Makale: Prof. Dr. Mehmet Şahin
Yaşamak, iletişimde bulunmaktır. Ölüler, iletişimde bulunamazlar. Maddi ve manevi çevresiyle iletişimde bulunamayanlar, bir bakıma ölü sayılırlar. Ancak, öyle insanlar vardır ki, çevrelerini yeterince tanımadıkları için, çevreleriyle ilişkide bulunamazlar. Yine öyle insanlar vardır ki, şu veya bu nedenden dolayı korktukları için çevreleriyle ilişki kuramazlar. Bazı insanlar da yalnızca maddi çevrelerini bilirler, bir de manevi çevreleri olduğunun ya farkında değillerdir ya da bu tür bir çevrenin olduğuna inanmazlar.
Bu yazı, insanların hem maddi hem de manevi çevreleri olduğu varsayımına göre yazılmıştır.
Asıl olan, insanın çevresiyle olumlu ilişki ve iletişimde bulunmasıdır. Akıllı insan, çevresiyle olumsuz ilişki ve iletişimde bulunmaya çalışmaz. Tam tersine, çevresiyle ilişki ve iletişiminin olumlu olmasına çalışır. Yalnızca maddi çevresiyle olumlu ilişki kuran, manevi çevresini görmeyen veya görmezden gelen bir insanın bütünüyle mutlu olduğu söylenemez. Oysa, somut ve soyut bütün varlıklarla olumlu ilişki ve iletişimde bulunan bir insanın, diğerine oranla çok daha mutlu olduğu ileri sürülebilir.
Somut ve soyut varlıklarla olumlu ilişki ve iletişimde bulunma, ölçülü yaşam anlamına gelir. Ölçülü yaşayan insan, evrende ya da doğada bir ölçü, bir denge olduğunu görür ve kendi yaşamında da bu ölçüyü ve dengeyi tutturmaya çalışır.
Aslında, doğada ikilik sistem savaşı ve bu savaş sonunda kurulan denge söz konusudur. Sıcak-soğuk, güzel-çirkin, bu dünya-öteki dünya, gece-gündüz, güzel-çirkin, negatif-pozitif, kadın-erkek, iyi-kötü, ruh-beden, savaş-barış, arz-talep, deli-akıllı vb. Söz konusu bu zıtlar aynı anda kesinlikle olamazlar. Örneğin, sıcak-soğuk aynı anda olamayacağı için birbiriyle savaşırlar ve ılık dengesi kurulur. Gece-gündüz aynı anda olamaz birbiriyle savaşırlar ve alaca karanlık dengesine ulaşılır. Artı elektrik-eksi elektrik birbiriyle savaşarak ısı, ışık veya harekete dönüşür. Benzer şekilde, arz-talep savaşı sonunda fiyat ortaya çıkar.
Başta da değinildiği gibi, ölçülü ya da dengeli yaşayan insanlar, ölçüyü kaçıranlara ya da dengeyi tutturamayanlara oranla, doğadaki dengeye uyum sağlayamazlar ve tahterevallinin ya altında ya da üstünde çırpınır dururlar. Konuya teizm açısından bakıldığında, yaşamını doğadaki dengeyi örnek alarak sürdüren insanlar, hem görünen dünyada hem de görünmeyen dünyada huzur içindedirler. Tersine, ölçüsüz ve dengesiz yaşayanlar ise, her iki dünyada ya vicdan azabı ya da cehennem azabı içinde kıvranır dururlar.
Doğal dengeyi tutturmak, insan yaşamında son derece önemli bir uğraştır. Çok yeme isteği ile az yeme isteği sürekli olarak savaşır. İnsan çok yerse de az yerse de, savaşı kaybeder. Çok yiyenler, şişmanlığın kötü sonuçlarına, az yiyenler de beslenememenin kötü sonuçlarına katlanmak durumunda kalırlar. Oysa, beslenmede orta noktayı bulabilenler, bulamayanlara oranla daha sağlıklı bir yaşam sürdürürler. İnsan bedeni ile insan ruhu da, bir savaş içindedir. İnsan bedeni (nefs), hep daha çok, hep daha çok, hep daha çok ister. Örneğin, daha çok para, daha çok servet, daha çok uyku, daha çok rahat, daha çok içki, daha çok seks, daha çok eğlence, daha çok gezme, daha çok kadın, daha çok erkek, daha çok konuşma, daha çok lüks, daha çok çeşit, daha çok giysi vb. İnsan ruhu ise, bu daha çokların felaket getireceğini bildiği için, sınırlar koymaya çalışır. Örneğin, akıl, bir günü üçe bölerek 8 saat uykunun, sekiz saat çalışmanın ve sekiz saat da özel yaşamın dengeli olacağını hesaplar. Hesaplar da, insan nefsi yine de bu dengeyi bozma yönünde elinden geleni yapar.
