Mahalle Baskısı Bizi Yalnızlaştırıyor Mu?

Günümüzde sıkça tartışılan ve ülkemizde oldukça hızlı bir şekilde popülerleşen “Mahalle Baskısı” kavramı, 2007 yılında ünlü sosyologlarımızdan Şerif Mardin tarafından kullanılmaya başlandı. Şerif Mardin bu kavram aracılığıyla Osmanlı döneminden günümüze değişerek gelen mahalle kültürünün, nasıl kolektif bir baskı aracına dönüşebileceğini açıklamaya çalıştı. Ayrıca mahalleyi bireylerden oluşan bir yapı olarak da gördüğü için onun hareket ederek değiştiğini savundu.

2007’den günümüze birçok şey değişti ve bu kavrama yenileri eklendi. Nitekim şu anda yaşadığımız “bireysel olmak” ve “bireyselleşme” kavramlarını da mahalle baskısından kaçış olarak yorumlamak mümkün. Fakat burada eksik olan bir değişken var: Bireyselleşme kavramını örnek aldığımız Avrupa coğrafyasında hâlihazırda var olan kültürel zemin ile ülkemizin tarihi arasındaki farklılık. Dolayısıyla bireyselleşme arzusu, yerini ve değerini bulamayan belirsiz bir konu olarak tartışılmaya devam ediyor.

Şimdi bu kavramların anlamlarına derinlemesine bir bakalım ve kimi zaman üzerimizde hissettiğimiz psikolojik baskının nedenlerini bulmaya çalışalım.

Nedir bu Mahalle Baskısı?

Mahalle: Bir şehrin, bir kasabanın, büyükçe bir köyün bölündüğü parçalardan her biri. (TDK)

District: Bir ülkenin veya şehrin, özel belirli bir niteliğinden dolayı ayrı ve kendi içerisinde ortak olarak kabul edilen alan.

Bu iki tanımın da benzer vurgusunun “ortak alan” olduğunu görüyoruz. Bu vurgu İbn Haldun’un “Asabiye” kavramına denk gelir ve asabiye kavramı, ortak bir kimlik ile oluşan kolektif bilinci tarif eder.

Tüm bu açıklamalar ve Şerif Mardin’in yaklaşımı ile mahalleyi “Parçalar halinde birleşen bir bütün ve aynı zamanda yaşayan bir varlık” olarak tanımlayabiliriz.

Kavramın tarihsel sürecine bakacak olursak, türkiye coğrafyasındaki mahallelerin gelişiminin Osmanlı dönemine rastladığını görürüz. Osmanlıda mahalleler, yaşamın önemli bir unsuruydu. Cami, camideki hoca, hocanın okuduğu kitaplar, medreseler, külliyeler, esnafların her biri mahallenin birimleriydi.

Cumhuriyet döneminde ise yeni bir yapılanma ortaya çıktı. Öğretmenler, öğrenciler, öğrencilerin kitapları gibi değişkenleri içeren yeni bir yapı inşa etme süreci, geleneksel mahalle kavramının karşısına konumlandı. İnşa sürecinde iki yapılanmanın karşı karşıya konumlanması, toplumda sosyolojik bir çatışma yarattı. Bu çatışmanın sonucunda da Avrupa’da var olan yüzlerce yıllık “iyiliğin ve güzelliğin ne olduğu” tartışması, bizim topraklarımızda ihmal edildi.

Çatışmanın yıkıcı etkisi ile felsefi anlamda iyilik ve güzellik kavramlarında derinleşemediğimiz için ortada anlamdan yoksun şekilde “iyi” olanın belirleyicisi olarak sadece “göz” yani dış görünüş kaldı. Göz (gözetlemek) ise bir baskı unsuru olduğundan “Mahalle Baskısı” kavramına “Toplumsal normlardan sapma haline tahammülsüzlük gösteren kolektif birleşme” diyebiliriz.

