Abdülhamid Han’ın yüzüncü vefat yıldönümüydü 10 Şubat 2018. Özellikle son yıllarda O’nun hakkında epey kitap yazıldı. Devlet televizyonumuzda dizisi yayınlanıyor ve büyük beğeni topluyor. Ben de Sultan Abdülhamid’i bir tarihçiyle konuşayım istedim.
Hasan Basri Bilgin, daha önce Yavuz’u, Fatih’i ve Milli Mücadele’yi yazmış, objektif ve belgelere dayalı yazarlık yapan bir tarihçi. Yakınlarda “Kızıldan Beyaza Aksultan Abdülhamid” kitabını yazdı. Kendisini Abdülhamid’le ilgili bir konferans öncesi yakalayıp, sorularımızı sorduk.
Hasan hoca özellikle Abdülhamid’in ‘kızılsultan’ olmadığını anlatırken öfkelendi. “O’na büyük iftira attılar, yalan söylediler, kendi uydurduklarını tarih diye bize okuttular” dedi. Haklıydı. Sizleri Hasan Basri Bilgi’le yaptığım söyleşiyle başbaşa bırakıyorum.
Abdülhamid Han 36 Osmanlı padişahından biri. 33 Yıllık saltanatına baktığımız zaman, gerek Osmanlı’nın gerekse de diğer dünya devletlerinin çok karmaşada olduğu bir dönemi görüyoruz. Böyle bir dönemde Osmanlı’yı 33 yıl gibi uzun bir süre ayakta tutmayı başarmış biri 2. Abdülhamid. “Kızıldan Beyaza Ak Sultan Abdülhamid” kitabının yazarı olarak siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
O dönem fevkalade kötü bir dönem. Balkanlar ve ortadoğu dünyanın en cadı coğrafyası. Bu cadı coğrafyayı tek başına yöneten bir Devlet-i Aliye var. Abdülhamid bu Devlet-i Aliye’nin en kötü zamanında padişah oldu. O dönemde Balkanlar’da Pansivalizm rüzgarı esiyordu. Bunlar çeteler oluşturmuştu. Devlet bunlarla uğraşıyordu. 93 Harbi’ni kucağında buldu. Onun dışında Mısır’da ve Ortadoğu’da bir çok problemler vardı. Yani bu cadı coğrafya kaynıyordu.
Cadı coğrafyası derken, bugünün ortadoğusunu mu kastediyorsunuz?
Tabi bugünün ortadoğusu ve balkanlar…
Bunu kendi hatıralarında şöyle ifade ediyor: “biz Avrupalı sırtlanların yolu üzerine çadır kurmuşuz. Başımız beladan kurtulmuyor. Hep zayıf anımızı kolluyorlar ve hepsi birden üzerimize hücum ediyorlar. Halbuki bize on yılllık bir sulh zamanı verselerdi, Japonlar’ın yaptığı Meiji Devrimi’ni biz de yapardık. Daha fazlasını yapardık” diyor.
Meiji Devrimi nedir?
Japonya’nın kültürde, sanatta, sanayide ayağa kalkışı. Bugün ki Japonya’nın başlangıcıdır o devrim. “Bana fırsat verselerdi ben bunlardan daha iyisini yapardım” diyor Sultan. Şimdi böyle bir devirde iktidara geldi. Bu Sultan’ın şansızlığıydı ama yıkılmakta olan devletin kurtuluş şansıydı. Bu şansı devlet içindeki bürokratlar iyi kullanamadılar. Özellikle ordu. Ona destek olmak yerine hep köstek oldular. Mesela bir örnek, İttihat Terakki Almanlarla işbirliğine girdiler. Sultan Abdülhamid’in 1. Dünya Savaşı’na girmesi asla mümkün değildi. Çünkü Sultan ordunun durumunu çok iyi biliyordu. Neden? Çünkü Osmanlı denizaşırı topraklardı. Her tarafı denizlerle çevriliydi. Karşı taraftakilerin donanması çok güçlüydü. Donanması güçlü olmayan bir devletin böyle bir güçle karşı karşıya gelmesi mümkün değildi. Birlikte olduğumuz Almanların donanması yoktu. Bu ittihat ve terakkicilerin beceriksizliği ve Almanların ihanetleri yüzünden 1. Dünya Savaşı’nı kaybettik. Bu savaşlarda ordumuzun başında Alman generaller vardı. Allahu Ekber dağlarında tetiğe basmadan 90 bin şehit verdik. Başında Almanlar vardı. Çanakkale’de dünyanın en güçlü ordusunu Cevat Paşa, dehasıyla, zekasıyla oradaki büyük düşman gücünü yarım günde mahfetti. Dünyanın en büyük deniz savaşıdır. 18 Mart’ta biz 57 şehit verdik. 25 tanesi Seyit Onbaşı’nın olduğu yere düşen bombadandı. Karşı taraf donanmasını kaybetti. 1100 kayıpları vardı.
