“Hakan Güneş” Olmak…

Evde oturmuş, bir yandan kahvemi yudumlarken, diğer yandan da kitabımı okuyorum, o esnada cep telefonuma bir video düştüğünü fark ediyorum. Bu videoda, yolda anadan üryan çırılçıplak yürüyen bir kadın görülüyor. Kadın tıpkı diğer insanlar gibi sakin ve rutin hal içerisinde belirsiz bir yöne doğru yürüyor. Yüzünde, herhangi bir garip vaziyette olduğuna dair en ufak bir mimik dahi yok. Bu eşine fazla rastlanılmamış olayı onun dışındaki tüm diğer insanlar da tuhaf bulduklarından hemen telefonlarına sarılarak videosunu çekip dünyaya servis ediyorlar. Videoyu gönderen arkadaşım bile altına şu mesajla duyar kasıyor: Hale bak, insanlar iyice aklını yitirdi… Aklını yitirmek…

Trafikte giderken, arabanın içerisinde can sıkıntısından (yalnız olmasının da verdiği rahatlıkla) burnunu karıştıran onlarca erkeğe rastlarsınız. Ardından diğerleri tarafından fark edildiğini gördüklerinde utanıp yüzlerini gizlemeye çalışırlar. Dişleri arasına maydonoz kaçmış kişinin dramı daha da acı vericidir, hele şu ayağı kayıp düşenlerin vaziyeti! Bu yüzden, doğadaki tüm canlılar gibi anasının karnından doğduğu çıplak haliyle yaşamını sürdürenlere deli (normal olmayan)  diyen beşer, benzeri şekilde kendi tabiatında olan diğer pek çok şeye de işte böyle sahip çıkmaz. Bu garip durum karşısında insan kendisine, “O zaman bu hakikatimizle olan meselemiz nedir acaba?” diye sormadan edemiyor; hatta bunu Amerikancada şöyle ifade ediyorlar: ” Bu lanet olasıca insanların derdi ne dostum? “

Panik Atak Geçiren Antilop Mu Olur?

Gerçekten de abartılı bir ifade değil bu, söylemi desteklemesi adına şöyle bir doğa turuna çıkartayım sizi; mesela ortalıkta tuvaletini yaparken fazla ses çıkmasın diye bilinçli bir şekilde dallardan hışırtı yapan bir zürafa gördünüz mü? Her an diğer vahşi hayvanların saldırısına maruz kalmasına rağmen “panik atak hastası” olan stres yumağı bir antilopa rastladınız mı? Öfke kontrolü için terapiste giden bir boğa duydunuz mu? Kendisini kilolu bulduğu için diyetisyene başvuran bir hipopotamla ya da seslerinden utanarak şan dersleri almak zorunda kalan cırcır böcekleriyle de muhtemelen karşılaşmadınız.

Tüm bu Discovery Channel belgeselinden hallice anlatı bize gösteriyor ki, insanın kendisinden uzağa inşa ettiği “ben” yapısı nedeniyle gittikçe “özüne” yabancılaşıyor ve adeta “şahin görünümlü doğana” dönüşüyor. İsmine medeniyet dediğimiz ve kaç dişinin kaldığını bilemediğimiz fanusun içerisinde yaşamaya başladığımızdan beri, kendi ellerimizle yarattığımız canavarın ha gayret mücadelesine tanık oluyoruz. Ve o kadar ileriye gitmişiz ki sanırım geriye dönmeyi de göze alamıyoruz.

İnsanlaşma dediğimiz sürecin doğal bir neticesidir bu yukarıda bahsettiklerimiz. Hakikatinden uzaklaşma ve bu vesileyle insanlaşmanın motor gücüyse “dildir” . Dilin yaşamımız için varoluşsal önemini vurgulayabilmek adına bilim insanları, bireyin dil ediniminde çevrenin mi yoksa kalıtımın mı etkili olduğunu uzun yıllardır tartışagelmişlerdir.

Psikoloji ve eğitim kökenli bilim adamları insan kişiliğinin ve davranışlarının oluşumunda çevre faktörüne dikkat çekerken tıp ve biyoloji kökenli bilim adamları kalıtım kaynaklı olduğunu iddia etmektedir. Sanırım iki tarafı da uzlaştıracak saptama şu olabilir ancak: “insan kalıtımın belirlediği sınırlar içerisinde, çevrenin şekillendirmesiyle insan olur…”

Dilsizleşen Maymunumsular

Dünyada dil üzerine çalışmalarıyla ün kazanmış dilbilimci Chomsky’e göre insan beyninin belirli bölgeleri dilin kazanılmasında ve kullanılmasında görevlidir. İnsanlar doğuştan konuşma ve dili kullanma yeteneğine sahiptir. Bu şekilde çevrede kullanılan dil içselleştirilir, böylelikle konuşma ve anlama gerçekleşir. Çevresel faktörlerin önemini de inkar etmez. Bütün sağlıklı çocuklar dil öğrenme yetisiyle doğar. Bebekler dil gelişimi için doğuştan donanımlıdır. Ancak, belirli bir yaşa kadar dil yeteneğini geliştirecek bir ortam oluşmadığında maalesef insan bu özelliğini bir daha geliştiremez. Örneğin, 1970’li yıllarda Kaliforniya’da bulunan 13 yaşındaki Genie adlı genç kız, 20 aylıkken sosyal ilişkilerden koparılmış ve tek başına bir odada, minimum sosyal ilişki içerisinde 13 yaşına kadar kalmıştır. Yapılan bütün çaba ve çalışmalara rağmen Genie topluma kazandırılamamıştır. Bu üzücü ama bir o kadar da çarpıcı örnek bize gösteriyor ki dünyaya doğuştan dil kalıplarıyla geliyoruz, fakat bunu diğerleriyle olan iletişimimizle geliştirebiliyoruz ve bu şekilde toplumsal bir varlık haline dönüşüyoruz. Bu olmadığında ise dil yeteneğini geliştiremediğimiz gibi davranışsal olarak da maymunumsu bir şekilde yaşamak zorunda kalıyoruz.

