devlete gidecek, tüm dertler bitecek, tek derdimiz kötü kalpli uzaylılar olacak” hayalleri; ama şimdi mevzu tam tersi. Millet birbirinin ümüğüne çökmüş vaziyette, herkes birbirini yiyor. Ülkelerin arasına yeni duvarlar falan örüyor deliler! O “bitecek gidecek” dedikleri arkaik inançlar, bugün neredeyse dünyayı tamamen yönetir hale geldi. Hele geçen sene bir virüs ( haydi sana bir ipucu vereyim; hani şu derslerde henüz yeni öğrendiğin Coronavirus ailesi var ya, onun yeni bir tipi ) çıktı meydana; neredeyse iki senedir sokaklara çıkamaz olduk! Yo, hemen telaşlanma, zannettiğin kadar öldürücü bir şey değil aslında; ama on-yirmi milyon insanın dip dibe şehirlere sıkıştığı bu yeni dünyada, bildiğin bir grip virüsü bile bizi canımızdan bezdirmeye yetti. Kısacası, buralar hiç de Isaac Asimov’un hayal ettiği gibi değil bu aralar!

Cebimde yüksek kalitede film çekebilen bir canlı yayın istasyonuyla geziyorum; bu günlerde yaşayan hemen herkes gibi. İletişim teknolojilerini anlatsam aklın almaz; zaten ben de tam anlayamadığım için muhtemelen anlatamam. Bilgi her yerde, dünyanın herhangi bir yerinde olan bir olayı saniyeler içinde öğrenebiliyorsun. Marketlerde aklına hayaline gelmeyecek seçenekler; hatta artık kocaman alışveriş tapınaklarımız bile var (AVM diyorlar bunlara). Tüm bunlara rağmen, insanlığın en yalnız, en cahil, en kafası karışık, en çaresiz, en kararsız, en sağlıksız olduğu dönem bu dönem olabilir.

Ama bu mektubu moralini bozmak için yazmıyorum sana. Bütün bunların yanında harika şeyler de oluyor. Bir kere sen, enteresan bir hayata doğru gidiyorsun, haberin olsun! Şimdi detay verip sürprizleri bozmak istemem ama, arada bolca sıkıntı çekecek olsan da çok ilginç bir macera var önünde. Şu yaşına kadar sana öğretilen dünyadan bambaşka bir yere doğru hızla gidiyorsun ve eğer biraz önlem alırsan, çok daha güzel ve yeni keşiflerle dolu bir hayat yaşayacaksın gibi geliyor bana!

Sinan kardeşim (kardeşim mi?); öncelikle (eğer yanlış hatırlamıyorsam) o yaşlarda farkettiğin bir şey var ki, emin ol, otuz yıl sonra dahi bu tartışılmaz bir gerçek: Eğitim ve orada öğrendiklerin, neredeyse hiçbir işine yaramayacak. Sana öğretilen hemen her şeyin geçersiz olacağı bir gelecek, çok yakında senin “şimdin” olacak. Öyle bir gelecek ki bu, neredeyse her iki üç yılda bir, yaşadığın dünyanın insan yapısı, imkanları adeta tanınmaz derecede değişim geçirecek. Muhtemelen sen de benim gibi şaşkına dönecek, her seferinde “yok artık, bundan daha fazlası olmaz herhalde” derken, başına çok daha fazlası, henüz cümleni bitiremeden gelecek. Çevrendeki hemen herkes bu teknolojik değişimlerin sarhoşu iken, sen, eğer becerebilirsen (ki sanırım biraz becerebileceksin) ve gözünü rutin yaşamının yanı sıra, değişmez, yani “kadim” olana dikebilirsen, çok ilginç şeyler fark edeceksin. İstediğin her şeyi tarihteki herkesten çok daha hızla öğrenebileceğin, fakat öğrendiklerini içselleştirmek için zaman bulabilmek konusunda tarihteki en şanssız nesillerin ilki olacağın garip bir deneyim olacak seninki. Tabiatını merak ettikçe, seni oradan kopartmaya çalışan şu “medeniyet” alışkanlıklarının iç yüzünü daha iyi anlayacak ve hayatını çok daha verimli bir şekilde İFA edebileceksin (bunu neden büyük harflerle yazdığımı şimdilik söyleyemem; ileride anlayacaksın…).

Sana bu mektupta çok detay veremem (fazla bile yazdım aslında); zira daha fazla detaya girersem, geleceği(mizi) değiştirebilirim ve bu da şu Geleceğe Dönüş filmindeki doktor Emmet Brown’ın söylediği gibi “ uzay zaman sürekliliğinde hede-hödö yapabilir ”. Yani en azından öykülerde öyle oluyor; ateş olmayan yerden duman çıkmaz.

Şu aralar biyoloji öğreniyorsun, yahut öğrendiğini düşünüyorsun, ama emin ol daha başlarında bile değilsin. Bir gün “yaşam”ın ne olduğunu biraz daha iyi fark edeceksin ve o zaman “insan” denen varlığın ne hatalar yaptığını daha iyi anlayacaksın. Sadece izle ve kendine zaman ver; su akacak ve yolunu bulacak.

Biliyorum, şu aralar “kaos” konusunu çok seviyorsun; hatta sanırım tam şu anda bu başlığa sahip bir kitabı bilmem kaçıncı kez okuyorsun. Sakın bırakma, zira insanlığın makina-vari bir düzen aradığı gelecekte, seni ve hepimizi aslında belki de o kaos kurataracak. Biliyorum, karmakarışık konuşuyorum ama, zamanı gelince beni (yani kendini) daha iyi anlayacaksın.

Sen yeter ki kendine “iyi bakmayı” ihmal etme, zira ancak o zaman görebileceksin.

Bir de o kadar tatlı yemesen iyi olur bence…