Son zamanlarda hepimiz metaverse konuşuyoruz. Metaverse’ü anlamaya ve bugüne kadar şahit olduğumuz gerçeklikle oluşan bilgi birikiminin üzerine, bu kavramı oturtmaya çalışıyoruz.
Planlı olarak böylesine hızlı bir şekilde hayatımıza girmiş olan bu kavram hakkında hepimizin kafası karışık. Bir yandan da ne mutlu ki ülkemizde kavramsal düzeyde de olsa şimdiden sahiplenen ve doğru şekilde bunu insanlara anlatmayı kendisine görev edinen kişiler ve kurumlar da ortaya çıkmaya başladı. Meseleye teknolojik gelişme olarak bakanlar var, sağlayabileceği imkânlara dikkat çekenler var, “bakın metaverse bu demek değildir, hemen aldanmayın” diye uyaranlar ve eleştirel yaklaşarak bizi mevcut gerçekliğimizden ne kadar koparabileceğini unutmamamızı söyleyerek felsefi bir sorgulamaya davet edenler var.
Çokça farklı bakış açısı bulunsa da her birinin varlığı oldukça değerli. Bu yazıyla da bir uzmandan ziyade kullanıcı olarak bunca yıl maruz kaldıklarımıza ve şahit olduklarımıza bakalım; içinde bulunduğumuz bu değişim sürecini gözden geçirelim ve kimliklerimizin bu dijital ortamlar ile ne gibi boyutlar kazandığını düşünelim istiyorum.
Fiziksel dünyada bir kafede oturduğumuzu düşünelim. Arkadaşlarımızla veya tek başımıza bir şeyler yiyip içiyoruz. Bir anda, birisi yanımıza geliyor ve bizimle tanışmak istiyor. O kişiye nasıl yaklaşırdık?
Şimdi bir de herhangi bir sosyal medya mecrasında bir süredir takip ettiğimiz ama “gerçekte” hiç görmediğimiz birisini; hatta örnek aynı olsun, ilk kez gördüğümüz bir profili düşünelim. Paylaşımları, yazıları, fotoğrafları ile kendisinin hayatından birtakım kesitler izleyebiliyoruz. Bu kişiye nasıl yaklaşırdık?
Yüz yüze tanıştığımızda insanlar bizi o an orada olduğumuz kadar görüp, o an orada söylediğimiz kadar tanıyorlar ve o an orada anlattıklarımızla biliyorlar. Sanal bir mecrada da elbette yine kişi ne kadarını gösterir, ne kadarını söylemek isterse, onun bize anlattığı kadar tanıyabiliyoruz. İkisinde de kimliklerimiz farklı koşullarda farklı düzeylerde yansıtılabilir duruyor. Fakat en sıradan senaryoya baktığımızda günümüzde dahi -izin verdiğimiz kadarıyla elbette- birçoğumuz sanal kimliklerimizin varlığını görebiliyoruz.
Kimlik, kim olduğumuzun somutlaşarak sabit bir görünürlüğe kavuşmasıdır. Bir insanın vatandaşlık kartındaki bilgileri, bunun en katı halidir; o insanı dışarıda canlı canlı gördüğümüzde bu katı kütle biraz gevşemeye başlar. Sohbet ettiğimizde ve diyaloğa girdiğimizde kimliği biraz daha bize açılır, “aslında böyle biriymiş” demeye başlarız. Yine de karşımızdaki ne kadar anlatıyorsa, biz de kendi geçmişimizden taşıdığımız bakış açımızla ne kadarını anlayabiliyorsak, o kadar tanıyabiliriz. O anın, zamanın ve mekânın koşullarına, kısaca atmosfere göre bile bu değişebilir.
Esasında kimlik, ifade edildiği ortam dahilinde kim olduğumuzun metalaşmasıdır. Üstelik hepimiz “gerçek” kimliklerimizin ne kadar akışkan olabildiğinin, her sabah farklı bir insan olarak uyanabildiğimizin farkındayken.
