Ceza hukukunda tasarlama (taammüd), bir suçu işlemeden önce detaylıca düşünüp taşınarak işleme kastıdır. Tasarlama, kastın en ağır hali olup; ağırlaştırıcı neden olarak kanun koyucu tarafından kabul edilmiştir. Nitekim TCK.m.82/1-a da tasarlayarak adam öldürme suçu nitelikli hallerden sayılarak faile ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının verilmesi öngörülmüştür. Tasarlama ile tahrikin bir arada bulunup bulunmayacağı sorunu doktrinde tartışmalı olup; bu konuda çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Bir görüşe göre, tasarlama halinde, soğukkanlılıkla suçun hazırlık aşamalarının geçirildiği kabul edilerek; soğukkanlılığın zıttı olarak görülen hiddet ve gazap halinin aynı kişide aynı anda oluşamayacağı kabul edilerek, haksız tahrikle tasarlamanın bir arada bulunulamayacağı savunulmaktadır. Diğer bir görüşe göre ise, tasarlamanın failin karar vermesi ile harekete geçmesi arasında belirli bir sürenin geçmesi ve geçen bu süre içinde failin ana hatlarıyla yapacağı hareketleri planlaması şeklinde anlaşılması gerekliliği savunulmuş; failin soğukkanlılıkla dahi olsa fiilini hiddet ve şiddetli elem altında tasarladığı kabul edilerek haksız tahrikle tasarlamanın bir arada bulunulabileceği kabul edilmiştir. Kanaatimizce de, ikinci görüşte yer aldığı gibi, tasarlama ile haksız tahrik hükümlerinin bir arada bulunması mümkündür. Zira, tasarlama, failin suç işleme kararını aldıktan sonra suçun işlenmesine kadar geçen zaman içerisinde düşünüp taşınması, bu kararını gerçekleştirmek için plan kurması ve bu plan gereğince hareket etmesidir. Haksız bir harekete maruz kalan fail, bir hiddet ve şiddetli elemin etkisi altında olmasına rağmen plan kurarak suçu işleyebilir. Bu bakımdan haksız tahrikle tasarlamanın bir arada bulunması mümkündür. Konu ile ilgili olarak Yargıtay’ın yerleşmiş ve kemikleşmiş içtihatları da tasarlamanın haksız tahrikle birlikte uygulanabileceğini öngörmektedir.
Kan gütme saiki de niteliği itibariyle ceza hukukumuzda ağırlaştırıcı neden olarak kabul edilmiştir. Kan gütme saiki; herhangi bir nedenle öldürülmüş olan kimsenin hısımlarının, bir nevi öç alma duygusuyla öldürenin kan hısımlarından olan kimseyi öldürmek kastıyla hareket etmesi neticesinde karşılıklı olarak adam öldürme fiillerinin tekrarlanmasıdır. Öğretide ise, kan gütme, olaylarının özelliği olarak uzun bir zaman dilimi içerisinde, ilk adam öldürme olayı ve bunun karşılığında işlenen adam öldürme ile buna karşılık olarak gerçekleştirilen adam öldürmeden oluşan en az üç şiddetli hareketin bulunması gerekliliğinden bahsedilmektedir. 5237 Sayılı Kanunumuzun 82/1-j maddesinde kan gütme saikiyle adam öldürme suçu nitelikli hal olarak sayılmıştır. Her ne kadar kan gütme saiki ile haksız tahrik müessesesinin tatbik edilip edilmeyeceği doktrinde tartışmalı ise de, Kanun gerekçesi bu tartışmayı net olarak sonlandırmaktadır. Nitekim Kanun’un 82/1-j maddesinin gerekçesinde “(j) bendine göre; yerleşmiş Yargıtay kararlarında da kabul edildiği üzere, kan gütme saikiyle öldürme halinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmedilmesi, fiilin sadece kan gütme saikine bağlı olarak işlenmiş olması halinde söz konusu olabilecektir. Ancak, belirtilmelidir ki, haksız tahrikin koşullarının bulunduğu hallerde, bu bent hükmü uygulanamaz.” . Kanun gerekçesinde görüleceği üzere, kanun koyucu haksız tahrik ile kan gütme saikinin aynı somut olayda uygulanmasının hukuken ve fiilen mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Kanun gerekçesinde bahsedildiği üzere Yargıtay kararları da bu yöndedir.