Görünür ve görünmez evrendeki bütün varlıklar birbiriyle ilişki, iletişim, barış ve savaş halindedir. Ekonomideki “Kelebek Etkisi” kavramı da bu gerçeğin ifadesidir. Varlıkların birbiri ile ilişkisi ve iletişimi, evrenin doğasına uygunsa barış, uygun değilse savaş söz konusudur. Her savaşın sonunda barış, her barışın sonunda da savaş vardır. Başka değişle, insan yaşamı, barış ve savaş içinde geçer. Barışa odaklı yaşayanlar, sürekli olarak doğal denge ile uyum arayışı içinde olurlar ve göreli bir huzur bulurlar. Savaşa odaklı yaşayanlar ise, sürekli olarak ölçüsüz ve dengesiz davranışlar içinde gider gelirler. İşin kötüsü, bazıları, dengeyi bozduklarının bile farkında olmazlar. Örneğin, denizleri, havayı, çevreyi kirletmekten kaçınmayarak, hem kendilerinin hem de diğer insanların felaketini hazırlamış olurlar.
Sonuç olarak, dengesiz yiyenler, giyenler, sevişenler, konuşanlar, çalışanlar, gezenler, uyuyanlar, evlenenler, para kazananlar, ibadet edenler, ibadet etmeyenler vb. ölçüsüz yaşamı tercih edenlerdir. Akıl, ölçülü yaşamın sonucunun, ölçüsüz yaşamın sonucundan daha iyi olacağını ortaya koyar.
Siz ister ölçülü ve dengeli yaşamı, isterse ölçüsüz ve dengesiz yaşamı seçin. Doğada seçim özgürlüğü vardır ve her özgürlüğün de bir bedeli vardır.
KADER
(Prof. Dr. Mehmet Şahin-25 Ocak 2011)
Kader, çaresizliğin tesellisidir. Eğer bir çaresini bulabilseler, dünya siyasetini yönlendiren politikacılar ve çokuluslu şirket yönetim kurulları, güneşin takvimde bildirilen saatlerde doğup batmasını bile, kendi çıkarları için değiştirmek isterlerdi. Kader, inananlara göre Yüce Allah’ın belirlediği ve insanların değiştirmekte çaresiz kaldığı kurallardır. İnanmayanlara göre ise, tesadüfün gerçekleşmesidir.
İnsanın doğası, doğayı denetim altına almak ister. Bu istek doğrultusunda sürekli olarak akıl yürütür. Örneğin, doğada geometrik bir şekil yoktur. Ancak, insanoğlu, denetim amacıyla küre, silindir, dikdörtgen prizma gibi alanlarını denetim altına alabileceği şekiller icat etmiştir ve doğallığı bozmuş ve çirkinliğe dönüştürmüştür. Doğadan hoşlanmayan bir insana rastlanmaz. Oysa, eğer şartlanmamışsa, geometrik şekillerden hoşlanmayan insanlar vardır.
Aynı şekilde, doğum mükemmel güzellikte bir olaydır. Ancak, insanoğlu, denetim amacıyla bu doğal güzelliyi sezeryan gibi bir çirkinliğe dönüştürmeyi başarmıştır. İnsan denetiminin altına alınan doğal olayların sayısı, denetim altına alınamayanlara oranlanırsa, hesaplanan sayının sonsuz bir doğru üzerinde bir nokta bile olmadığı görülür.
İnsanoğlu, doğa karşısındaki acizliğini, inanlara göre “kader”, inanmayanlara göre ise tesadüf olarak nitelendirir. Aslında, yansız (objektif) olmak için, Allahın bilimdeki adına “doğa” denilir. Bilime göre doğal yasalar, inananlara göre Allah’ın Yasaları, insanoğlunun kaderi olmaktadır. Örneğin “Yerçekimi Yasası” kaderimizdir. Bu yasayı, değiştirmek isteriz de değiştiremeyiz. Bu kadere isyan ederek minareden atlarsak, kendi kaderimizi yazmış oluruz. Ne kötü bir yazı!
İnsanoğlu, ilahi veya doğal yasaları inkar ederek, başka deyişle bu kutsal yasalara aykırı hareket ederek, üç kader dışında kendi kaderini kendisi yazabilir. Söz konusu üç kaderden birincisi, kendi anne ve babamızı seçemeyiz. İkincisi, ne zaman nerede öleceğimizi seçemeyiz (belirli bir yerde ve zamanda yaşamına son verenler, normal ya da akıllı insan sayılmadıkları için konu dışıdır.) Üçüncü değiştiremeyeceğimiz kaderimiz ise, çocuğumuzun veya çocuklarımızın annesini veya annelerini seçemeyişimizdir. Bu son kadere, bazı insanların aklı ermez. Oysa, madem kendi anne ve babanızı seçemediğinize inanıyorsunuz, o halde sizin çocuğunuzun anne ve babasını, inananlara göre Allah, inanmayanlara göre tesadüf seçmiştir.