Hakikat Belki De “Delilerin” Dilinin Altındadır

Konumuzun başında söz ettiğimiz “deliler” ise bir başka örneğidir bunun. Saçmaladıklarını, hakikatin dışında nesne ya da kişilerle konuştuklarına inanıyoruz ancak gerçekte onlar dış dünyada ne gördüklerini düşünüyorlarsa akıllarındakini de net bir şekilde kelimelere döküyorlar, yani hakikatlerini dile doğrudan yansıtıyorlar. Bu çarpıtma olmaksızın kurulan doğrudan iletişim, kendi gerçekliğini yaşayanların “normal” insanlar değil de “deliler” olduğunu ortaya koyuyor. Dil yeteneği geliştirmiş ve aklını yitirmemiş “normallerin” kullandığı kelimeler dış dünyayı asla yansıtmıyor, objektif dünyayı subjektif hale getirmekten başka bir şeye hizmet etmiyor. Kısacası dışsal bir örüntüyü manalandırarak eğip bükerek kendi rüyalarımızı görmeye başlıyoruz. Engin Gençtan’ ın ifade ettiği gibi: Ş izofrenik bir varoluş içerisinde, gerçek olmayan dünyasıyla gerçek bir ilişki yaşayan kişi, çok sayıda biçimsel beraberliklerine karşın aslında yalnızca kendisiyle ilişkide olan birine oranla gerçeğe daha yakındır .

Bu yüzden normal insan için yaşam bir rüyadan ibaret hale geliyor, deneyimin içerisine giremiyor, bütünlüğü olamıyor, hep eksik kalıyor…

O zaman bu yorumlamadan benim zahiri aklım şu anlamı çıkarıyor, kendi varoluşsal hakikatinden uzaklaştıkça insanlaşan bir canlı olarak sahne alıyoruz bu yalan dünyada. Dil de buna aracılık ediyor: Örneğin hayvanlar “çiftleşiyor”, bizse “sevişiyoruz”; hayvanlar “dışkılıyor”, bizse “pıb ya da çiş yapıyoruz”; hayvanlar “ölüyor”; bizse “ebediyete intikal” ediyoruz…

O yüzden dostlar, Hakan Güneş (ben) olmak çok zor şey. Çünkü diğerlerinin sandığını zannettiğimiz şeye “ben” diyoruz. “Ben” içimizde taşıdığımız ve aslında hiç tanımadığımız “ötekilerden” ibaret. Altta çalışan sistemin istedikleri ve ihtiyaçlarıyla üste kurguladığımız suni kimliklerin (özne) yaptıkları arasındaki uçurumu kapatmak da öyle her babayiğidin harcı değil. Beyninin içerisinde yarattığımız çoklu sıfatları (ki bunların pek çoğu doğduğumuz anda dışarıdan bize sunuluyor) “ben” diye dünyaya tanıtmak ve onaylatmak zorunda kalan bizler, elinde tuttuğu onlarca anahtardan hangisini kapının deliğine sokacağını bilemeyen acemi gardiyanlar misali zihin hücremizin önünde debelenip duruyoruz.

Arzu Nesnesinin Onaylanma İhtiyacı

Ötekilerin arzularını anlamlandırarak karşılamak için de kelimelere sarılıyoruz, konuştukça “beni” anlatıyor, diğerlerinin arzusunun “nesnesi” olarak onaylatma telaşesine düştüğümüz kendiliğimizin eksikliklerini kapatmaya için çalışıyoruz; konuşuyoruz, konuşuyoruz, konuşuyoruz…

Bugün dış akıl bizlere ne buyuruyorsa onu anlamaya ve bütünlüğümüzü sağlamaya “tam olmaya” çalışıyoruz. Oysa ki bilmediğimiz tamamlanmanın yolunun ötekilere ait “benin” eksiklerini kotarmaya odaklanmaktan değil, içimizdeki öze erişip hakikatimizi ve mutlak noksanlığımızı fark edebilmekten geçtiğidir. Bu çetrefilli ve zahmetli Hac yolcuğunun sonu “olması gerekeni yaşayan birey olmaktan, olmakta olanı yaşayan “öz-gür” kişiler olmaya varır.

Sözlerime, zihnimizin içindeki kendilik kaosunu çok güzel bir şekilde tanımlayan sevgili anneannemin bir vecizesiyle son vermek istiyorum; “Dışardan baktım sandım yeşil türbe, içerisine girdim aman Allahım tövbe…”

Yüreğiniz varsa kendinizle kalın.