Akıl hastalığı, kişinin anlama, yorumlama ve irade yeteneğini etkileyen psikolojik veya nörolojik rahatsızlıktır. Böyle bir hastalığın etkisinde kalarak, suç teşkil eden fiili işleyen kişinin kusur yeteneğinin olmadığı kabul edilmektedir. Bu hususta ayrımı yapılması gereken durum tam akıl hastalığı ve kısmi akıl hastalığı yönünde olmaktadır. Tam akıl hastalığa ilişkin 5237 Sayılı TCK.’nun 32/1. maddesinde “Akıl hastalığı nedeniyle, işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılayamayan veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği önemli derecede azalmış olan kişiye ceza verilmez. Ancak, bu kişiler hakkında güvenlik tedbirine hükmolunur.” denilerek tam akıl hastalarının cezai sorumluluğu olmadığını ancak bu kişiler hakkında suç teşkil eden eylemleri nedeniyle güvenlik tedbirlerine hükmedileceği ifade edilmiştir. Yukarıdaki ifadeden anlaşılacağı üzere, fiil, failin hukuki anlam ve sonuçlarını algılamasını engellemeye veya davranışlarını yönlendirme yeteneğini önemli bir derece azaltmaya matuf bir nitelik halini almışsa bu durumda haksız tahrik hükümlerinin değil; arizi nedenlerin bulunduğu kabul edilmelidir. Yani burada tam akıl hastalığı ile haksız tahrik müessesesinin bir arada tatbik edilemeyeceği sonucuna varılmaktadır. Yani tam akıl hastalığına yakalanan bir kimsenin eylemine ceza verilmediğinden, bu hususta tahrik hükümlerinin tatbik edilmesine haklı olarak gerek kalmayacaktır. Kısmi akıl hastalığında ise haksız tahrikin bir arada bulunabileceği açıktır. Zira her iki hükmün de birbirinden bağımsız ve gerçek birer temeli olduğu için, böyle bir durumda “aynı halden dolayı, iki defa ceza indirilmesi yasağı” ihlal edilmiş olmaz. Fail, kısmi akıl hastalığından dolayı tahrik edildiği zannına kapılarak suç işlerse; heyecan durumu haksız tahrikten değil, failin kısmi akıl hastalığından ileri gelmiş bulunduğundan, haksız tahrikin kısmi akıl hastalığı ile bir arada bulunmasından söz edilemez ve fail hakkında sadece kısmi akıl hastalığına ilişkin hüküm uygulanır. Aynı şekilde sarhoşlukta da, haksız tahrikin objektif şartları varsa, haksız tahrik hükmü uygulanır. Ancak failin sarhoş olması nedeniyle tahrik edildiği duygusuna kapılması halinde TCK m.29 hükmü uygulanmaz; failin kendisine selam vereni, sarhoşluğu sebebiyle hakaret ettiğini zannederek öldürmesi örneğinde olduğu gibi. Akıl hastalığının hukuki esası, tahrikte olduğu gibi ‘irade özgürlüğünün bozulmuş olmasına, eksikliğine’ dayandırılmaktadır. Ancak akıl hastalığında, ‘içsel ve hastalıklara ilişkin’ bir durum söz konusudur. Oysa tahrik dış saiklerin meydana getirdiği bir irade sarsıntısıdır. Fiili işlediği sırada şuur ve hareket özgürlüğüne önemli derecede etkileyecek ve azaltacak surette akıl hastası olan failin, sadece bu sebepten ötürü haksız tahrik müessesesinden faydalanamayacağını söyleyebilmek mümkün değildir. Zira aklı tam bir kimseyi tahrik eden hareketler, ruhen sakat bir kimseyi öncelikle tahrik edebilir. Bu nedenle haksız tahrikin kısmi akıl hastalığı ile bir arada bulunabileceği, hatta kısmi akıl hastasının içinde bulunduğu durum itibariyle, daha kolaylıkla öfkelenebileceği ya da eleme uğrayabileceği genel olarak kabul olunmaktadır. Kısmi akıl hastalığı durumunda ise haksız tahrikin varlığı kabul edildiğinde, TCK ‘nun gösterdiği sıraya göre önce tahrik indirimi, daha sonrasında ise kısmi akıl hastalığı nedeniyle ilgili maddesi uyarınca belirtme indirim oranları uygulanmalıdır.