Siz neye inanırsanız inanın, doğada inanç özgürlüğü vardır ve her özgürlüğün de bir bedeli vardır.
__________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________
ÖZGÜRLÜK (Prof. Dr. Mehmet Şahin- 20 Aralık 2010)
Özgürlük kavramının içini doldurmak gerekir. İnsanın mutlak anlamda özgür olduğunu söylemek, akla aykırıdır. Kendi anne babamızı seçme özgürlüğümüz yoktur. Ne zaman nerede dünyaya geleceğimizi seçme özgürlüğümüz yoktur. Aynı şekilde, Ne zaman, nerede öleceğimizi seçme özgürlüğümüz de yoktur. Hele Türkiye’de yaşayan öğrencilerin hangi üniversiteye veya fakülteye ya da bölüme öğrenci olacağını, öğrenciler değil tesadüfler seçer.
En genel haliyle, özgürlük, bağlı ve bağımlı olmama, dış etkenlerden bağımsız olma, engellenmemiş ve zorlanmamış olma durumudur. Sıradan anlamda ise, özgürlük, insanların kendi kararlarını kendi isteklerine, düşüncelerine ve iradelerine göre belirleyebilmeleri ve kendi seçimlerini kendi iradeleri ile yapabilmeleridir.
Politik, ekonomik ve toplumsal alanda özgürlük kavramı çok daha karmaşıktır. Örneğin, Liberalizm’de özgürlük, temel ilkelerden birisidir. Adam Smith’ten çok önce Fransa kralı 14. Louis’in ekonomi danışmanı Jean Baptiste Colbert tarafından zamanın Fransa’sının iktisat politikalarını tanımlamak için söylenen “laissez faire laissez passer, le monde va lui meme-bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler, dünya kendi kendine döner” özdeyişi, liberal ekonominin besmelesidir. Ancak, böyle bir özgürlük, hiçbir zaman olmamıştır. Devletler, karteller, çıkar grupları ve diğer iç ve dış büyük güçler, insanların kendi iradeleri ile seçip yapmalarına ve kendi iradeleri ile gümrüklerden geçirip satmalarına engeller koymuşlardır. Hatta söz konusu erk sahipleri eğer ellerinden gelebilse, dünyanın kendi kendine dönmesine bile, kendi çıkarları açısından kurallar koymaya kalkışırlardı. Kısaca belirtmek gerekirse, ekonomik, politik ve toplumsal anlamda da mutlak özgürlük yoktur. Dolayısıyla tekil özgürlüğün çoğul özgürlüğü kısıtlamaması ve ona zarar vermemesi ilkesi getirilerek, insanları kısmi özgürlüğe mahkum etmişlerdir.
Felsefi anlamda ise, özgürlük kavramı bütünüyle kuramsal boyutta ele alınır. Bu anlamda özgürlük, düşünce tarihinin başlangıcına kadar uzanan bir düzlemde tartışılmıştır. Hemen bütün felsefi öğretilerin bir özgürlük tanımlaması ve bir özgürlük talebi vardır. Bunları kısaca özetlemek mümkündür.
PLATON (EFLATUN)
Her insanın kendi yaşam tarzını seçmesi kendi iradesindedir. Ancak, yaşam tarzı seçildikten sonra, insan seçtiği yaşam tarzının gereklerini yapmak zorundadır. İnsanın seçmedeki özgürlüğü ile buna bağlı zorunluluk arasında bir çelişki yoktur. Başka değişle, zorunluluğu insan kendisi seçtiği için, suçlayabileceği hiç kimse yoktur. Eğer olsaydı özgürlükle çelişirdi. İnsan birini bilinçli olarak öldürmüşse, mahkum olacağını, daha baştan kabul etmiş demektir. Eflatuna göre herkes, kendi iradesiyle seçtiği yaşamın sonucuna katlanmalıdır. Her birey, kendi eylemlerinden sorumludur.
ARİSTOTELES
Aristo’ya göre hem erdemli olma hem de kötü olma insanın kendi elindedir. İnsan tercihini isteyerek yapar. Tercih, insanın her açıdan düşünerek verdiği karardır. Tercihte “iyi” ya da “kötü” söz konusudur. İnsan, bilgisizlik nedeniyle, enine boyuna düşünemediği için, iyiye ulaşmak istese de kötüye ulaşabilir.
