Yıllar önce, genç bir devlet okulu öğretmeni olan Angela Duckworth, öğrencilerini motive etmek ve kendi potansiyellerini fark etmelerini sağlamak konusunda zorluklar yaşıyordu. Öğretmenliğin ilk yıllarında sınıfta yaşadığı bu bocalamalar, yıllar sonra yapacağı araştırmalarını şekillendirecekti. Bugün Angela Duckworth’un ilham veren araştırmaları “çaba, motivasyon ve sürekli bağlılık” gibi temel sorulara odaklanıyor.
Duckworth’un en çok satanlar arasına girmeyi başaran “Azim: Sabır, Tutku ve Kararlılığın Gücü” isimli kitabı devlet okulundaki kariyerine dayanıyordu ve çok sayıda eğitimcinin bilişsel olmayan becerilere bakışını değiştirdi. Müzik, profesyonel futbol ve askerlik gibi çeşitli alanlarda son derece başarılı olan insanların kapsamlı ve ayrıntılı bir şekilde araştırılması sonucu ortaya çıkan kitap, en üst düzeyde performans sergileyen insanları neyin harekete geçirdiğini inceliyor. Duckworth’un vardığı sonuca göre başarı için konuya duyulan tutku ve çok çalışma istekliliği gibi özellikler, zeka veya doğal yeteneğe göre daha fazla başarı göstergesiydi. En yüksek başarıya ulaşanlar için ise farkı yaratan şey yetenek değil azimdi.
Ancak psikoloji profesörü Duckworth’un “insan başarısı” bilimine öncelikli katkısı azmi tanımlamak ve ölçmek olsa da – azim kelimesi onun adıyla neredeyse eşanlamlı hale geldi – öğrencileri neyin başarılı kıldığı konusundaki fikirleri de oldukça geniş kapsamlı. Duckworth ile yaptığımız uzun sohbette, araştırmanın yaşam boyu başarı ile ilgili en önemli bulguları yani azim, tutku, yaratıcılık, takım çalışması, sadakat ve dürüstlük hakkında konuştuk.
Steve Merrill: Kitapta yer alan, yetenek hakkında hepimizin benzer bir önyargısı olduğu fikrinden çok etkilendim. Bu “doğuştan yetenek” önyargısını anlatır mısınız?
Angela Duckworth: Birinin performansına bakıp “Vay canına, bu nasıl bir doğuştan yetenek” dediğimizde, o kişinin gelecekte de kesinlikle başarılı olacağını düşünme önyargısına kapılırız. Onları kayırma eğilimine girer, onlarla çalışmak, onları işe almak isteriz.
Buna karşılık, bir başkasının da aynı derecede iyi olduğunu ancak oraya çok çalışarak geldiğini düşündüğümüzde – onlara “doğuştan yetenekli” değil, “aşırı çalışkan” deriz. Yine hayran kalırız ama onları bu kadar olumlu karşılamaz ve tercih etmeyiz. Gelecekleri konusunda da o kadar iyimser olmayız. Bir işe başvuruyorlarsa örneğin, onlara para ödemeye daha az meyilli olabiliriz.
Merrill: Ya dahi doğarız ya da pek saygın olmayan çok çalışma ihtiyacımız yüzünden adeta lekeleniriz. Bu, öğrenme konusunda ciddi bir tehlike oluşturan bir mite benziyor. Doğuştan yetenek önyargısının var olduğunu nereden biliyoruz?
Duckworth: Doğuştan yetenek önyargısı ile bir psikolog ve araştırmacı olan Chia-Jung Tsay sayesinde tanıştık. Tsay, katılımcılara yetenekli bir oyuncunun tanıtıldığı bir çalışma gerçekleştirdi. Bir oyuncunun doğuştan yetenekli olduğu, bir başkasının ise aşırı çalışkan olduğu söylendi. Ve bu tanımlamalar insanların yargılarını değiştiriyordu.
Kendisinin de bir piyanist olarak benzer bir kişisel tecrübesi olmuştu. Müzik yarışmalarına katıldığında, insanların doğuştan yetenekliler ya da dahiler olarak değerlendirildiğini ve bu kişilerin, eşit beceriye sahip olan ve becerisini geliştirmek için pratik yapmaya ve çok çalışmaya açık olan birinden daha saygın kabul edildiğini fark etti.
