Ophthalmology Life 2018 27. Sayı
Türk Oftalmoloji Derneği (TOD) genel sekreteri ve katarakt, refraksiyon cerrahisi birimi başkanı Prof. Dr. İzzet Can, edebiyattan psikolojiye, nörobilimden ekonomiye, sinemadan müzikale uzanan entelektüel dünyasıyla, akademik kimliğini birçok kamu ve özel hastanenin göz kliniklerinin kuruculuğuyla harmanlamış, Oftalmoloji de tüm kariyer basamaklarını başarıyla çıkmış bir isim.
Oftalmoloji dünyası sizi bilimsel çalışmalarınız ve projelerinizle tanıyor. Peki, özel hayatınızda nasıl bir kişiliğe sahipsiniz?
Esasında bir insanı başkasının tanımlaması daha doğru… Çünkü kendi değerlendirmemiz, zaaflar içeriyor olabilir. Hiçbirimiz kendimizi çok iyi tanımıyoruz, kuvvetli ve zayıf yanlarımızı çok iyi bilmiyoruz. Yine de birtakım verilerle insan kendini değerlendirme olanağı bulunuyor. Bu çerçevede, ev hayatımda kişiliğimin daha doğal, daha çocuksu bir yönünün olduğunu
söyleyebilirim. İş yaşantımda ise yüzü nispeten gülen, yumuşak karakterli bir mizaca sahibim; eskilerde kimseyi azarlamadığım, kimseye kızmadığım için asistanlarım tarafından “sert hoca” olarak tanımlanmadığımı düşünüyorum ve sevildiğimi sanıyorum. Mizacımın bu özelliği nedeniyle, çok kolay “evet” diyebilirim ya da “hayır” diyemem. Ama yaşantımda, bu durumun yol açtığı sıkıntıları da çok çekmişimdir. Gerektiğinde, “hayır” diyebilmenin, önemli bir meziyet olduğuna inanıyorum. Galiba şimdilerde bunu biraz öğrenmeye başladım.
Türkiye’de sağlık sektörünü doktorların çalışma olanakları açısından
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hastaların tedavisini gerçekleştirmek, çok yoğun ve gergin bir iş. Hekimler ameliyattan kaynaklanan stresi yaşamalarının yanı sıra, hastaya ve hasta sahiplerine durumu izah etmenin güçlükleriyle karşılaşır. Türkiye, hasta hekim ilişkilerinde giderek bozulan bir sisteme sahip: Özet, hastanın hekime saygısı kalmadı, hekimin hastaya yaklaşımı farklılaştı; sıkıntılı bir ilişki biçimi oluştu. Özellikle, Malpraktis yasalarıyla hekimi zor durumda bırakan, açmaza sürükleyen, çaresiz bırakan sağlık idaresinin yarattığı sorunlar, hekimliği bugün Türkiye’de gerçekten çok zor yapılır bir meslek haline getirdi.
BİRÇOK GÖZ EĞİTİM MERKEZİNİN KURUCUSU
Mesleki hayatınızda hangi aşamalardan geçtiniz?
“Hayat, insanları bir yerlere savurur” sözü, her ne kadar gençken anlaşılamasa da hayatın akışını çok iyi özetliyor. Bana nasip olan hayat için, Allah’a çok teşekkür ediyorum. Yaşantımda, oftalmoloji alanında sahip olunabilecek tüm kariyer aşamalarında bulundum. Ankara Numune Hastanesi’nde başasistanlık, doçentlik, klinik şef yardımcılığı gibi görevleri üstlendim; şaşılık ve oküloplastik birimlerinin kuruculuğunu yaptım. Sınavla klinik şefi olduktan sonra üç eğitim kliniği kurdum. Klinik şefi olarak, 2001’de Trafik Hastanesi olarak bilinen Dr. Muhittin Ülker Acil Yardım ve Travmatoloji Hastanesi Göz Kliniği’nin ve 2004’te Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2. Göz Kliniği’nin kuruculuğunu yaptım. 2011
yılında, Göz Hastalıkları Profesörü oldum. Aynı yıl, Bozok Üniversitesi’nde Anabilim Dalı Başkanı olarak çalıştım, burada da bir göz kliniği kurdum ve 2013 yılına kadar yönettim. Ankara Özel Maya Göz Merkezi’nde 2013-2015 arasında, 2016 yılı boyunca da Ankara Keçiören Dünya Göz Hastanesi’nde Başhekim ve Tıbbi Direktör olarak görev yaptım; aynı zamanda kuruculuğunu üstlendim. Şimdi de 2017’den itibaren mesleğimi muayenehanemde yürütüyorum.