Bir hafta sonra Otto Liman Von Sanders isimli Alman, Mareşal ünvanıyla gönderilmeseydi ve Cevat Paşa görevden alınmasaydı, Cevap Paşa tüm tedbirlerini almıştı. Bu Alman general tüm planları bozdu ve 235 bin şehit verdirdi bile bile. Eğer Cevat Paşa’dan bu komutanlık alınmasaydı kara savaşı 2 günde biterdi ve 100-200’den fazla şehit vermezdik ve geldikleri gibi giderlerdi. Ama Abdülhamid’i tahttan indirenlerin beceriksizliği yüzünden 250 bin şehit verdik. Bir neslimizi kaybettik.
Yönetimsel açıdan baktığımızda, Abdülhamid hangi Osmanlı padişahına benziyordu?
Hiç şüphesiz Fatih’e benziyordu. Fatih İstanbul’u fethedince Fatih Camii’nin temelini attı. Sonra ne yaptı? Hemen yanına üniversitenin temelini attı. Dünya da ilk defa 7 fakülteli üniversiteyi kurdu Fatih Sultan Mehmet. Devlet-i Aliye’nin bu tedrisat devrimi, ilim ve bilim devrimi dünyanın en büyük devrimiydi ama orada kaldı. Fatih’den sonra gelenler bunla yeterince ilgilenmedi. Taki Abdülhamid gelene dek. O Fatih’in o devrimini yeniledi. Bugün baktığımız zaman Hukuk, Fen-Edebiyat, Siyasal Bilgiler Fakülteleri hep onun eseridir. O açtırmıştır bizzat. Sonra daha neler yaptı? “İki haneli bir köyde dahi okul açılacak” diye emir verdi. Köy öğretmen okullarının projesini hazırladı. O büyük bir devrimciydi. Biz bunları hiç görmezden gelip ‘kızılsultan’ dedik.
Kin dolu ve hiç de haketmediği bu lakabı kim taktı, içerden mi dışardan mı söylenildi ilk kez bu?
Biz 1946’da Amerikan rüyası gördük. Ben buna Amerikan büyüsü diyorum. O gün ülkeyi yönetenler Amerika’n sendromuna uğradık kibarcası. Nedir bu sendrom? Önünü ardını düşünmeden, ne olacağını farketmeden bir yere, bir şeye bağlanmaktır. Psikolojide bireyseldir bu. 1994’den itibaren bu toplumsal olarakta girdi bilimsel olarak.
Toplumlarda bireysel olduğu kadar toplumsal olarakta mevcuttur sendromlar. Biz 46 yılında yaşadık bunu. O zamanki yöneticilerimiz o dönemin büyük gücü Amerika’yı çağırdılar. Uzmanlara dediler ki, siz buyurun bizim milli eğitimimizi, kültür hayatımızı dizayn edin. Bu öneriyi kanun maddesi olarak Fulbright verdi. Abd senatosunda kabul edildi. Biz bunu meclisimize bile sorma gereği duymadan kabul ettik. Amerika’dan uzmanlar geldi ve 8 kişilik heyet kuruldu. Başlarında da ABD büyükelçisi vardı. Fulbright Komisyonu adı. Şayet karar 4-4’de kalırsa, büyükelçi ne derse o olacak şeklinde. Ve milli eğitimimizi dizayn ettiler. Hangi kitaplar yazılacak, hangi okulda hangi kitap okutulacak, kitaplardaki programlar ne olacak? Bu bu içerikleri bu komisyon tesbit etti.
Siz içinde ‘Kızılsultan’ yazan kitaplara rastladınız mı hocam?
