Korku, endişe, kaygı gibi duygulanımları negatif olarak değerlendirmeye yatkın olabiliyoruz. Ama aslında hepsi bizim için hayati derecede değer taşıyor! Gelin biraz daha yakından bakalım.
Arkadaşlarımla konuşurken, onların dertlerini dinlerken, kendimizce minik psikolojik açılımlar yapmaya çalışırken şunu farkettim: Bir sürü kelime ve terim adeta havada uçuşuyor ama bunların anlamını çoğu zaman tam olarak bilmiyoruz. Bir başkası bana bir şey anlatmak istediğinde, aslında zihninden geçen veya tam olarak içinde hissettiği şey nedir? Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin “Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır!” sözü bu anlamda oldukça açıklayıcı aslında. Dolayısıyla burada da bir şeyleri anlatmaya başlamadan önce bu yazıda da çokça geçecek olan üç kelimeyi önceden açıklığa kavuşturalım.
Bu kelimelerden birincisi: korku. Korku, somut bir tehlike veya tehdit karşısında, belli bir kaynağa yönelik olarak verdiğimiz zihin-beden tepkilerinin tümüne verdiğimiz bir isim. Bu duygulanım, yaşamı sürdürebilmek açısından çok önemli. İkinci kelimemiz olan “kaygı”; belirsiz, potansiyel olarak tehlikeli bir duruma karşı verilen, hedefi ve süresi belirsiz yanıtları işaret eder. Üçüncü kelime “ endişe” ise sonucu belli olmayan, ancak olumsuz sonuçlanma ihtimali öne çıkan gelecek olaylar hakkındaki zihinsel tepkimiz olarak tanımlanır. Endişe aşırı yüksek olursa, kişi tehditle ilgili ipuçlarını sağlıklı değerlendiremediğinden, tehlikeli olanı olmayandan ayırt etme becerisini de belirli düzeylerde yitirebilir. Her üç duygulanım da olumsuz gibi gözükse dahi hayatta kalma açısından tartışmasız çok önemliler.
Negatif bir olay ile gayet sıradan bir deneyimin zihinde bağdaştırılması sonucu, bazen kalıcı bir kaygı veya korku geliştirmek son derece kolay. Mesela diğer insanların belki ilgisini bile çekmeyen buldozer gibi bir araçtan korkuyorsanız bu size küçükken anlatılan, sonu çok kötü biten ve içinde buldozer olan bir hikayeden kaynaklanıyor olabilir. Prof. Joseph E. LeDoux tarafından süreğen (kronik) kaygı bozukluğu üzerine yürütülen araştırmalar, korkunun bilinmedik, bizim için yeni olan olaylar ve nesnelerle bağdaştırılmasının çok kolay olduğunu gösteriyor. Bu tip bağdaştırmalar, bilinçli farkındalık alanı dışında oluşabiliyor ve bir kez oluşturulduktan sonra ortadan kaldırmak oldukça zor.
LeDoux’nun çalışmalarının sonuçları sadece nörobilimle kısıtlı değil; aynı zamanda sosyal bilimler alanları için de kapsayıcı çıkarımlar yapma imkanı veriyor. Mesela bu bulgular, politik bir figür veya belirli bir etnik ya da ırksal grup gibi başlangıçta bizler için nötr uyaran olan şeylere koşullu korku tepkilerinin nasıl geliştirildiğini anlayabilmemizi de sağlıyor. Sosyal alanda çokça görülen mantıksız nefret ve düşmanlık, aslında çoğu zaman bu tip bir asılsız korkuya, zihinsel çarpık eşleştirmelere dayanıyor olabilir.
Prof. Barry Glassner Amerikalıların “riski abartma” eğilimlerini incelemiş. Siyasilerin ve medyanın korku pompalaması ile toplumu nasıl yönlendirdiğini incelerken, bu kaynakların aslında “istisnai olayları” adeta birer “moda” yahut “genel eğilim” olarak gösterdiklerini ve böylece toplumu istenen davranış kalıplarına doğru yönlendirmekte hiç zorlanmadıklarını ortaya koyuyor. Aslında bu tip yönlendirici haberler, insanların dikkatini daha tehlikeli ama politik olarak görülmesi istenmeyen durumlardan uzaklaştırmakta da çok etkili. Korkutucu istatistikler yayınlamak gibi yöntemlerle halkta kasten genel bir korku ve endişe hali oluşturmayı amaçlayan bu tip yaygın uygulamalar, bir de kaygılı insanların (doğal olarak) riskleri gözlerinde büyütme eğilimleriyle de birleşince kat be kat rahatsız edici olabiliyor.
Bu tip araştırmalar insan psikolojisinin sömürülmeye ve kötüye kullanılmaya çok açık bir alan olduğunu bize bir kez daha hatırlatıyor. Kişisel düzeyde yapabileceğimiz en iyi şey, haber alma kaynaklarının üzerimizdeki etkisini kontrol etmek; yani gerekli gereksiz tüm haberleri takip etme alışkanlığına bir son vermek. Özellikle Covid-19 salgını gibi küresel bir dertle uğraştığımız şu günlerde, kişisel olarak yükselen endişe seviyelerimiz, bizi bir topluluk olarak çok daha yönlendirilebilir yapıyor. En iyisi gerçek hayatımızdaki imkanlarımıza ve yapabileceklerimize yoğunlaşarak, bizi her yere sürükleyebilecek kitle medyası ve gereksiz bilgilerden uzak duralım. Yoksa “bilgileniyoruz” sanırken “uyutulabiliriz” ve bunu hiç fark edemeyebiliriz.
Editörden bir öneri: Bu süreçte iç dünyamızdan gelen olumsuz raporlara verdiğimiz önem kadar, olumlu raporlar a da kulak vermemiz iyi olabilir.
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Cesaretimizi Hippokampus Hücrelerine Mi Borçluyuz?