Mustafa Necati Bey’i anıyoruz

Bildiğimiz üzere “Asri Mezarlık” farklı din anlayışına sahip kişilerin defnedildiği mezarlıktır. Asri Mezarlıklarda Şehitlik ve kimsesizlerin defnedildiği “garipler” bölümü de bulunmaktadır. İlk Asri Mezarlık Başkent Ankara, Altındağ’da yer almaktadır ve adı Cebeci Asri Mezarlığı ’dır.

1930‘lu yıllarda ilk olarak Başkent’te yapılan mezarlıkta 2000 yılı verilerine göre mezar sayısı 220 bin olarak açıklanırken, en büyük bölümü Müslümanlar için ayrılmıştır. Geri kalan bölümlerinin ise Hristiyan ve Musevilere ayrıldığı da görülmektedir. Burada birçok siyasi ve bazı önemli kişilerin de mezarı yer almaktadır. Milli Eğitim Bakanlarımızdan (o dönemde; 1923 – 1935  “Maarif Vekâleti”) 1 Ocak 1929 günü çok genç yaşta – henüz 35 yaşında – vefat eden Merhum Mustafa Necati Bey (UĞURAL), da burada yatmaktadır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında, İstanbul’da Osmanlı Hükümetinin; “Maarif Nezareti” , Ankara’da ise TBMM Hükümetinin; “Maarif Vekâleti ” olmak üzere iki eğitim bakanlığı bulunmaktaydı.  23 Nisan 1920’de TBMM ‘nin açılmasından kısa bir süre sonra, 2 Mayıs 1920 gün ve 3 sayılı Kanunla kurulan ve on bir vekâletten oluşan “İcra Vekilleri Heyeti’nde (Bakanlar Kurulu) Maarif Vekâleti de bulunmaktaydı.

Milli Eğitim Bakanlığımız Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu güne kadar aşağıda belirtilen isimler altında çalışmalarını sürdürmüştür:

1923 – 1935 yılları arasında “Maarif Vekâleti”, 1935 – 1941 yılları arasında “Kültür Bakanlığı”, 1941 – 1946 yılları arasında “Maarif Vekilliği”, 1946 – 1950 yılları arasında “Milli Eğitim Vekâleti”, 1950 – 1960 yılları arasında “Maarif Vekâleti”, 1960 – 1983 yılları arasında “Milli Eğitim Bakanlığı” 1983 – 1989 yılları arasında “Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı”.

1989 yılından günümüze kadar da  “Milli Eğitim Bakanlığı” adıyla çalışmalarını sürdürmektedir.

Mustafa Necati Bey (UĞURAL) , 20 (veya 24) Aralık 1925’ten vefat tarihi olan 1 Ocak 1929’a kadar sürdürdüğü 4 (dört) yıllık Maarif Vekâleti Vekilliği döneminde yaptıkları ile Türk eğitimcilerinin unutulmaz Bakanlarından olmuştur. Bu dönemdeki çalışmaları ile ATATÜRK ‘ün ülkülerini hayata geçirmek için sağlığını bile hiçe sayarak çalışmalarını sürdüren Mustafa Necati Bey; ATATÜRK ‘ün 24 Mart 1923’te Kütahya’da ortaya koyduklarını hayata geçirmek için geceli gündüzlü bir avuç idealist insanla çalışmış ATATÜRK ise Kütahya söylevinde şöyle demişti;

…”Toplumumuzu geleceğe, mutluluk hedefine ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu diğeri milletin geleceğini yoğuran irfan ordusu… Biz birinci orduya malikiz… Amacımız bu ordunun zaferi ile sona ermiş değildir. Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça… Zaferlerin olumlu sonuçlar vermesi mümkün değildir.”

ATATÜRK, yine Bursa’da 27 Ekim 1922’de Şark sinemasında yaptığı söylevinde:

-…”Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ordularınızın zaferi için yalnız zemin hazırladı. Hakiki zaferi siz kazanacak ve sürdüreceksiniz. Ve kesinlikle başarılı olacaksınız. Ben ve sarsılmaz imanla arkadaşlarım sizi izleyeceğiz. Ve sizin karşılaşacağınız engelleri kıracağız,” demişti. O sıralarda bir gazetecinin ATATÜRK ‘e:

—“İşte memleketi kurtardınız. Şimdi ne yapmak istersiniz?

Sorusuna verdiği cevap şöyle olmuştur:

-…”Milli Eğitim Bakanı olarak milli kültürü yükseltmeye çalışmak, en büyük emelimdir!”