Ben ilkokul ve ortaokuldayken Emin Oktay’ın tarih kitabını okuyorduk. Orada biz Abdülhamid’i ‘KIZILSULTAN’ olarak okuduk. Neden böyle dediler? Çünkü Fulbright Komisyonu’ndakilerden dördü siyonistti. Onlar niye Kızılsultan diye yazdırdı peki? Theodor Herzl geldi Abdülhamid’e, bize Filistin’den toprak verin, bedelini ödeyelim, Osmanlı’nın borçlarını ödeyelim, hatta üste de para verelim dedi. Ama Sultan kabul etmedi. Tabi bu İsrail’in kurulmasını 50 yıl geciktirdi. Orada intikam durumu var yani. Bir de Ruslar’ın desteğine rağmen Ermeni Devleti’nin kurulamaması var. Sultan doğuda Hamidiye alaylarını kurdu ve onlara göz açtırmadı. Biliyorsunuz padişaha suikatlerde Ermeniler’in parmağı vardır. Yıldız Camii suikasti mesela. İstanbul’daki Ermeni cemiyeti vardı. Bir de İttihat ve Terakkiciler var. Hepsinin ortak isteğidir bu aslında. En olmucak şeyi yaptılar, ‘kızılsultan’ lakabını taktılar.
Kendisine suikast yapan adamı bile öldürmedi Abdülhamid. Onu bile cebine para koyup gönderdi bir yerlere. Mithat Paşa soruçturmalarda, amcası Abdülaziz’in katilleri arasında çıktı. Onu bile affetti, sürgün etti. Herkesi sürgüne yollamadı. Muhalif olupta dış güçlerle iş yapanları sürdürdü. Elmalılı Hoca muhalifti. Mehmet Akif muhalifti. Bunlara hiç bir şey yapmadı. Biz kitabımızda işte Kızıldan Beyaza dedik. Çünkü Ak Sultan’dır, apak sultandır o.
Peki hocam, son dönemde Abdülhamid’le ilgili çokça kitap yazıldı. Dizisi de çekiliyor. Aradan 100 yıl geçti. Siz O’nun anlaşılabildiğini düşünüyor musunuz?
Ben iki sene önce romanını yazdım. “Yalnız Hünkar Abdülhamid” diye. Burada objektif davrandığmı düşünüyorum. Yazılan kitaplarda, dizi dahil pek fazla bir objektiflik görmedim doğrusu. Ben bu ikinci kitapta, “Kızıldan Beyaza Ak Sultan Abdülhamid”i yazarken çok belge kullandım. Zaten belge romandır. Şu konulara dikkat ettim; Avrupa’da nasıl görülmüş? İngiliz yazar Rachel Steele var. Abdülhamid’i yazmış. “O bir dünya markasıdır. Muhteşem adam” diyor. Fransız yazar Johanhassib var. “Tanrı’nın Gölgesi” diye kitabını yazmış. Abdülhamid için kullandığı ifade bu. Yine ingiliz kraliçesi Elizabeth şöyle diyor: “O bir siyasi dahi. Karşı karşıya konuştuğunuz zaman o sizin ne söyleyeceğinizi, ne düşündüğünüzü bir cümlenizle çözer. Fakat günlerce konuşun, adam öylesine derinliklidir ki, bir cümle sonra ne söyleyeceğini asla kestiremessiniz.” Yine Bismark var. “Ben O’nun karşısında mücadele edemiyorum” diyor. Biz O’na Kızılsultan derken, Avrupa’dakiler O’na bu gözle bakıyorlardı.
Peki hocam, sizin kitabınız ve diğer yazılan kitaplarla Sultan’ın üzerindeki bu kızıllık beyaza dönüştü mü?
Yok etti. Bu kitapları okuyanlar, O’na niçin Kızılsultan denildiğini, böyle haksız bir ithamın O’na nasıl yakıştırılmak istendiğini açıkça görüyorlar okurlar. Zaten o amaçla yazıldı. Ve bu belgelerin hepsi vardır. Bu kitabımızı okuyanlar gayet objektif olarak Abdülhamid’in gerçek hüviyetini göreceklerdir. Ben bu kitap da O’nun kızıl olmadığını gayet açık bir şekilde isbat ediyorum.