Hayattan Kopmayan Mekan Arayışları

HAYATTAN KOPMAYAN MEKAN ARAYIŞLARI

“Mimari yarışmalardaki başarısıyla tanıdığımız Mert Velipaşaoğlu ile tasarım anlayışını ve yarışmalar konusundaki görüşlerini konuştuk.”

Ezgi Tezcan: Yarışmalar biraz soyut bir süreçte ilerliyor. Birbirinden farklı yerlerde farklı konseptlerde projeler üretiliyor ve iletişim kanalları da karşınızda bir müşteri varmış gibi açık değil. Bu anlamda içine girilmesi biraz daha zor gibi, bağlamı kurarken, mekâna yerleşirken siz nasıl bir yol izliyorsunuz? Gidip proje alanlarını deneyimleme imkânınız oluyor mu?

Mert Velipaşaoğlu: Müşteri olmaması, programdaki ihtiyaç haricinde belirlenmiş taleplerin olmaması demek. Bu da aslında bir anlamda daha özgür bir alan yaratıyor. Alana dair, program dışında neyin talep edilebileceğinin sınırı konusunda çalışma olanağı sağlıyor. Müşteri olmasa da ikna edilmesi gereken bir değerlendirme ekibi var ve proje yoluyla aslında güçlü bir iletişim sağlanıyor. Yarışmalara katılma motivasyonumuz ödülden çok proje alanı ile ilgili söz söyleyebilmek. Proje alanları zaten müşterinin kendisi oluyor aslında. Farklı yerler ve farklı programlar söz konusu olsa da bağlama eklemeye çalıştığımız ortak unsur kent ve insanlar. Biz de verilen program dışında bir de alanın kent için ne olmak istediği konusuna yoğunlaşıyoruz. İletişimi de yerle kurmaya ve yapıyı o yere ait kılmaya çalışıyoruz. Alanı deneyimlemek bizim için bir mecburiyet çünkü yapıyı da o deneyimin bir uzantısı haline getirmek için çabalıyoruz. Alanı yalnızca ziyaret etmek değil, alanın fiziksel özelliklerini, çevresini bağlam için gerektiği ölçekte bazen ufuk çizgisine kadar dijital olarak modelleyip tüm çalışma süreci boyunca iletişimi korumaya çalışıyoruz.

ET: Yarışmalar aynılık üzerinden de yoğun olarak eleştiriliyor. Sürekli benzer çizgiler, benzer detaylar görüldüğüne dair yorumlar hakkında sizin görüşünüz ne?

MV: Çağımızdaki bilgi havuzunun bir sonucu diye düşünüyorum. Belki her zaman bu kadar aynıydı ancak arka arkaya ve yoğun bir şekilde maruz kalınca şu an fark ediyoruz. Bir de tabi okullar, mimarlar, yarışmalar, projeler nicelik olarak artık çok fazla bunun da etkisi olabilir. Maruz kalınan parlak imaj yığını söz konusu. Yarışma projelerinde de doğasından ötürü imajın etkileyici olması için çabalanıyor ve bu çabanın sonucunda projenin nasıl gözüktüğü nasıl olduğundan daha çok önemseniyor. Malzeme mekandan daha önemli hale geliyor.

Yarışmaların genel algısı da doğru-yanlış çizelgesi üzerine kurulu. Bazen de yanlışa düşmemek adına, istenen program tanıdık şemalar ve şablonlarla çözülüyor ve doğruya ulaşıldığı düşünülüyor. Halbuki mimarlar doğru veya yanlış kalıpları içinde değil mekan arayışları üzerine çalışıyor ve mimarlıkta birçok keşif ve yeniliğin yarışmalar aracılığıyla yapıldığı unutuluyor.

ET: Profesyonel olarak da deneyimlisiniz, okul, ofis ve yarışma süreçleri birbirinden nasıl ayrışıyor sizce? Okulda aldığımız eğitimin profesyonel yaşamda karşılığını ne kadar alabiliyoruz ya da ne gibi farklarla karşılaşıyoruz?

MV: Çok ayrıştığını düşünmüyorum. Hepsi de ayrı ayrı birbirini besleyen deneyimler. Okul problem tanımı ve çözümü konusunda bir bakış açısı kazandırıyor ve ofis yaşamı içinde de gelişiyor. Aslında okul ve profesyonel yaşam birbirinden bambaşka şeyler değil. Özellikle mimarlık okulları zaten proje yapma pratiği üzerinden bir çalışma hayatı simülasyonu kuruyor. Ek olarak okul teoriyi de içeren bir bilgi programı sunuyor. Akademik hayattan kopmamış mimarlık ofisleri zaten teorik girdiyi profesyonel projeler içinde de barındırıyor. Yarışma da diğerlerinden bambaşka bir yerde değil. Okul, ofis, yarışma bunların hepsi de kişiyi tasarım sürecini sürdürme anlamında eğiten, bir öncekinin her zaman sonrakileri etkilediği süreçler.

ET: Profesyonel olarak kendinize nasıl bir yol çiziyorsunuz? Tasarım ve iş yapma pratiği olarak benimsediğiniz temel ilkeler var mı?

MV: Mimarlığı iş olmaktan çok gelişim süreci olarak görüyorum. Profesyonel tabiri mimarlığı iş olarak yapmayı çağrıştırıyor ve hayattan kopartıyor. Gelişim süreci hiç durmayan ve biraz da kendiliğinden giden bir yol ve hiç bitmeyecek. Yarışmalar da bu gelişim adına mekan üzerine düşünebilmek için iyi bir fırsat ve kopmamaya çalışacağız. Projeler üzerine çalışırken de problemi bina değil alan ve mekan tasarlamak olarak ele alıyoruz. Açık alanlar bazen yapının ve programın kendisi haline gelebiliyor. Mekanı tasarlarken öncelikle boşluğu bir girdi olarak ele alıyoruz. Yoğun kent dokusu içindeki arsanın boşluk karakterini korumaya odaklanıyoruz. Özellikle müşterinin kamu olduğu yarışma projeleri söz konusu olduğunda arsayı istenen programa ek olarak kenti de içine alan ve kamu yaşantısını barındıran bir hale sokmaya çalışıyoruz. Bu da programın alt parçacıklarının bütünde bazen bir meydan, bazen pasaj, bazen park, bazen tepe, bazen bahçe, vs. nasıl davrandığıyla ilgili bir araştırma ortamı yaratıyor. Program öğeleri de hem kendi aralarında hem de kentle sürprizli ilişkiler ve mekan deneyimleri barındırıyor.

ET: Ankara’da eğitim ve İstanbul’da iş hayatının ardından İzmir’in potansiyelini mimarlık anlamında nasıl değerlendiriyorsunuz? Yerleşimi ve ihtiyaçları nasıl farklılaşıyor?

MV: İzmir, iş alanından ziyade yaşam alanı olarak tercih sebebi oldu aslında. Buradaki hayat 10 senelik İstanbul yorgunluğundan sonra çok daha konforlu. Birkaç ay önce geldiğimizden böyle bir karşılaştırma ve okuma yapabilmek için biraz erken. İstanbul’daki potansiyel, talep fazlası sebebiyle daha yüksek gibi görünse de arz da aynı oranda fazla. Burası da yerleşim alanı kaldığı sürece mimarlık ihtiyacı hiçbir zaman bitmeyecek. Nitelikli proje üretimi konusunda da İzmir’in çok daha fazla potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Kentin iklimi, doğal alanları ve denizle ilişkisi ve ihtiyaçların İstanbul kadar sıkışık olmaması buradaki çalışmaları çok daha keyifli hale getirecektir.