YENİ MUAYENEHANE ANKARA ÇUKURAMBAR’DA BİR PLAZANIN 11. KATINDA
Yoğun çalışma temponuz içerisinde, muayenehane açma kararını nasıl aldınız, bu süreç nasıl gerçekleşti?
Ankara’da başasistan olarak görev yaparken, rahmetli hocamız Prof. Dr. Cahit Örgen, bir gece toplantısında “Muayenehane özgürlüktür. Ben, Göz Bankası’nın ana bilim dalı başkanıyım ama özgür olduğum tek yer muayenehanemdir. Kendinizi en çok geliştirdiğiniz yer muayenehanedir. Muhakkak muayenehane açın” demişti. Bu sözü, hiçbir zaman unutmadım. Birinci muayenehanem, Ankara’da Tunalı Hilmi Caddesi’ndeydi. Klasik
anlayışta bir şıklığı vardı. Şu anki muayenehanemi Çankaya Çukurambar’da açtım, bu sefer minimalist bir tarzı var. Burası aynı zamanda iş merkezlerinin yoğun olduğu Ankara’nın muayenehanelerle gelişen bir bölgesi…
Muayenehane sizin için ne ifade ediyor?
Gerçekten de muayenehanede çalışmak hekime mutluluk veren bir şey. Muayenehaneler, hastaların hekime rahatlıkla dertlerini anlattığı, hekimin istediği kadar zaman ayırabildiği, hasta açısından çok ilginç ayrıntıların tespit edilebildiği, çok yararlı bir butik hizmet türü. Boş kalmak, beni rahatsız eder; fakat muayenehaneyle birlikte; özel bir hastanede görev yaparken olanak bulamadığım diğer çalışmalarıma da zaman ayırabiliyorum. Türk Oftalmoloji Derneği’ndeki görevlerimi yerine getirebiliyorum. Mesleğimle ilgili yazılar
yazıyorum, projeler geliştiriyorum. Akademik çalışmalar kapsamında; şu anda
çok merkezli bir projenin koordinatörlüğünü yapıyorum.
Türk Oftalmoloji Derneği’ndeki çalışmalarınızdan söz eder misiniz?
Mesleğim ve görevlerim dolayısıyla, oldukça çok konuşma yapmam gerekiyor, birim içinde de aktivitelerim bulunuyor. Türk Oftalmoloji Derneği’nin 5 yıldır (TOD) Merkez Yönetim Kurulu Üyesiyim. Şimdi çok büyük çalışma ve sorumluluk gerektiren TOD Genel Sekreterliği görevine de başladım. Bu dönem ayrıca Seçilmiş Genel Başkan olarak benim için çok önemli bir hazırlık aşaması…
Medical Network Oftalmoloji dergisinin editör yardımcılığını uzun zamandır sürdürüyorum. Birçok yerli oftalmoloji dergisinin editörler kurullarında ve danışma kurullarında görev yapıyorum. Beş ayrı uluslararası dergide ise yayın danışmanlığı gerçekleştiriyorum. Oftalmik yayıncılıktaki 20 yıla uzanan deneyimimin yanı sıra, geçmişteki kamu ve özel hastanelerdeki deneyimlerim, Türk Oftalmoloji Derneği’ndeki görevimi yapmamda önemli katkıda bulunuyor.
İş yaşantınız dışında neler yapıyorsunuz?