“Gerçeklik, dünyanın ne tür şeylerden yapıldığı ve ne tür şeylerden yapılmadığı hakkındaki genel anlayışımızdır” diyor Teknik ve Büyü kitabının yazarı Campagna. Klasik felsefede metafizik, neyin bizim dünyamız olduğuna karar verdiğimiz seviyedir. Gerçekliğimiz (kültürel değerlerimizin dünyayı yorumlayışımızı belirlemesi dahil) değiştikçe dünyamız da değişir. Dolayısıyla fiziksel bir gerçekliğe dair algılarımız (dünyayı anlamlandırma biçimimiz) metafizik olarak belirlenir (Campagna, 2021). Yalnız burada şunu özellikle belirtmek gerek, “metafizik” hepimizin bildiği kadarıyla fizik ötesi, doğa ötesi anlamlarından ibaret değildir. Bu yüzden önce “meta” kavramına bakmamız gerekiyor.
Meta, mekân-zamanda “aynı” olması mümkün olmayan iki şeyi aynı kabul etmektir. Şeylerin tarihselliğini yok saymak anlamına gelir. Bir şeyin metalaşması, ne olduğunun ve işlevinin hemen anlaşılabilir hale gelmesidir. Örneğin 50 liralık bir banknot gördüğümüzde onun ne işe yaradığı hakkında hiçbir şüphemiz yoktur; dahası bizden önce kimlerin elinden geçtiği (tarihselliği) de önemli değildir. Meta, bilinmezliğe ve belirsizliğe yer bırakmayan bir eksiksiz bilme hayalidir. Dolayısıyla metalaşan bir dünyada farklılık üretmek de zorlaşır.
Farklılık üretme kapasitemizden önce, kimliklerimizin metaverse’le birlikte geçirdiği boyutsal değişimi daha iyi görebilmek için geçtiğimiz yola bir bakalım. Sosyal medyanın hayatımıza ilk girmeye başladığı 2000’li yıllardaki “İnternetten tanıştı ve buluştu” haberlerini garipsememizden, bugünkü online eğitimlerden tutun da herhangi bir mecradan tanıştığımız insanlarla fiziksel olarak buluşuyor olduğumuzun normalleşmesine kadar aldığımız yola ben X diyeceğim. Metaverse’ün hayatımıza entegre olmasına giden yol o X’ten muhtemelen çok daha uzun olacaktır. Fakat hızımız hiç olmadığı kadar fazla. Dolayısıyla bugün “normal” algıladığımız sanal kimliklerimizin, yarın “normal” algılanacak versiyonunu ne kadar tahmin edebiliriz, emin değilim. Yine de şunu söyleyebiliriz, kafe örneğinde fark ettiğimiz gibi, bugün önce sanal kimliğiyle tanıştığımız kişiye duyduğumuz güven, yüz yüze tanıştığımız kişinin önüne geçebilme kapasitesine sahip gibi görünüyor. Elbette iki durumda da kişilere ve koşullara bağlılık söz konusu. Öte yandan fiziksel ortamın, beklentilerimizi karşılama düzeyi yadsınamaz. Bu yüzden biz şimdilik kimlik algımız üzerinden düşünmeye devam edelim.
Elbette “kendini farklı göstermek” her boyut için geçerlidir. Üstelik insan bazen kendini kendisine bile yeterince gösteremezken. Jung, kişiliğimizin bu karanlıkta kalan yönlerine, “gölge yanlarımız” der. “Persona” kavramı ise bulunduğumuz ortama uygun olarak takındığımız maskeler, dışarıya gösterdiğimiz yanlarımızdır. Bu iki yanımız da dünyaya dair öğrenmiş olduğumuz “iyi” ve “kötü”yü benliğimizde taşıma biçimimizdir. Kötü göründüğünü veya kabul edilemez olduğunu düşündüğümüz bazı özelliklerimizi bastırdıkça bunları “gölge yanlarımız” olarak kişiliğimizin görünmeyen tarafında taşımayı sürdürürüz. Jung’a göre problem, gölge yanlarımızın varlığından değil, onları kabul etmememizden kaynaklanır.
Sanal dünya bir yandan bizi “persona”larımızı daha aktif kılmaya teşvik ederken diğer yandan “gölge yanlarımız”ın açığa çıkmasına alan açar. Bir yandan kendimizi olmak istediğimiz kişi gibi gösterebilirken diğer yandan bastırdığımız duyguların yüzeye çıkmasını sağlayabilir. Bizi tüketmeye davet eden reklam dünyası, genellikle maskelerimiz üzerine çalışır. Metaverse de bugün kullanıldığı şekliyle maskelerimize odaklanmış gibi görünüyor.