Merrill: “Azim: Sabır, Tutku ve Kararlılığın Gücü” kitabınızda bahsettiğiniz bir araştırmacı, doğal yeteneğin, olağandışı olanı sıradan olandan ayıran bulmacanın sadece küçük bir parçası olduğunu oldukça kararlı bir şekilde savunuyor.
Duckworth: Bilim insanı Anders Ericsson, tüm hayatını yüksek performans gösteren insanların bunu nasıl başardıklarını anlamaya çalışarak geçirdi. Dünya çapında uzman insanların da yola herkes gibi çıktığını ortaya çıkardı: Beceriksiz amatörler olarak. “Kasıtlı pratik” dediği şeyi binlerce saat yaparak mükemmelliğe ulaşıyorlardı. Bence Ericsson’ın araştırması, insanların her gün giderek daha iyi olmak için yaptıkları gerçek şeyleri açıklığa kavuşturdu.
Merrill: Standart testler hakkında ne düşünüyorsunuz? Onlara bu kadar önem vermemizin doğal yetenek tercihimizle nasıl bir ilişkisi olabilir?
Duckworth: Testlerin ne olduğunu anladıkça kafam daha da karışıyor açıkçası. Puan ne anlama geliyor? Birinin ne kadar zeki olduğunu mu gösteriyor yoksa başka bir şey mi? Bunun ne kadarı dışarıdan alınan destek? Ne kadarı özgün beceri ve bilgi?
Araştırmacı Brian Galla ile birlikte yaptığımız çalışmada, SAT (Amerika’da üniversite eğitimi almak isteyenlerin girmesi gereken bir sınav) ya da ACT (Yine Amerika’da üniversite kabullerinde kullanılan bir sınav) gibi standartlaştırılmış testlerin üniversite mezuniyeti adına bir öngörü oluşturduğunu, ancak yine de lise notları kadar öngöremediğini bulduk. Notların, daha iyi öngörebilmesinin nedeninin ise öz düzenleme beceriniz hakkında bilgi vermesi olduğunu ortaya çıkardık: Bir şey üzerinde sebatla çalışma beceriniz, dürtülerinizi kontrol etme beceriniz, hazzı erteleme ve boşa vakit harcamak yerine çok çalışma beceriniz.
Merrill: Yani görünenin altında başka şeyler dönüyor aslında. Size, şirketin en iyi çalışanlarının en önemli özelliklerinin iyi iletişim kurmak, iyi dinlemek ve iyi bir problem çözücü olmak gibi şeyler olduğu sonucuna varan bir Google araştırmasını sormak istiyorum. STEM uzmanlığı listenin en sonunda yer alıyordu. SAT ve ACT puanlarına çok zaman harcıyoruz ve fazla önem veriyoruz. Doğru şeyleri mi ölçüyoruz sizce?
Duckworth: Bir insanın değerinin, daha doğrusu üretkenliğinin, bilişsel yeteneklerinden daha fazlasına bağlı olduğu çok aşikar. Google araştırmasının bize söylediği şey de bu.
İster “yumuşak beceriler” ya da sosyal ve duygusal beceriler deyin, ister sağlıklı alışkanlıklar ya da karakter deyin, bence herhangi bir eğitimci ve kesinlikle herhangi bir ebeveyn, çocukların becerilerine ve yeteneklerine olan bakış açımızı genişletmemiz gerektiğini söyleyecektir. Bunun bir nedeni öğrencilerin yapabilirliklerinin geniş bir yelpazeye yayılması. Çocuklara bilişsel yeteneğin önemli olan tek şey olduğu mesajını vermek kesinlikle istemem. Çünkü öyle değil. Eğer takım çalışması önemliyse, sadakat, dürüstlük, cesaret ve yaratıcılık önemliyse, o zaman bunları da değerlendirmeye başlamalıyız, çünkü sıklıkla söylendiği gibi “ölçülen şey, değer gören şeydir.”
Merrill: Peki, hatalara hoşgörü ile yaklaşma hakkında ne diyeceksiniz? Eğitim sistemimizde doğru cevaplara ve kutucukları işaretlemeye karşı bir saplantımız var gibi duruyor. Ancak araştırmanıza göre, gerçekten başarılı insanlar hatalarla genellikle şaşırtıcı bir ilişki içindeler.
Duckworth: Kimse hata yapmayı sevmez. Son zamanlarda pek çok psikoloji araştırmacısının başarısızlık üzerinde çalıştığını fark ediyorum. Bence bunun nedeni, başarısızlığın çok duygusal, kaçınmak istediğimiz ve korkutucu bir deneyim olması. Öğrenciler başarısızlıktan korkar çünkü başarısızlıktan korkmak çok insanidir.