Kasten öldürme suçunun töre saikiyle işlenmesi halini de Kanunumuz ağırlaştırıcı neden kabul etmiştir. Sözlük anlamı olarak töre; “Bir toplumda benimsenmiş, yerleşmiş davranış ve yaşama biçimlerinin, kuralların, görenek ve geleneklerin ortaklaşa alışkanlıkların, tutulan yolların bütünü” şeklinde açıklanmış; töre cinayeti ise; “Bazı bölgelerde geleneksel anlayışlara uymama sebebiyle genellikle genç kız veya kadınların ailesinin kararıyla yine aileden biri tarafından öldürülmesi, namus cinayeti” olarak tanımlanmıştır. Tanımlardan anlaşılacağı üzere töre saikiyle işlenen öldürme suçları, failin, suç mağduruna yönelik bireysel bir tepkiden ziyade, görev bilinciyle hareket etmesinin sonucudur. Buna karşılık failin töre saikiyle hareket etmiş olduğunun kabulü için mağdurun öldürülmesi yönünde alınmış bir aile meclisi kararının mevcudiyeti şart değildir. Haksız tahrik ile töre cinayetinin aynı olayda tatbik edilip edilmeyeceğine gelindiğinde, her iki müessesenin şartlarının ve gerekçelerinin değerlendirilmesi gerekmektedir. TCK.m.29’da tanımlanan haksız tahrikte, tahriki oluşturan bir fiil gerçekleşmiş bulunmalı, bu fiil haksız bulunmalı, haksız fiil sonucunda failde hiddet veya şiddetli elem ortaya çıkmış olmalı ve suç hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında işlenmelidir. Devamla, haksız tahrikin madde gerekçesinde “hiddet veya şiddetli elemin haksız bir fiil sonucu ortaya çıkması gerekir. Maddeye bu ibarenin eklenmesinin amacı, ülkemizde özellikle ‘töre veya namus cinayeti’ olarak adlandırılan akraba içi öldürme suçlarında haksız tahrik indiriminin yanlış biçimde uygulanmasının önüne geçmektedir. Maddedeki düzenleme nedeniyle bir suçun mağduruna yönelik olarak gerçekleştirilen fiiller dolayısıyla fail haksız tahrik indiriminden yararlanamayacaktır.” denilerek, haksız tahrikin töre ve namus cinayetleri işlemek saikiyle hareket eden kişiler hakkında uygulanamayacağı belirtilmiştir. Yine, töre saikiyle adam öldürme suçunun nitelikli hal olarak kabul edildiği TCK.m.82/1-k maddesinin gerekçesinde de “töre saikiyle öldürme halinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmedilecektir. Ancak, bu hükmün uygulanabilmesi için, somut olayda haksız tahrikin koşullarının bulunmaması gerekir.” denilmiştir. Her iki madde gerekçesinden yola çıkarak varacağımız sonuç ise, eğer somut olayda töre saikiyle işlenmiş bir adam öldürme suçu var ise haksız tahrik hükümleri somut olaya uygulanamayacaktır. Yukarıda anlatılanlar ışığında, failin, töre gereğince namusuna halel getirdiğini düşündüğü mağduru görev bilinciyle öldürmesi halinde m.82/1-k hükmüne göre cezalandırılması gerekir. Buna karşılık her namus cinayetinin mutlaka töre saikiyle işlenmediğini de kabul etmek gerekir. Örneğin, bir kimsenin, sadece kendisini aldatması dolayısıyla eşini öldürmesi halinde suç sadece namus nedeniyle işlenmiş olup, bu durum failin törenin gerektirdiği sorumluluklar doğrultusunda hareket ettiğine ilişkin bir karine teşkil etmemektedir. Belirtelim ki, bu tür durumlarda haksız tahrikin varlığının kabulü gerekmektedir. Çünkü eşler arasında Medeni Kanun’dan kaynaklanan sadakat yükümlülüğünün ihlali diğer eş açısından bir haksızlık oluşturmaktadır. Ancak bir kimsenin, bir başkasıyla cinsel temas kurması yahut cinsel ilişkide bulunması, diğer aile bireyleri bakımından bir haksızlık oluşturmayacağından, onun, bu kimseler tarafından öldürülmesi halinde failler hakkında haksız tahrik indirimi uygulanması söz konusu olamaz. Zira, öldürme suçunun mağdurunun, çocuk olması durumunda somut olayın özelliklerine göre cinsel istismar (TCK.m.103) yahut reşit olmayanla cinsel ilişki suçunun (TCK.m.104), 18 yaşından büyük olması halinde ise diğer şartların da varlığı halinde cinsel saldırı suçunun mağduru olması söz konusu olabilecektir. Reşit bir kimsenin rızaya dayalı cinsel birlikteliği ise hiçbir halde suç oluşturmayacağından, tüm bu hallerde faillere karşı gerçekleştirilmiş bir haksızlığın varlığından söz edilemez. Yargıtay da, kemikleşmiş ve yerleşmiş tüm kararlarında yukarıda ayrımların yapılarak haksız tahrik müessesesinin somut olayda uygulama koşullarının var olup olmadığının araştırılması gerektiğine, işlenen adam öldürme fiilinin töre saikiyle işlenmesi halinde haksız tahrikin tatbik edilmemesi gerekliliğinden bahsetmiştir.
