NURETTİN ÇELMEOĞLU YAZI AİLEMİZDE

NURETTİN ÇELMEOĞLU YAZI AİLEMİZDE

Adana ve Çukurova Basının önemli isimlerinden birisi olan, Araştırmacı- Yazar ve Gazeteci Nurettin Çelmeoğlu, bundan böyle haftalık yazıları ile, okurlarımızla buluşacaktır. Geçmiş yılların önemli olaylarını ve yaşanmışlıkları, yazıları ile günümüze taşıyacak olan Nurettin Çelmeoğlu’na, yazı ailemize “ HOŞGELDİN” diyoruz.   Sayın Nurettin Çelmeoğlu’nun ilk yazısı olan “SITMA AĞACI” aşağıdaki gibidir.

Araştırmacı Yazar Nurettin Çelmeoğlun’dan  Adana Klasiği:

“SITMA AĞACI”

Dut ağacından dut, elma ağacından elma yeriz. Kiraz, vişne, armut, erik, kayısı ve daha nice ağaçlar, adlarındaki meyveden nasiplendirir. Ya sıtma ağacı? Sıtma diye bir meyve yok ki!.. O zaman ne diye sıtma ağacı demişler, taktık kafaya.

Eskiden çok daha fazlaydı. Yıllar içinde azaldıkça azaldı. Bana göre oldukça yakışıklıdır Sıtma ağacı. Mahalle aralarında, yolda, meydanda, avlularda boy gösteren, iri yarı, uzun boylu, ince uzun ve zarif yapraklı ağacımızdır. İlkokulum Millimensucat’ın bahçesinde, Doğu duvarı boyunca çift sıra dikilmiş sıtma ağacı sayısı en az kırk kadar olmalıydı. İki sıra arsında çift kale futbol oynardık.

Komşumuzun avlusunda da vardı. Rüzgar estikçe kasnaklı kuş (uçurtma) saçağı gibi salınan yapraklarının çok tatlı, dinlendirici ve hüseyni makamındaki ahenkli sesi dalga dalga yayılırdı. Ara sıra bu ağacın minicik tomurcuğunu koparır, düz yüzeyde fırıldak niyetine çevirirdim. Hepsi bu değil, yapraklarından da iki şekilde yararlanırdım. Birincisi, katlayıp üst üste gelen parçaları dişlerimin arasında sabitleyerek üflemek; çok özgün ve düzgün düdük sesini öyle çıkarırdım. İkinci yararını da, hafif hafif çiğneyerek ferahlatıcı koku ve tadıyla ağzıma, nefes boruma ve oradan akciğerime kadar bayram yaptırmak suretiyle görürdüm.

Komşumuz, sık diyebileceğim aralıklarla budadığı dalları odun olarak kullanırdı. Akşamüstü ev halkı gölgesine savan-minder sererek sohbet ederler, gün batmak üzereyken de yer sofrasını hazırlarlardı.

Eski İstasyonda, Hacıbayram yakınlarında, Kocavezir’de ha bire meyve sandığı çakan işletmeler vardı. İnleyerek de olsa hiç durmadan dönen hızarda kesilmiş ince, yassı tahtalar, sayısız delikanlıya dağıtıldıktan sonra kısa sürede sandık haline getirilirdi. Sandıkçıların iki hünerine hayret etmişimdir; ilki, bir avuç çiviyi ağızlarına veya dudak arasına alabilmeleri, diğeri de teker teker ama çok seri hareketle aldıkları çivileri daha tahtaya dokunurken tek çekiçle sonuna kadar gömebilmeleri… Abartmıyorum, bir sandık için harcanan süre iki dakika kadar ya tutar, ya tutmazdı.

Yeni kesilen tahtanın kokusu ile sandık işçilerinin becerisini seyretmek hoşuma giderdi. Yine izlerken dalıp gittiğim bir gün tahtalardaki kızıl motifler ilgimi çekti. Ustabaşı gibi dolaşan abiye sordum; “Kariptos böyle olur” dedi. Anlamsız bakmış olmalıyım ki, “Kariptosu bilmiyon mu yav? Hani var ya sıtma ağacı, o işte, sıtma ağacı…” Benim için büyük keşif, büyük yenilikti. Sıtma ağacının asrî adının kariptos olduğunu öğrendiğim için mutlu ve gururluydum. Kariptos’u başkalarından da işitedururken bir de Okaliptüs çıktı ortaya seneler sonra. A-aaa, o da sıtma ağacıymış. Neyse, ilim irfan arayanlara kaynak çok; daldık derya-deniz gibi sayfaların arasına, en hakiki ama Frenkçe isminin Okaliptüs olduğunu öğrendik.

Giderilen her merak başka merakların kapısını açıyor olmalı ki, bu kez de neden “Sıtma Ağacı?” sorgu ve suali ile halvet oldum. İyi ki de olmuşum ki, adının sırrını şakkadanak çözdüm. Anlatayım; bu Okaliptüs hazretleri, adına kariptos ta desek, sıtma ağacı da desek, yüreği yanık ağaçmış. Suyu içtikçe içer, içer yine doymazmış. Mabalı (vebali) söyleyenlerin boynuna, bir günde 400 kilodan 1200 kiloya kadar su tüketebilirmiş. Bu niteliği yüzünden, getirip bataklıklara dikmişler ki, sivrisinek yuvalarını kurutsun, böylece sıtma illeti de bataklıkla beraber kurusun. İşe yaramış. Epeyi bir bataklık sıtma ağacı sayesinde kurumuş.

Bölgemize gelişi 1885 senesine bağlanır. Adana-Mersin Demiryolunu yapan Fransız ecnebisi, hat boyunca binlerce sıtma ağacı dikmiş. Ağacın görünüşünü, çabuk serpilişini, yaprağının şifasını, rüzgardaki hışırtısını sevenler de buldukça dikmişler bir yerlere.

Bildiğim en geniş okaliptüs ormanı Tarsus’ta. Bir vakitler Tarsusluyu kırıp geçiren sıtmaya karşı, o zamanki adı Aynaz Bataklığı olan sulak alana, sallar üstünden fidan atarak git-git bitmez orman yapmışlar ve sinekten kurtulmuşlar. Sinek olmayınca, sıtma da olmuyor ya, işte, bu ağacın adı da buradan geliyor…