ATATÜRK ‘ün bu kadar önemli gördüğü Milli Eğitim Bakanı (Maarif Vekâleti Vekilliği’ni) teslim ettiği kişi Mustafa Necati’dir ve Cumhuriyet’in ve onu izleyen devrimlerin yerleştirilmesinde, eğitimli ve belirleyici bir etken olarak gördüğü de bilinmektedir.

Mustafa Necati Bey’in başarısında kişisel özellikleri, yetiştiği koşullar, genç yaşta üstlendiği askeri ve sivil görevler ve özellikle Kurtuluş Savaşı ortamında yüklendiği sorumlulukların etkisi vardır. O, Öğretmenliği ve öğretmen örgütçülüğü sırasında öğretmenleri ve halkı yakından tanıma olanağı bulmuştur. Kurtuluş Savaşı, Ona insanımızı tanıması açısından bulunmaz fırsatlar yaratmıştır. Necati Bey’in önemli bir şansı da, Şeyh Sait İsyanından sonra hükümette görev üstlenen genç kadro içinde yer almasıdır. Laik Cumhuriyetin kültürel temellerinin oluşturulması ve bunun vatandaşlara eğitim yoluyla kazandırılması konusunda başta ATATÜRK olmak üzere “Kuvay-ı Milliye” kadrosunun tam desteğini almış olması da kuşkusuz başarısının önemli bir etkeni olmuştur. Onun 4 yıl kadar kısacık Bakanlığı döneminde yaptıklarını kısaca bir göz atarsak:

1-Bakanlık Merkez örgütü genişletilip geliştirildi.

2-Talim Terbiye Kurulu ve Maarif Eminlikleri kuruldu.

3-822 sayılı yasa ile ortaöğretim parasızlaştırıldı.

4- Öğretmen okullarının yapıları için yardım yasası ile bu okullar geliştirilmeye ve yeni öğretmen okulları kurulmaya başlandı,

5-1926’da ilk kez köy öğretmeni yerleştirildi.

6-Gazi Orta Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsü kuruldu.

7-823 sayılı yasa ile okul kitapları Bakanlıkça bastırıldı ve parasız dağıtıldı.

8-1 Kasım 1928’de dünya ve tarih çapında büyük bir kültür devrimi yasallaştırıldı, Yeni Türk “ABC” si kabul edildi.

9-Millet Mekteplerinin bütün hazırlıkları bitirildi.

Üstteki fotoğrafta aziz hatırası daima gönlümüzde yaşayacak olan Başöğretmen ATATÜRK, Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey ile Ankara’da, 11 Mayıs 1928 günü Beden Eğitimi Şenliği’nde görülüyor.

Şüphesiz Mustafa Necati Bey’in 1 Ocak 1929 günü çok genç yaşta – henüz 35 yaşında — vefatı yurdun her köşesinde büyük bir yasa yol açmıştır. Başta ATATÜRK olmak üzere tüm devlet adamları, milletvekili arkadaşları, aydınlar ve onun çok sevdiği öğretmenler derin acılarını demeçler, konuşmalar, yazılar ve şiirlerle dile getirmişlerdir.

İsmet İNÖNÜ ‘de Başbakan olarak Mustafa Necati Bey mezarı başında bir konuşma yaparak şunları söylemiştir:

—“Cumhuriyet evlâtlarının vazifeleri, bu Vatanın, cihan vatanı içinde, passız bir çelik, medeniyetin ümranı ve nimetleriyle bezenmiş bir bahçe, ilmin, fennin, kültürün yüksek mazhariyetlerine ermiş vatandaşlar yuvası olması için çalışmak, uğraşmak, mücadele etmektir. Bu yolda hiçbir müşkül tanımıyoruz. Bu uğurda hiçbir emeği, hiçbir hayatı, hatta baharına doymadan sönse gene çok görmüyoruz. Bilhassa milleti ce haletten kurtarmak, Türk Harfleriyle yeni bir nur ve kültür hayatına girmek azim ve kararında samimiyetimiz, ısrarımız ve sarplığımız sarsılmaz bir haldedir.

İnkılapçıların ölürken kalanlardan, yeni yeteneklerden bir tek dileği vardır: Cansız bileklerinde sallanan vazife bayrağını kavrayıp daha yüksekte dalgalanmasıdır.

Necati, aziz Necati dileğin yerine getirilecektir.”