Türk Ceza Hukukunda yaş küçüklüğü hususunda üç dönem belirlenmiş ve her bir dönem için cezai sorumluluk ayrı ayrı ortaya konularak farklı sonuçlar öngörülmüştür. İlk dönem olarak belirlenen 0-12 yaş döneminde, on iki yaşını doldurmamış çocuğun kusur yeteneğine sahip olmadığı kabul edilmektedir. Bu yaş grubundakiler hakkında ceza uygulanması kanunen mümkün olmadığından haksız tahrik indiriminin uygulanıp uygulanmayacağının tartışılması da bu yaş grubu için söz konusu olmamaktadır. 12-15 arası yaş dönemi ise çocuğun kusur yeteneği incelenerek akıl hastalığında olduğu gibi, işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılama ve davranışlarını yönlendirme yeteneğinin yeterince gelişip gelişmediği irdelenecektir. Fiili işlediği sırada 12 yaşını doldurmuş olup da 15 yaşını doldurmamış olanların işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılayamaması veya davranışlarını yönlendirme yeteneğinin yeterince gelişmemiş olması halinde, yani suç tarihinde işlediği suçun farkında değil ise çocuk hakkında ceza hükmü kurulamayacağından haksız tahrik indiriminin uygulaması yapılamayacaktır. Ancak bu yaş grubundaki küçük, işlediği fiili algılama ve bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneğine sahipse o takdirde hakkında ceza tertibine gidilecektir. Bu dönemdeki işlediği fiilin suç olduğunun farkında olan küçük hakkında gidilecek olan ceza tertibinde TCK’nun 31/2. maddesine göre indirim yapılacak olup; ayrıca varlığı halinde haksız tahrik hükümleri de uygulanabilecektir. Son dönem olan failin suç tarihinde 15 yaşını bitirmiş fakat 18 yaşını doldurmadığı hallerde, küçük hakkında TCK’nun 31/3. maddesi uyarınca indirimli olarak ceza hükmü tesis edilebilecektir. Bu yaş dilimi içindeki küçüklerin haksız tahrik nedeniyle suç işlemeleri halinde, TCK’nun 61/5 maddesi gereği, cezanın hesaplamasında fiili bir indirim sebebi olan haksız tahrike ilişkin 29. maddenin şahsa ilişkin bir indirim olan yaş küçüklüğüne ilişkin 31. madde indiriminden uygulanması gerekecektir.
Taksirli harekete yönelik olarak gerçekleştirilen eylemler bakımından haksız tahrik hükümlerinin uygulanıp uygulanmayacağı konusunda farklı görüşler mevcuttur. Bir görüşe göre taksirli hareket de kusurludur. Bu nedenle taksirli hareket de tahrik edici olabilir. Buna karşılık diğer görüşe göre ise, taksirle hareket edilmesi halinde haksız tahrik hükümleri uygulanamaz. Kişi objektif özen yükümüne uygun olarak davranmışsa başka bir kişi bundan zarar görmüş olsa bile haksız bir fiil yoktur. Bu nedenle de bu tür hareketler sonucunda fail hiddet veya şiddetli eleme kapılsa bile haksız tahrikten yararlanamaz. Yargıtay da yeni tarihli kararlarında taksirli hareket neticesinde haksız tahrikin uygulanamayacağına karar vermiştir. Ayrıca doktrinde bilinçli taksir halinde haksız tahrik hükümlerinin uygulanması gerektiği de belirtilmektedir. Bu çerçevede belirtmek gerekir ki, kusur yeteneğine sahip olmayan çocuk ya da akıl hastasının hareketi de haksız tahrik teşkil edebilir. Benzer şekilde tahrik edenin milletvekili olması hali gibi, kişisel bir cezasızlık sebebinin bulunması da haksız tahrik kurumunun uygulanmasını engellemez. Kanaatimizce TCK.da genel hükümler arasında düzenlenen haksız tahrikin sadece kasıtlı suçlar bakımından tatbik olunacağına ilişkin bir ibare yoktur. Madde metninde konuya ilişkin olarak “…hiddet ve şiddetli elemin etkisi altında suç işleyen kimse”den bahsedilmektedir. Kanunumuzun sistemine göre suçlar kasten veya işlenebildiğine göre haksız tahriki yalnızca kasıtlı suçlara inhisar ettirmek doğru değildir. Ayrıca haksız tahrik müessesesi, failin içinde bulunduğu psikolojik durum esas alınarak kabul edildiğine göre, tahrike maruz kalan failin eyleminin kasıtlı ya da taksirli olmasına göre bir ayrım yapılması yerinde olmaz. Bu yüzden kanaatimizce haksız bir saldırıyla karşılaşan faili, bu saldırı nedeniyle gerçekleştirdiği taksirli bir fiilinden dolayı diğer şartları da gerçekleşmişse haksız tahrik indiriminden yararlandırmak gerekir.