Mahalle Baskısı ve Bireyselleşme

Bir diğer önemli tartışma konusu da bireyselleşmektir. Birçoğumuz başkalarının işimize karışmasını istemeyiz; hesap vermeden, istediğimiz gibi yaşamak isteriz. Nitekim bu arzu bazen büyük toplumsal hareketlere neden olur. Ama bu konuda dinmek bilmeyen tartışmalar, ortaya çıkan çeşitli tanımlar biraz da konunun ne olduğunu bilmediğimizi göstermektedir.  Peki, tam olarak nedir bireyselleşmek?

Bireyselleşmeyi anlamak için “Birey” kelimesinin tanımına bakalım önce: Kendine özgülüğünü yitirmeden bölünemeyen, ‘tek’ varlık.

Mahalle baskısının var olduğu bizimki gibi ülkelerde bireyselleşme “Bireyselleşmek isteyen kişiye hiç kimsenin karışmaması” olarak tarif edilir. Burada “karışmak” kelimesi, bir şeyin bütünlüğünü bozmak anlamına gelir. Fakat bu durum çelişkili bir risk barındırır: Karışılmama hâli özgürlük sağladığı kadar kişilerin kendilerini yalnız hissetmelerine de yol açabilir. Aile bireylerimizin bile bize karışmadığı bir ortamda, aynı zamanda kimsenin bizi önemsemediğinden de söz etmek mümkündür. Peki, karışılmamak aynı zamanda yalnızlaşmak ise bu kelimenin yerine ne konumlanabilir?

“Karışmak” Kelimesine Karşı “Önemsemek”

Sosyalleşmenin temel kurallarından birisi olan birlikte hareket etme bilinci sayesinde, yaşanabilecek olası tehlikelere karşı önlem almaya çalışırız. Birbirimize farkındalık yaratmak için küçük tavsiyelerde bulunmak hayatta kalmak için geliştirdiğimiz bir yöntemdir. Ormanda rastladığımız bir su kaynağını diğer arkadaşlarımıza söylemek gibi… Ancak tavsiyeler müdahaleye döndüğü anda yaptırımlar gündeme gelir. Bir kişiye “Bunu asla yapamazsın” demek, o kişinin suç işleme ihtimaline karşı cezalandırılabileceğine dair bir uyarıdır; oysa günümüzde bu kurallar kanunlar tarafından belirlenmiştir. Bu tip yaptırımlar ilişkilere taşındığında artık “karışmak” eylemi söz konusudur. Yaptırımların her an olduğu sosyal ilişkilerde kişiler kendilerini güvende hissetmezler. Zamanla bu güvensizlik yalnızlaşmayı tercih etmeye neden olabilir.

Dolayısıyla karşıdaki kişinin birey olma isteğinin görmezden gelindiği her davranış, o kişiyi bu davranışı sergileyenden biraz daha uzaklaştırır. Yalnızlaşmanın yıkıcı tehlikesine karşı, ilişkilerimizden “karışmak” kavramını çıkartıp “önemsemek” kavramını yerleştirebiliriz; bu sayede geriye sevgi ve önem kalır. Önem kelimesinin anlamı gereği, bir şeyi önemsediğimizde o şeyin değerli olduğunu da kabul ederiz aynı zamanda. Önemsenmek ise kişiye hata yapmanın karşılığının sosyal hayattan dışlanmak olmadığını; her hatasını telafi edilebileceğini hissettirir ve ilişkiler güçlenir. Böylece “bireylerin” sorumluluk bilincini kendi içlerinden gelerek yaşadığı, karşılıklı keyif alınan sosyal ilişkiler yaşanabilir.

Kimsenin kimseye karışmadığı ama herkesin herkesi önemsediği bir toplum hayal edelim. Hayal edelim ki gerçek olsun.

Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: İntihar Eylemini Anlamaya Yönelik Bir Deneme