‘’Çok alışkın olduklarımızda dahil, bir şeylerin yapısını çözümlemek yada çözümlemeye çalışmak yerleşik yargılarımızı kırmamıza yardımcı olur, böylece aynı şeylere tamamen farklı açılardan bakabiliriz. Mimara biçilen rol, karşısına çıkan her şeyi olduğu gibi kabul etmemektir. Kendimiz çok daha iyi bir çözüm bulacakken neden başkalarının fikirleri ile sınırlanalım. Kısıtlamaları fırsata dönüştürmek kalıpların dışında düşünmemize yardımcı olur’’
Ancak Mimarlığın entelektüel bir uğraş, özelliktede eleştirel bir entellektüel uğraş olabileceği ne yazıkki yaygın bir görüş değil.
Türkiyede mimarların, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri verdiği meslekleşmek ve böylece saygınlık görmek için verdiği mücadele düşünülürse, kendimizi tıpkı Doktorlar, Avukatlar, Mühendisler gibi sadece bilimsel ve teknik bilgilere dayanarak problem çözen, hizmet veren meslek adamları gibi göstermeye çalışmaları pekte şaşırtıcı sayılmaz. Sokaktaki adamın özellikle doksanlı yılların sonuna kadar çoğu kez mühendisle mimarı eş anlamlı olarak kullandığını ve buna bir eleştirmen yada sanatçı kimliğinden veya niteliğinden çok daha fazla saygınlık atfettiğini çoğu kez yaşadık.
Eleştirel düşüncenin hiçbir zaman yerleşmediği , pozitif düşüncenin hakim bir ideoloji olarak kabul edildiği ülkemizde maalesef yukarıda belirttiğim meslek anlayışı kaçınılmaz olmuştur. Aynı zamanda hem teknik, hem kültürel, hemde politik bir mesele olan Mimarlık, parçalarına indirgenip sırasıyla uygulamacı mimar. Akademisyen ve politikacı gibi tiplere ayrışmış ve bunların kendi alanları dışında düşünce üretmelerine kuşku ile bakılmıştır.
Bu durumda Mimarın ve Mimari düşüncenin, problem çözmekten öte, problemin sınırlarını zorlayan, eleştiren ve yeniden tanımlayan bir rolü olabileceği başka bir deyişle Mimarlığın bir meslek olmaktan çok daha geniş bir disiplin olduğu gerçeği fazla itibar görmemektedir.
Mimarlık Vitrivius’un tanımladığı üç geleneksel mimari öge olan kullanışlığı, sağlamlığı ve estetiği, hoşluğu içerdiği andan itibaren karmaşıklık ve çelişki demektir. Mimarlık kuramı her zaman üstü örtülü olarak iki tarih yorumundan birisine dayandırılmıştır. Birinci görüşte, tarihin bir kuşaktan gelecek kuşağa söylenceler ve yaşanmış doğrular biçiminde aktarılan kalıcı değerlerin deposu olduğu düşünülür ki bu görüşe, kabul gören düzgülerin, doğal yasalarınmı yoksa kültürel saymaca değerlerin mi sonucu oldukları sorusunu sormadan düzgüsel görüş adını verebiliriz. Öte yandan, tarihin, içindeki kültürel dizgelerinin yalnızca göreli bir doğruluk payına sahip olduğu bir evrim süreci olduğu görüşüdür. Bu görüşe göre bir dönemde mutlak doğru olan bir şey bir sonraki dönemde rastlantısaldır. Böylece her dönem kendini doğrulayan bir değerler dizgesini diker orta yere. Bu görecelik görüşü, örnek alınacak bir geçmiş yerine ütopik bir gelecek düşüncesini gerektirir ve tarihe bir amaç bir erek (Telos) işlevi yükler. Ancak bu iki tarih görüşüşünün her ikisi de, görülen uzlaşmazlıklarına karşın., öz yada kültür açısından birlikte yorumlanabilirler. Birinci görüşe göre düzgüler ya tarih dışı mutlak standartlar üzerine kurulmuşlardır, yadatarihsel kullanım üzerine kurulup , tarihsel kullanımla onaylanırlar. İkinci görüşte ise tarihsel evrim ya bir demir yasayla belirlenir, ki bu durumda insanın katılımı istenç dışıdır ve geçmişe ilişkin belleği olan bir topluma bağımlı değildir; ya da kültürel belleğin ve geleneğin temel rolü üstlendiği diyalektik bir süreç olarak görülür.
Ortaçağ ve Rönesans dönemi boyunca düzgüsel görüş, Aristo’cu ve yeni Platoncu kavramların karakterini taşıyordu. Yapının hem estetik hem de işlevsel boyutları tek bir ontoloji tarafından kapsanmıştı ki buna göre madde, bilgisini düşünceden alıyordu; mimarda deux artifex olarak, tanrının evreni yaratırken üstlendiği role benzer bir rolü yerine getiriyordu. Güzellik kavramı matematik, müzik ve doğa yasalarının ayrılmaz parçasıydı. Yapıda uyumu doğuran geometrik ve oransal şemalar nesnelerin hem dış görünüşlerini hemde nedenlerini denetleyen yasalara dayandığı için, aynı zamanda yapının sağlamlığınada katkıda bulunuyordu. Bu görüş 18 yüzyılda tamamen ortadan kalkmasa bile temelden değişim geçirdi. Sanayi devrimi ile birlikte Mimarlık, kaynağını artık kutsal metinlerin otoritesinde aramıyordu. Bunun yerine çağdaş uygulamalara kuramsal bir temel oluşturmak amacıyla, tarihin varsayımsal olarak yeniden inşasına konu ediliyordu.