Ancak çok başarılı insanlara baktığınızda – örneğin, yaptıkları konuşmaları izlediğinizde – çoğunun başarısızlığı kucaklamayı öğrenmekle ilgili olduğunu görürsünüz. Öyleyse, başarısızlıktan korkmaktan onu kucaklamaya nasıl geçebilirim? Cevabın bilişsel terapiden geldiğini düşünüyorum. Bilişsel terapistler korku, endişe veya depresyon yaşayan birine yaklaşırken, bu duygusal durumların ardındaki düşünceleri belirlemeniz gerektiğini 50 yıldır biliyorlar.
Başarısızlık korkusu söz konusu olduğunda, utanma duygusundan hemen önce aklımızdan geçen düşünce nedir? Sanırım bir öğrencinin aklından geçen düşünce “Ben aptalım” olmalı. Ve bir ergenseniz, diğer insanların önünde kendini aptal gibi hissetmek, ne pahasına olursa olsun kaçınılması gereken bir şeydir. “Ben aptalım” düşüncesini, “Şu anda öğreniyorum” düşüncesi ile değiştirmeyi öğrenmeliyiz.
Merrill: Bunu nasıl yapacağız?
Duckworth: Öğretmenler, bir öğrenci duygularının seline kapılmadan hemen öncesine (mikrosaniye öncesine) bu yeni düşünceyi yerleştirebilirler mi? Bu sözleri öğrencilerine modelleyebilirler mi? Sınıfın önünde hata yapabilir misiniz? Örneğin, Zoom’da oturum açmayı beceremediğinizde kendinizi küçümsemek yerine işi mizaha vurabilir misiniz? Öğrencilerinizle kendinizi çok aptal hissettiğinizi paylaştıktan sonra bunu sesli bir “Zoom kullanmayı öğreniyorum” iç konuşmasına dönüştürebilir misiniz?
Merrill: “Azim” kelimesine çok vurgu yapılıyor ancak siz başarılı insanların da tutkuya ihtiyacı olduğunu söylüyorsunuz. Ve tutkudan alışık olmadığımız bir şekilde bahsederek “aktif bir yapı” olduğunu söylüyorsunuz. Size göre çocukların keşfedilmesi gereken tutkuları ve ilgi alanları yok; onlar aktif olarak tutku ve ilgi alanları geliştiriyorlar. Bu ne anlama geliyor?
Duckworth: İnsanlar azim üzerine düşündüklerinde, akıllarına sertlik/katılık geliyor. “Azim” kelimesi ile hem sebatı hem de tutkuyu anlatmak istiyorum. Yaptığım çalışmalarda iç motivasyonu olmadan yaptığı şeyde gerçekten çok başarılı olmuş tek bir insan örneği görmedim.
Bence çocukların tutkularını keşfetmeleri gerektiği fikri yanıltıcı. Oluşmuş bir tutkuyu keşfetmeyi düşünmek yerine, onu bulmanız gerekir. Ortaokul yılları civarında çocukların ilgi alanları ortaya çıkmaya başlar. Öğrencilerin bu yıllarda sevdikleri konular, eğilimleri ve ders dışı konularla ilgili güçlü görüşleri oluşur. İlgi alanlarını yiyecekler gibi düşünebilirsiniz. Öğrencilerin de farklı şeyleri denemesi, tatması gerekir. Bu da belli yiyecek türlerinin reddedilmesine ya da kabul edilmesine yol açar.
Merrill: İlgi alanları nasıl tutkuya dönüşür ve kalıcı olur?
Duckworth: Bir şeye yeterince uzun süre takılıp kalmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Tekrar tekrar yapmanın da. Bu gelişimsel bir şey. Bir şeyleri denemek. Anaokulu öğrencileri bir günlüğüne deneyebilir, lisede de denemeye devam edersiniz ama daha derin bir şekilde.
Bu yüzden öğrencilerin fırsatlara ihtiyacı var ve öğretmenlerinin gözlemci olup “Tolstoy’u gerçekten sevdiğini fark ettim, bu yüzden yazarın henüz okumadığın bu kitabını da sana vermek isterim,” demelerine. Bunlar insanların hayatlarını değiştirebilecek anlardır.
Kaynak: https://www.edutopia.org/article/schools-are-we-measuring-what-matters