Kokuların (Renkler Gibi) Neden Özel İsimleri Yok?

Alman asıllı yazar P atrick Süskind’in ilk romanı Koku yayınlandığı 1985 yılından bu yana sıra dışı konusu ile okurlarını hiç bilmediğimiz ya da farkında olmadığımız bir evrene taşıyor. Belki de tarih boyunca hiç kimse “Koku” fenomenine bu kadar çarpıcı bir biçimde dikkat çekmemişti. Biz şehirli insanlar her ne kadar beş duyumuzun neler olduğunu bilsek de yaşadığımız ortam gereği duyularımızın çoğunu askıya alıp tüm dikkatimizi görme yetimize vermişiz gibi görünüyor. Acaba gerçekten öyle mi?

Görünen o ki hiç bir duyumuz koku duyusu kadar etkili bir şekilde bizi yıllar öncesinden anılarımıza götüremiyor ya da özlem, hasret, iştah gibi duygularımızı koku kadar güçlü tetikleyemiyor. Eş seçmek gibi konularda bile koku duyusunun yetenekleri bir çok çalışmanın konusu olmaya devam etmekte. Biraz spekülatif olmakla beraber “korkunun kokusunu” bile alabildiğimiz ve savaş ya da kaç refleksini tetikleyebildiği düşünülmekte. Koku duyusu fizyolojik olarak bu kadar temel bir yer yer işgal ederken, Türkçede ve hatta birçok diğer dilde başta renklerin binlercesi olmak üzere seslerin (gıcırtı, fokurtu, tıslama, notalar v.b), tatların (ekşi, acı, tatlı, tuzlu), dokunma hislerinin (sert, yumuşak, sıcak, soğuk, ılık v.b.)  gibi özel niteleme kelimeleri mevcut olmasına rağmen kokulara dair böyle kelimelerimizin olmaması ayrıca ilginç bir husustur. Kokuların isimlerini genellikle bir nesnenin kokusuyla anarız (muz gibi kokuyor, leş gibi, leylak kokusu v.b.),  ve genellikle kendilerine özgü isimleri yoktur.

Koku, az gelişmiş, yahut “ikinci sınıf” bir insan duyusu olarak bilinir. Ancak avcı-toplayıcılar resme girdikten sonra bu varsayımı tekrar düşünmemiz gerekecek gibi duruyor.

Psiko-dilbilimci Asifa Majid ve dilbilimci Nicole Kruspe, Güneydoğu Asya’daki Malay Yarımadası’nın doğu tarafında tropik ormanlarda yaşayan Semaq Beri avcı-toplayıcılarının renkleri adlandırdıkları kadar kolay bir şekilde çeşitli kokuları da adlandırdıklarını tespit ettiler. Yine Semaq Beri yakınındaki orman yerleşimlerinde yaşayan ve yakından ilişkili bir dil konuşan Semelai pirinç çiftçileri, kokuları renklerden çok daha zor buluyorlar ve adlandırıyorlar. Bu farklılık üzerine yapılan ilginç çalışma 18 Ocak’ta Current Biology’de yayınlandı.

Aynı orman ortamında yaşayan ve benzer dilleri konuşan çiftçi ve avcı-toplayıcı gruplar karşılaştırıldığında, koku adlandırma ve muhtemelen koku algılama becerilerinin avcı toplayıcılarda çok daha gelişmiş olduğu görülüyor.

Rutgers Üniversitesi’nden sinirbilimci ve koku araştırmacısı John McGann, bu sonuçları “beklenmedik ve çok ilginç” olarak nitelendiriyor. Görünüşe göre genetik özellikler, koku adlandırma yetenekleri üretmek için farklı kokuların kişisel deneyimleri ve kişinin kültürel geçmişiyle etkileşim içinde kendini belli ediyor. Yani koku almaya yatkınlık sağlayan genetik alt yapımızın yanı sıra kültürel örüntülerimiz ve kişisel deneyimlerimiz bir araya gelerek sonucu belirgin bir biçimde etkileyebiliyor. Malay yarımadasında yaşayan avcı toplayıcı gurupların çifçilik yapan akraba topluluklara göre kokuların tanımlanması ve isimlendirilmesi konusunda çok daha gelişmiş yeteneklere sahip olması da yaşam alışkanlıklarına bağlı farklarla ilgili gözüküyor. Hayal etmesi güç ama bu insanlar bizlerin şehir hayatında milyonlarca renge isim vermemiz gibi kokulara da benzersiz isimler veriyorlar ve günlük hayatlarında iletişim amaçlı olarak bunu gayet sıradan bir şekilde kullanabiliyorlar.