Bu noktada en önemli rol kullanıcıya düşüyor. Jung’un tarifi ile biliyoruz ki “persona” ve “gölge yanlarımız” arasındaki dengenin bozulması ve birbirlerinden uzaklaşmaları kişilik bölünmesine kadar gidebiliyor. Bu da bizi kendimizi tanımayan bireyler olarak alternatiflerden gittikçe uzaklaşmaya ve tek bir gerçekliğe sıkışmaya sürüklüyor.
Kendimizi yalnızca “persona”larımızdan ibaret düşünmek, kişiliğimizin metalaşmasına işaret eder. Böylece pazarlama dünyası personamıza uygun özelliklerde ürünleri bize rahatlıkla sunmaya devam edebilir. Biz “gölge yanlarımız”la tanışmadıkça ve barışmadıkça metaverse’te de fiziksel dünyada da salt tüketiciler olmaktan kurtulmamız zor olacaktır.
Peki alternatif gerçeklikler yaratmak veya kimliklerimizi esnetebilmek hatta askıya alabilmek için başvurabileceğimiz bir yol var mıdır? Bu soruya bir alıntı ile cevap vermek isterim:
“Oyun denilen şey, nesnel gerçeklik içinde yeni gerçeklik alanları açabilen, rastlantısal, geçici ve gerilimli ilişkiler yaratan birtakım ortak anlaşmalardır” (Yılmaz, 2022, s. 108). Oyun oynayan insan, gerçekliği bozup değiştiren, rol yapan, sanat yapan ve kendi kimliğini askıya alabilen bir varlıktır (Huizinga, 2021).
Metaverse, “oyun” diyebileceğimiz bir ortamın temeline oturuyor. Bir kurgu ne kadar oyun unsuru içeriyorsa, bizi mevcut gerçekliğimizden o kadar uzaklaştırma; öte yandan kimliklerimizi o kadar esnetme kapasitesine sahiptir. “İyi de burada oyunun nasıl bir rolü var” sorusuna ise Campagna ile yanıt arayabiliriz:
Gerçeklik düzeninin günümüzdeki formuna “teknik” adını veren Campagna, bir alternatif olarak belirli bir gerçeklik sistemini kucaklamanın iyileştirici sürecine “büyü” demeyi seçer. Oyunsa betimlenemezliği, tanımlanamazlığı ve bir alternatif sunabilme özelliği ile Campagna’nın “Teknik”inin ve “Büyü”sünün ortasında bir yerlerde duruyor.
Her şeyin başka bir şeye dönüşebilir olduğu bu çağa Campagna, metafiziksel nihilizm çağı adını veriyor. Şeylerin artık elle tutulamaz bir buluta dönüşebildiği aşikâr, fakat başta bahsettiğimiz şu kafe sahnesine geri dönelim ve kimliklerimizi düşünelim. Kimliklerimiz de bir buluta asılıyor adeta ve bu durum onları metalaşmaktan (katılaşmaktan) ziyade bizim dönüştürebileceğimiz hale getiriyor. Eski anlamların yitimine nihilizm denilebilir elbette. Fakat daha da önemlisi, bütün bunlar yine birilerinin tasarladığı bir dünyada, birilerinin belirlediği bir ortamda gerçekleşiyor. Anlamlar bizim tarafımızdan üretilmiyor. Bu yüzden belki de kullanandan çok tasarlayan ve kendi anlamlarını üretebilen olmanın önemi bu çağda daha çok ön plana çıkıyor. Bunun da yolu, kendimizi “persona”larımızdan ibaret görmemekten geçiyor.
Sözü Geçen Çalışmalar
Campagna, F. (2021). Teknik ve Büyü: Gerçekliğin Yeniden İnşası. (B. Arpaç, Çev.) İstanbul: Vakıfbank Kültür Yayınları. / Huizinga, J. (2021). Homo Ludens. (M. A. Kılıçbay, Çev.) İstanbul: Ayrıntı. / Yılmaz, E. A. (2022). Sekizinci Sanat Oyun: Homo Ludens’in Metaverse Yolculuğu. İstanbul: Destek.