Mustafa Necati Bey’in 1894  İzmir’de doğduğunu amcasının oğlu emekli vali Ragıp UĞURAL ‘dan öğreniyoruz.

Sayın UĞURAL;

—“Biz aslen Darendeliyiz. Sekizinci batından torunları olduğumuz dedemiz, Revan Kalesi muhafızı Darendeli Müşir Hacı Hüseyin Paşa, vazife ile bulunduğu Şanlıurfa, Gaziantep, İzmir, Kadirli ve Darende’de Vakıflar tesisi etmiştir. Babam Namık Bey, Gaziantep vakıflarını yönetmek için bu şehre yerleşmiş; ben Gaziantep’te doğmuşum. Amcam Mustafa Necati’nin babası Halit Bey ise İzmir vakıflarını yönetmek için İzmir’e gelmiş Mustafa Necati de 1894 yılında İzmir’de doğmuştur.”

Üç yıl Mustafa Necati Bey’in müsteşarı olarak çalışmış olan Rıdvan Nafiz EDGÜER Bey Mustafa Necati Bey’in vefatı üzerine yazdığı “Necati’nin Ölümü” başlıklı yazısında ise:

Geçen Cumartesi günü odamıza uğradığı zaman karnını ovuşturuyor ve sağ taraftaki sancıdan şikâyet ediyordu; yüzünde ıstırabını ifade eden bir solgunluk vardı. Fakat kimin hatırına gelir ki feci bir ölümle neticelenecek sinsi bir hastalığın başlangıcıdır.

Pazar günü hastalığının apandisit olarak teşhis edildiğini Vekâlete gelemeyeceğini öğrendik; ziyaretine koştuk. Yatakta sırt üstü ve hareketsiz yatıyordu; yüzü kıpkırmızı ve gözleri kanlıydı. Odanın boşluğu evin hazin sessizliği, doktorların telaşlı hareketleri bana birer tehlike işareti gibi geldi; beynime me’sum bir şüphenin ateşten tırnakları saplandı. Yanından ayrılırken kapının yanına bir saniye durdum ve ona tekrar baktım; gözlerimiz karşılaştı; bakışımdan endişemi anladı mı bilmem, fakat gülümsedi ve ruhumu saran karanlığın dağılması için tebessüm kâfi geldi. Kendi kendime “hayır” dedim, ölüm ona dokunmaya cesaret edemeyecek.

Pazartesi günü Sıhhat Yurduna nakledildi. Ameliyat yapıldı, tehlikenin önüne geçildiğini zannediyorduk. Fakat Salı günü, onun bir aydan beri sabırsızlıkla beklediği gün, en ulvi emellerinden birinin tahakkuk edeceği “Millet Mekteplerinin açılacağı gün acı hakikatle yüz yüze geldik. Meğer yeni yılın ilk fecri Ankara’nın ufuklarını ağrıtırken Sıhhat Yurdunun küçük bir odasında Türk inkılabının en parlak yıldızı sönüyor, üstüne titrediğimiz mert ve asil genç son saatlerini yaşıyormuş.

Ölüm onun etrafında gizlice ağını örmüş, fen bu ağı parçalamak için son kudretini sarf ettikten sonra aczini anlayarak çekilmiş ve onu kanı zehirlemiş, kuvveti tükenmiş olarak ölümle baş başa bırakmıştı.

Öğle vakti Vekâletin bahçesi önünde iki otomobil durdu, otomobillerden yüzleri sapsarı ve gözleri yaşlı üç arkadaş hıçkırarak indiler ve bize titrek ve olgun bir sesle kara haberi verdiler:

“Necati’yi kaybettik.”

Demek Necati’yi kaybettik, Necati öldü öyle mi? Eyvah… O, ne kudretli ve hayat dolu bir gençti!

Vücudu, tunçtan bir kuvvet heykelini andırıyordu; gür sesi, kayaları önüne katan bir sel gibi uğurladı, şen kahkahaları kulaklardan gönüllere bir çağlayan gibi dökülürdü; kalbi etrafındakilere ümit ve heyecan dağıtan taşkın bir kaynaktı.

Üç gün içinde o heykel nasıl çöktü, o sel nasıl sustu, o çağlayan nasıl kurudu, tükendi! Bu havsalaya sığan bir şey değildi. Necati, çok aziz ve sevgili arkadaş, ufulüne nasıl inanabilirdik ki sana hiç yaraşmayan ölümdü!