Tıpkı Semelai çiftçileri gibi batılılar da (yani bizler de) renkleri kokulardan çok daha kolay tarif edebilirler. Batı toplumlarındaki insanlar kokular için özel isimlere sahip değildirler ve genellikle kokular hakkında “muz gibi kokuyor” gibi analojilere başvurarak konuşmak durumunda kalırlar.

Hollanda Nijmegen’deki Radboud Üniversitesi’nden Dr. Majid ve İsveç’teki Lund Üniversitesi’nden Dr. Kruspe’nin yaptığı çalışmalara göre Semaq Beri avcı-toplayıcıları genellikle çeşitli kokular ve renkler için belirli terimler kullanıyorlar. Araştırmacılar, bu orman sakinlerinin yaşam tarzları ve kültürleri nedeniyle kokulara uyum sağladığını söylüyor. Avcı-toplayıcılar hayatlarını, avlanmak ve tehlikeden kaçınmak için koku duyusunu kullanarak geçirdikleri için bu fikir elbette gayet makul görünüyor. Stockholm’deki Karolinska Enstitüsü’nden psikolog ve klinik sinirbilimci Dr. Johan Lundström, Majid ve Kruspe’in çalışması ise, “koku alma duyumuzu ne kadar çok kullanırsak, o kadar gelişir” şeklinde özetleyebileceğimiz hipotezi doğrular nitelikte.

Söz konusu çalışmada Semaq Beri topluluğundan seçilen 18 kişiye bir “koku adlandırma” görevi ve farklı bir gruptaki 16 kişiye de bir “renk adlandırma” görevleri veriliyor. Avcı-toplayıcılar yüzde 86 oranında kokular için özel terimler kullandılar. Renklerde de yaklaşık % 80 oranında özel terimler tercih ediyorlar. Buna karşılık, pirinç çiftçilerinin ise aynı çalışmada yüzde 56 oranında özel renk kelimeleri, yine yüzde 56 oranında da özel koku kelimeleri kullandıkları tespit edilmiş.

Dr. Majid’e göre kokular Semaq Beri için pratik ve manevi önem taşıyor. Mesela besin arayıcılar, yırtıcı kedilerin yakınlarda bulunduğunun bir işareti olan ormandaki kaplan idrarının kokusunu tanımak zorundalar. Avcılar, hamilelikle ilişkili kokuları yayan belirli avları öldürmekten kaçınırlar; böylece bu hayvanlar yaşayıp doğum yapabilir ve böylece de sürdürülebilir bir avlanma ekosistemi ancak korunabilir (muhtemelen bu çekinceyi bilinçli olarak değil, bir nevi sosyal öğrenme yahut karmaşık evrimsel bir refleks olarak ortaya koyuyor olmalılar). Semaq Beri dini inançları, bazı kokuların hastalığa neden olduğunu ve diğerlerinin rahatsızlıkları iyileştirdiğini gibi inançlar içeriyor. Kız ve erkek kardeşler çok yakın oturmamaları konusunda uyarılır çünkü “kokularının karışacağına” ve bunun iyi bir şey olmadığına inanılır. Dr. Majid’e göre o toplulukta, bu bir tür ensest ilişki olarak kabul edilecek kadar ciddi bir durum.

Bu çalışmanın sonuçlarına bakarak, diğer çağdaş avcı toplayıcıların avcı olmayan toplayıcılara göre daha iyi koku adlandırma yeteneğine sahip olacaklarını tahmin etmek mümkün. Nörobiyolojik olarak sürekli tekrar eden davranışların, ritüellerin ve alışkanlıkların beynimizde daha güçlü ve hızlı iletişim devrelerini oluşturduğu gerçeğinden hareketle, doğumdan itibaren kültürel olarak nasıl bir yaşam örüntüsüne sahip olursak, o örüntünün alt bileşenlerine ait beyin devrelerinin de farklı gelişim dereceleri göstereceği zaten aşikardır. Yani hangi özellikleri daha çok kullanırsak o özelliklerden daha yetenekli hale geliyoruz.

Buradan çıkacak bir başka ders de belki şu olabilir: Yapabildiklerimiz ve yapamadıklarımız, belki de bazen “yetişme tarzımız ve kültürümüzle” ilgilidir. Hepsini değilse bile bir kısmını değiştirmek aslında gayet mümkün (Detaylar için bkz. Değişen Be(y)nim; Sinan Canan; Tuti Kitap, 2016)

  1. Majid and N. Kruspe. Hunter-gatherer olfaction is special . Current Biology . Published online January 18, 2018. doi:10.1016/j.cub.2017.12.014.