Meşru savunma, 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunun 25. maddesinde “Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez” olarak tanımlanmıştır. İşbu tanımdan görüleceği üzere, hem haksız tahrikte hem de meşru savunmada işlenen ilk fiilin haksız olması aranmıştır.
Bunun yanında, bu iki müessesenin somut olaya tatbik edilmesi açısından belirli farklar mevcuttur. Nitekim meşru savunmada mevcut ve halen süregelen bir saldırıya karşı, o anda saldırı ile orantılı olarak defetmek amacıyla karşılık verilmesi amaçlanmıştır. Haksız tahrikte ise saldırıyı defetmek amaçlı karşılık verilen bu durum, vuku bulan ilk fiilin gerçekleşmesi sırasında olabileceği gibi, saldırı gerçekleştikten, tehlike bittikten sonra dahi gerçekleşebilmektedir. Yine, meşru savunma, bir hukuka uygunluk nedenidir ve suçun oluşmasını engelleyerek; failin ceza sorumluluğunu ortadan kaldırmaktadır. Buna karşılık haksız tahrik, kusurluluğu hafifleten bir hal olup, sadece uygulanacak cezanın miktarının düşürülmesinde etkili olur.Kişinin hukukça korunan bir hakkına yönelik saldırı halen devam etmekteyken mukabelede bulunulması durumunda, haksız tahrik müessesesi ile meşru müdafaa arasında yalnız bir yoğunluk farkı mevcut olduğundan sadece meşru müdafaa (TCK.m.25/1) tatbik edilir. Diğer bir anlatımla saldırının devamı halinde meşru müdafaa hükmünün uygulanması haksız tahrik hükümlerinin tatbikine gerek bırakmamaktadır. Netice olarak, haksız tahrik müessesesi meşru müdafaaya dâhildir ve meşru müdafaanın bulunduğu hallerde tahrikten bahsedilemez. Dolayısıyla, aynı somut olay içerisinde haksız tahrik ve meşru müdafaa müesseseleri aynı anda tatbik edilemeyecektir. Yargıtay’ın da yerleşmiş ve kemikleşmiş içtihatları bu yönde olup; meşru savunmanın varlığı halinde haksız tahrik hükümlerinin uygulanamayacağı benimsenmiştir.
TCK m.43’te “Bir suç işleme kararının icrası kapsamında, değişik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda, bir cezaya hükmedilir. Ancak bu ceza, dörtte birinden dörtte üçüne kadar artırılır. Bir suçun temel şekli ile daha ağır veya daha az cezayı gerektiren nitelikli şekilleri, aynı suç sayılır” şeklinde zincirleme suç hükümleri düzenlenmiştir. Madde metninden de anlaşılacağı üzere aynı kişiye karşı işlenmiş birden fazla suçun bulunması, bu suçların kanunun aynı hükmünün ihlal etmesi ve bir suç işleme kararının bulunması halinde zincirleme suç hükümleri uygulanacaktır. Haksız fiilin doğurduğu öfke veya şiddetli elemin etkisi altında kalan fail, zincirleme suç şeklinde tepki fiilini gerçekleştirebilir. Örneğin, patronu tarafından hakaret edilip, yasal hakları verilmeden işten çıkartılan fail, buna tepki olarak mağdurun aracının, evinin ve işyerinin camlarını kırması halinde de haksız tahrik indiriminden yararlanacaktır.
İlgili konu hakkında ayrıntılı bilgilendirme ve hukuki destek için ofisimizi arayarak randevu alabilirsiniz.