2 Kanunusani (Ocak) Çarşamba günü…

Hastahanenin bahçesindeyiz. Duvarın yanında Türk Bayrağına sarılı bir tabut duruyor. Bahçenin içerisinde mahzun ve elemli bir kalabalık var. Hepsinin kalplerindeki derin acı yüzlerine vurmuş.

Saat on buçuk…

Kalabalık kımıldanıyor ve tabut muallimlerin ellerinde başların üzerinde yükseliyor! Sonra matemli bir insan akışı ve Necati’ye onu gönülden sevenlerin beslediği cenaze marşı: Hıçkırıklar!…

Yenişehir caddesindeki köprünün üzerinde duruyoruz. Kalabalık yolun iki tarafına çekiliyor ve çok sevdiği Türk askerleri omuzlarında silahları tersine asılmış, onu son defa selamlıyor. Tabut otomobille yerleştiriliyor.

İşte mezarlığa geldik…

Tabut musallanın üzerine indirildi, şimdi garp cephesi kahramanının erkek sesini işitiyoruz; Necati’yi anlatıyor, ne güzel ve ne canlı anlatıyor, Necati tamamen odur. Sevgili Başvekilin anlattığı adamdır. İzmir’in varlığı hiçbir kirli benek taşımayan, gözleri yıldızlarda olan temiz, mefküreci ve yiğit çcuğu!…

Harp meydanlarının şanlı ve muzaffer kumandanının sesi nutkunun sonuna doğru teessürden titremeğe başladı. O vakit göğüsler boşanmak için kabardı ve gözlere mendiller kapandı.

Mehmet Emin, uzun bir hıçkırığa benzeyen heyecanlı hitabesini söylerken bana öyle geldi ki Necati, kuvvetli ve dinç omuzlarıyla tabutun kapağını fırlatıp atacak, geniş göğsünü göklere kanat açmak isteyen bir şahin gibi gererek haykıracak: “Susunuz aziz dostlar, sevgili arkadaşlar! Ölümü yendim ve işte hayata dönüyorum!…” Heyhat! Tabut yerinde duruyor, feryat ve iniltilere cevap gelmiyor…

Son dakikalar!…

Artık onu mezara bırakıyoruz. İki ay evvel annesinin henüz çiçekleri kurumamış mezarının yanında açılmış dar bir çukur!… Necati ebedi uykusunu bu karanlık çukurda mı uyuyacak… Dar ve karanlık yerleri sevmeyen, nura ve enginliğe aşık olan canlı ve hareketli Necati buraya nasıl sığacak!…

Onun ağır ağır indirildiğini görüyoruz, gözlerimiz yaşla buğulu… Taşla kesilmiş gibiyiz… Tabut yerleştirildi, kürekler çukuru doldurmaya başladı ve bira sonra çelenklerle örtülü küçük bir toprak yığını belirdi; Necati’nin maddi varlığından yer yüzünde kalan biricik işaret!…

Kalabalık ağır ağır dağıldı. Ve biz, üç yıl onunla en samimi bir dostluk havası içinde yaşayan, onun heyecanlarını, emellerini paylaşan, necip maneviyatından gıda alan mesai arkadaşları ayrılmadan evvel mezarının etrafında bir muhabbet ve hürmet halkası olduk. Ve onu son defa olarak selamladık. Allah’a ısmarladık Necati, Büyük liderinin sana hitabeden son sözleri bizim yeminimizdir. Cansız bileklerinde sallanan vazife bayrağını kavrayıp daha yükseklere dalgalandıracağız… Ve senin dileğini yerine getireceğiz.”

Faruk Nafiz Çamlıbel, “Efemin Ölümü” adlı şiiriyle seslenirken,

-El idi ekber eyledi, biz matem eyledik-                                                                                                                                          Nasıl sel olmasın halkın gözyaşı, Kara bir çevredir bulutlar aya;

Dağlara yaslansa efemin başı Ayağı değerdi hemen ovaya…

Hasan Ali Yücel ise Aziz Necati’ye başlığıyla seslenmiş;

O levent cüssenle hayattın, candın; Neş’eydin, kudrettin ve heyecandın;                                                                                  Bu kara toprağa nasıl uzandın; Ölüm mü oraya koyan başını?                                                                                                    Saymadı mı yoksa ecel yaşını?…

Ruhu Şad Olsun.

Eksiklikler benim fazlalıklar daha önce emek verenlerindir. Bir başka yazımda görüşmek üzere esen kalınız.