İş dışındaki yaşantımı, başlıca üç konu başlığı altında ele alabilirim: Kitap okumak, sinema izlemek ve spor takip etmek. Meslek kitaplarımın dışında, edebiyat, psikiyatri, nörobilim, kişisel gelişim ve ekonomi ile ilgili kitapları tercih ediyorum. Aynı anda, çoğunlukla iki ya da üç kitap okuyorum. Bunların farklı konularda olması en az birinin İngilizce olması, birçoğunun çok satan popüler kitaplardan olması olayı daha zevkli hale getiriyor. Son dönemde ne tür kitaplar okuduğumdan birkaç örnek istiyorsanız, John Perkins’in “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları”, Carmine Gallo’nun “The Storyteller’s Secret”, Dale Carnegie’nin “How to Win Friends & Influence People”, Dan Brown’ın “Origin”, İlber Ortaylı’nın “Atatürk”, Lube Ayar’ın “Ne Şikesi Memleket Elden Gidiyor”. Ama bir de genel bir tavsiyede bulunun diyorsanız; Malcolm Gladwell’in tüm kitapları ile beni çok etkileyen Daron Acemoğlu ve James Robinson’un “Why Nations Fail” ini (Türkçesi de çoktan çıktı) çok öneririm.
TÜM OSKAR ADAYI FİLMLERİ İZLİYOR
Sinemaya yönelik ilginiz ne düzeyde?
Eşimle birlikte, tam bir sinema tutkunuyuz. Kışın haftada ortalama üç film izleriz. 20 yılı aşkın süredir Oscar adayı bütün filmleri, Oscar Töreni’nden önce, öncelikle ya sinemada, olmazsa DVD’yle izlerim. Oscar ödül Töreni’ni ise sabah saatlerine kadar takip ederim. Sinema çok farklı bir sanat dalı; bir koltukta dünyanın her yerine ulaşıyorsunuz. Gündelik hayatın sınırlarını aşan, rutinliğin dışına çıkaran, hayal gücünü geliştiren bir sanat… Kısaca hayattan bir büyü ile kopma eylemi…
Spor da hayatınızda önemli bir yer tutuyor olmalı?
Bir Fenerbahçe taraftarı olarak, basketbola yönelik tutkunluğum başladı. Fenerbahçe’nin basketbolda Avrupa Şampiyonu oluşundan sonra, basketbolu teknik yönleriyle de analiz ederek, izleyip mutlu oluyoruz. Bu nedenle, eşimle 2 yıldır nerdeyse sadece basketbol seyrediyoruz. Hatta “bana futbol banal gelmeye başladı” bile diyebilirim.
Televizyon programları izliyor musunuz?
Evde ister istemez televizyon programlarını izliyoruz. Bunun kötü bir alışkanlık olduğunu çok iyi biliyorum. Televizyon programları insanlarda bağımlılık oluşturuyor ama bağımlılığınız ne kadar az ise, mutluluğunuz o kadar artıyor. Söz gelimi televizyon programı izlemediğiniz geceler, daha mutlu bir şekilde uyursunuz. Bununla birlikte, Lost, Game of Thrones, House of Cards, Crown favori dizilerim oldu. Bu diziler, Hollywood senaryo yazarlarının son yıllarda gösterdiği etkileyici gelişime örnek diziler.
EĞLENCE VE MUTLULUK KAVRAMLARI KARIŞTIRILMAMALI!
Mutluluk anlayışınızdan söz eder misiniz?
Eğlence (fun) ve mutluluk (happiness) birbirinden farklı kavramlar. Eğlenceye dayalı bir aktivitenin insanı mutlu ettiği zannedildiği gibi doğru değil, sadece eğlenceli vakit geçirilmesini sağlıyor. Oysa mutluluk için biraz üretkenlik olması gerekiyor. İnsanın en mutlu olduğu an, bir şey ürettiği andır; örneğin insan birisine bir şey öğrettiğinde, makalesi
yayınlandığında, bir hastayı iyileştirdiğinde mutlu olur. Mizacımı tanımlamak açısından, eğlenceli bir hayattan çok uzak olduğumu, içki ve sigaradan uzak durduğumu belirtebilirim. Daha çok oftalmoloji kongrelerinde, meslektaşlarımızla bir arada olduğum zaman, içkili ve yemekli ortamlardan hoşlanıyorum.
