Etrafta dönüp dolaşan, sıkça konuşulan bir “gerçeklik” konusu var; peki sizin bahsettiğiniz “gerçeklik” ile benimkinin uyuştuğu ne malum? Aynı rengi gördüğümüzü, aynı sesi duyduğumuzu iddia ediyoruz ama “gerçek” denen şey her ne kadar tek ve net gibi gözükse de karşımıza soyut bir kavram olarak çıkabiliyor.
Kant gerçeklik olgusunu fenomenler ve numenler ile açıklar: Fenomenler herkesin gerçekliğine göre değişirken numenler emin olamayacağımız ve Kant’a göre asla ulaşamayacağımız, insanın hatalı algılarının dışında kalan realitedir. Hiçbir zaman objektif gerçekliğe ulaşamama fikri korkutucu olsa da (Gerçeklik felsefecilerin yıllardır tartıştığı bir konu olduğundan hakkında kesin bir kanıda bulunamıyoruz.) gerçekliğin değişkenliği konusunu sorgulayabiliriz. İşte o soru: Herkesin gerçekliği nasıl değişken olabilir?
Sinestezi hastaları, gerçekliğin kişiye göre farklılaştığına dair çok güzel bir örnektir. Sinestezi , Yunanca kökenli bir kelime olup “birleşik duyu” anlamına gelir. Sinestezik kişilerde herhangi bir duyunun uyarımı otomatik olarak başka bir duyu algısını tetiklemektedir. “Ev” kelimesini okuyan sinestezik birinin gözünün önünde mavi renk belirebilir, bir diğeri ise “Bilgisayar kelimesi çilek tadında!” diyebilir. Ne demek yani bilgisayar kelimesi çilek tadında? Keyifli mi demek bu? Bilgisayarın tadı mı olurmuş ki? Sinestezi hastalarının bazılarında bir kelimenin belirli bir tat veya renkle örtüşmesi söz konusudur. Şaşırtıcı değil mi? Bu şaşkınlığın tek taraflı olduğunu hiç sanmam; onlara sorulduğunda da bizim tekil duyumuzu anlamakta zorlanıp durumumuzu tuhafsıyacaklardır.
Küçüklükten itibaren okumayı bu gibi duyularla birleştiren ve birleştirmeyen iki insan bir olabilir mi? Bizim gerçekliklerimiz bir olabilir mi? Tabii ki hayır. Bilgisayar ve ev gibi sözcükleri ele aldığımızda benim çıkarımım ile başkasının çıkarımı çok farklı boyutlara ulaşabilir.
Franz Kafka’nın Dönüşüm kitabındaki meşhur Gregor Samsa bir hamamböceği yerine köpeğe dönüşseydi ne olurdu? Eminim ki Gregor’un koku alma gücü bir anda alt üst olurdu; insan olarak hiç alamadığı birçok koku ile karşı karşıya kalır ve koku yelpazesi, aynı zamanda gerçeklik algısı değişirdi. İnsan olarak duyularımızla algıladıklarımız çok fazla olsa bile algılayamadıklarımız da bir o kadar fazla. Bizi gerçek gerçeklikten uzaklaştıran bir vücudun içindeyiz…
Burada sizleri, cevabını bulamadığım bir soruyla başbaşa bırakmak istiyorum; nasıl olsa farklı gerçekliklerimiz kapsamlı bir cevap bulunmasını sağlar: Kant’ın numen dediği insan algısının dışındaki has gerçekliğe ulaşmamız, mutlak bilgiye ulaşmamız için körpe insan vücudumuzdan çıkmamız, cildimizin dışına bir adım mı atmamız gerekir?
Beni nörobilimin kalbine çeken ve bu dala âşık olmamı sağlayan dehalardan biri David Eagleman’dır. Onun “Beyin” isimli kitabını öylesine kitapçıya gittiğim bir gün ilginç bulduğum için satın almıştım. (Bu yazıyı okuyanlara naçizane bir öneri: İlginç bulduğunuz kitapları mutlaka alın, âşık olmanıza sebep olabilir.) 2-3 günde âdeta yuttuğum bu kitabın beni iliklerime kadar etkileyen ve en sevdiğim kısımlardan biri ise gerçeklik üzerine olan bölümdü. David Eagleman bu bölümde gittiği bir hapishaneden bahsediyor; ben de bu hapishaneyi konu edinmek istiyorum.
Alcatraz hapishanesinde, kurallara uymayan mahkûmların gönderildiği “çukur” diye adlandırılan bir oda mevcut. Bu oda tamamıyla dış dünyadan izole edilmiş, içine ışık bile almayan bir oda. Robert Luke isimli bir mahkûm hücresine zarar verdiği için tam 29 günlüğüne çukura gönderiliyor. 29 gün boyunca kapkaranlık bir odada kaldığınızı hayal edin, delirirdiniz herhalde değil mi? Robert ilk birkaç gün zifiri karanlıkta kaldığı için dışsal girdiden mahrum kaldığını belirtiyor fakat sonra başına ilginç bir olay geliyor. Çimenlerin üstünde uçurtma uçurduğunu, teninde güneşin sıcaklığını hissetmeye başladığını anlatıyor. Oysaki 29 gün boyunca o odadan hiç çıkmamıştı… Robert’ın bu gördüklerinin hepsi beyninin onun için bir gerçeklik tasarladığının göstergesi. Beyni tarafından geçmişte yaşadıkları birleştirilerek (çimenin rengi, güneşin ısısı, rüzgârın hissi) yeni görüntüler/gerçeklikler yaratıldı. Bu aslında beynimizin bizi, psikolojik olarak etkileyebilecek -29 gün duyusal girdiden mahrum kalmak gibi- olaylardan korumak için kullandığı bir mekanizma. O zaman şu an gördüklerimizin, çay içtiğimizde dilimizde hissettiğimiz şeker partiküllerinin ne kadar gerçek olduğunu söyleyebiliriz ki?
“Gerçekten etrafımdakiler var mı?”, “Ya sanal bir dünyada yaşıyorsak?”, “Ya her şey bir rüya ise?” gibi soruları cevaplamak keyifli olsa bile günün sonunda bu husus hakkındaki bakış açım şudur: Diyelim ki hakikaten öyle! Bu yarın kalktığımızda hayatımızı nasıl yaşadığımızı etkileyecek mi? Sanmıyorum. Benim de sizin de “gerçeklik” algımız bugüne kadar nasılsa aynı şekilde devam edecek. Bu sebeple bence, bu konunun çıkmazlarında boğulmadan hepimiz kendi gerçekliğimizin tadını çıkaralım.
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Vampir Nörolojisi