Gezmeyi seviyor musunuz?
Gezmeyi çok severim. Mesleğim gereği, yurt dışına yılda ortalama 5 kez kongre için ya da gezi amacıyla gidiyorum. Kültür turizmi bilinçli yapılırsa, dünyadaki en güzel aktivitelerden biri… Yurt dışında ilk gittiğim yer, oftalmoloji çalışmaları için bursla 2,5 ay kaldığım Londra’dır.
En çok etkilendiğiniz ülkeler hangileri?
Yurt dışı gezilerimde en çok Mısır, Kudüs ve Norveç’ten etkilendim. Mısır’ı çok iyi bir rehber ile gezmiştik. M.Ö. 4-5 bin yıllarındaki eserleri gördüğünüzde etkilenmemeniz mümkün değil. İki kez gittiğim Kudüs, son derece mistik ve büyülü bir kent. Kudüs, 3 dinin çok temel, çok önemli unsurlarını bir arada bulunduruyor. Yine iki kez gezme olanağı bulduğum Norveç’te ise özellikle, Oslo-Bergen arası bölge doğa güzelliğiyle cezbediyor.
MÜZELER, MÜZİKALLER
Yurt dışında hangi etkinliklere katılıyorsunuz?
Yurt dışında gerçekleştirdiğim iki temel etkinliğim; müze gezmek ve müzikallere gitmektir. Londra’daki müzeler beni çok etkilemişti. Bazı müzelere birkaç defa gittiğimi hatırlıyorum. Gezilecek müzeyle ilgili ön hazırlık yapıldığında, görülen tablo ve heykeller izleyiciye anlam katar ve keyif verir. Daha önceleri, internetten müzelerle ilgili tüm bilgilere ulaşma olanağımız yoktu; ansiklopedi aracılığıyla sahip oluyorduk. Müzikale merakım da yine Londra’da başladı. Daha sonra, New York’ta önemli Broadway müzikallerinin hemen hepsini bazısı 6-7 kez olmak üzere izledim. Eşim ve ben müzikallere yönelik hem ciddi bir meraka sahibiz hem de izlemekten çok keyif alıyoruz.
Görmemizi tavsiye ettiğiniz müzikaller var mı?
Andrew Lloyd Webber’in Cats ve The Phantom of the Operası, ayrıca Abba müzikali “Mamma Mia”, “ Book of Mormons”, “Lion King” herkesi olduğu gibi beni de en çok etkileyenler. Bunlar çok popüler müzikaller, bazıları 20 yıldan fazladır sergileniyor. Müzikallerin en önemli özelliği, aynı gösterimi her izlediğinizde, aynı keyif ve heyecanı izleyiciye sunabiliyor olmaları.
Sizce müzikallerde öne çıkan unsurlar nedir?
Amerika’daki tiyatrolarda sahne düzeninin çok iyi kurulması ve oyun esnasında çok hızlı bir şekilde değişmesi mümkün oluyor. Bu durum, izleyicinin dikkatinin konudan çok gösteriye yönlenmesine yol açıyor. Sahne 20 metreden suya atlanılan bir havuz iken, anında parkeye dönüşüp hemen bir dans gösterisine sahiplik edebiliyor. Bu tiyatrolarda kullanılan teknolojinin nasıl geliştirildiğini, sahnenin teknik alt yapısını, gösterinin kreatif yönünü, eserin anlatım tekniğini, oyuncuların performansını analiz ederek değerlendirmeye başladığınızda, çok büyük bir keyif alıyorsunuz.
KUŞADASI’NDA TANIŞTILAR
Eşiniz de tıp doktoru. Eşinizle nasıl tanıştınız, ortak yönleriniz neler?
Ben, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, eşim Prof. Dr. Belgin Can ise, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu. İkimiz de Kuşadası’nda tatil yaparken 1981’de tanışmıştık. Eşim, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji Anabilim dalında öğretim üyesi olarak çalışıyor. Mesleğini tıp öğrencisi eğiterek ve kendi bölümü ile ilgili eğitim vererek sürdürüyor. Öğrencilerle birlikte çalışmak, insanı genç tutuyor. Onu başarılı bir öğretim
üyesi buluyorum, ders anlatmayı, öğretmeyi ve öğrencilerle ilişki kurmayı seviyor ve mutlu oluyor. Benim çalışma hayatımda ise hastalar var. Birinci önceliğimiz, hastalarımızı iyileştirmek. Eşimle farklı iki alanda çalıştığımız için, birbirimize anlatacağımız çok konu oluyor. İkimiz de eve iş getiren insanlarız. Başasistanlık dönemimde, eşimle ortak yayınlar yapıyorduk. Özellikle, oküloplastik ile ilgilendiğim dönemlerde; çeşitli ameliyatlar sonrasında, aldığım materyaller üzerine çalışıyorduk.
Kızınız Beliz Can’ın ismi eşinizin ve sizin isminizin birleşmesinden oluşuyor. Hoş bir ayrıntı… Kızınız hangi alanda çalışıyor?
Evet, Beliz; Belgin ve İzzet birleşimi bir isim. Zamanında bu ayrıntıyı yakaladık. Günümüzde, ebeveynleriyle çocukları arasındaki en büyük problemlerden biri, ebeveynlerin çocuklarıyla arasındaki bağların zaman içerisinde kopması… Biz bu bağı güçlü tutmaya çalışıyoruz. Beliz Bilkent hukuk fakültesi mezunu. 29 yaşında. Amerika’da hukuk alanında
mastır yaptı. Türkiye’de bir süre avukatlık yaptıktan sonra, mesleğinde mutlu olamadığı için, bir ilaç firmasında çalıştı. Sonra Galatasaray Üniversitesi’nde işletme mastırı yaptı. Kariyerini bu alanda sürdürmek için üçüncü mastırını halen Şikago’da yine işletme üzerine yapıyor. Sinema izlemeyi o da çok seviyor ve iyi bir kitap okuyucusu. O da çok okuyor ama ilgi alanlarımız farklı. Bizlere göre, bu jenerasyonun farklı özelliği, müthiş bir dizi seyircisi olmaları. Dünyada ne kadar farklı dizi varsa biliyor, seyrediyor, takip ediyor. Bu iyi bir
şey mi bilmiyorum.
Yeni kuşakların geleneksel kültürle bağını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz şehirde büyüdük ama anne ve babalarımızdan dolayı, geleneksel Türk kültürünü tanıdık. Yeni jenerasyon, bu kültürden bir kopuş yaşıyor. Bu durumun, “daha iyi mi?” ya da “daha kötü mü?” olduğunu yine bilemiyorum. Çünkü geleneksel kültürel birikimlerin de sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Bizim kültürümüze dair bazı özellikler çok da iyi
değil. Törpülenmesi, düzeltilmesi, daha çok hümanizmle, demokrasiyle, adaletle eklemlenmesi gerekiyor. Bir ülkenin demokrasiyle yönetilmesi, yalnızca, yöneticilerin getirdiği düzenlemelere bağlı değil. Toplumun ve insanların da bu konuyla ilgili bir demokrasi kültürünün olması gerekiyor. Bu konuda, ülkemizde ciddi sıkıntılar olduğu aşikâr. Dolayısıyla, kültürümüzü bu kavramlarla yoğurmamız şart. Sonuç olarak, ne kadar umut vadediyor bilmiyorum ama eğitilmiş yeni jenerasyonun dünyayı farklı algılamaları konusunda, ambivalan duygular içerisindeyim. Hem rahatsız oluyorum hem de “doğrusu bu” diyorum.
Ophthalmology Life 2018 27. Sayı