Erdemli olmak da erdemsiz olmak da, insanın kendi isteğine bağlıdır. Başka değişle, insanın iyi veya kötü olması kendi elindedir. Dolayısıyla, insan eylemlerinden sorumludur. Eylem bilgisizlikten yapılmış olsa bile, bilgisizliğinden insanın yine kendisi sorumludur. Görüldüğü gibi, Aristo’da ‘yapmada’ da ‘olmada’ da ontolojik anlamda mutlak bir özgürlük vardır.
DESCARTES
İnsanın anlama yeteneği sınırlıdır. Buna karşılık, isteme yeteneği sonsuzdur.
Descartes’e göre insanın anlama yeteneğinin sınırları dar olduğu için, ancak açık seçik olanlar üzerine yargıda bulunabilir. Oysa, isteme yeteneğinin sınırları sonsuz ya da çok geniş olduğu için, insan yanlış veya hata yapar. Descartes’e göre, insanın istekleri, insanın anlama yeteneğinin onayını alırsa, ancak bu durumda insan açık seçik olana ulaşır. Dolayısıyla, insan hata yapmak istemiyorsa, sadece istekleriyle hareket etmemelidir.
Yetenekler Tanrı tarafından belirlenmiştir. Ancak, Tanrı, insana, anlama yeteneğiyle hataları ortadan kaldırma yeteneğini de vermiştir. İnsan, hata yapıp yapmamakta özgürdür. İnsan, açık seçik olanları onaylarsa, hata yapmaz. Nedeni, insan gerekeni yaparsa, tanrı insanları asla aldatmaz. Şu satırlar, Descartes’in Felsefenin İlkeleri kitabından alınmıştır:
“Doğrusu tanrı bizi, yanılmamıza hiçbir zaman olanak vermeyecek ölçüde büyük bir bilgi ile zenginleştirebilirdi. Ancak, bu bilgiyi vermedi diye yakınmaya hakkımız yoktur. Tanrıya bize verdiği nimetlerden dolayı şükretmeliyiz. Bize vermedikler için de yakınmamalıyız. Nedeni, yanlışın yapısını oluşturan eksiklik, isteklerin kötüye kullanılmasındadır. Gerçekten de yanlışlık, insanın yaptığı işte bulunur. Başka deyişle, yanlışlık, ne tanrıdan aldığımız yetenektedir ne de hatta yaptığımız işin tanrıdan gelen kısmındadır”.
AUGUSTİNUS:
Augustinus’a göre, İnsanların iyiyi ya da kötüyü seçmeleri kendi ellerindedir. Tanrı her insana kendini buldurma çağrışımını ve duygusunu da vermiştir. Her insanın kendi içine dönme, başka deyişle, Tanrıya dönme olanağı vardır. İnsan isterse, ruhun isteklerine tabi olarak Tanrı katına yükselebilir, isterse bedeninin isteklerine tabi olarak yaşayabilir. Dolayısıyla herkes kendi davranışlarından sorumludur. Nedeni, nasıl davranacağını insan kendisi belirlemektedir.
SPİNOZA:
Spinoza’ya göre, tanrının kendisi hürdür, eserlerinde ise, irade özgürlüğü yoktur. Dolayısıyla tanrının bir eseri olan insanın irade özgürlüğü yoktur.
Bizim yapıp etmelerimizi, özgürlük içinde yaptığımızı düşünmemiz, aslında gerçek değil bir sanıdan ibarettir. Gerektirilmiş nedenlerden dolayı öyle davranıyoruz. Bir zorunluluk var, ancak biz görmüyoruz. Önemli olan insanın bu zorunluluğun farkına varması. Bunun fakına varan insan, bilge insandır.
Şu parantez içindeki fikirler, Spinoza’nın Etika adlı eserinden alınmıştır.
“İradeye hür neden değil, yalnızca zorunlu bir nedendir. Zorunlu bağlantılardan çıktığı için, ruhun da irade özgürlüğü yoktur. Evrende ne oluyorsa, zorunlu bir nedensellikle oluyor. Tanrının dışında hiçbir varlık, kendi doğasının zorunluluğuyla kendi kendisinin nedeni değildir. Her nesne, hep başka bir nesneyi gerektirdiği için, nesneler arasında kesintisiz bir bağlantı vardır. Bu kesintisiz bağlantılar rastlantıyı ortadan kaldırıyor. Aynı zincirleme düşünceyle, her olay başka bir olayı gerektiriyor. Dolayısıyla ruhsal dünyada irade özgürlüğü yoktur. Özgürlük bir kuruntudan ibarettir. Özgürlük ve rastlantı var dememiz, asıl nedenleri bilmemizden kaynaklanıyor.”
HUME:
Hume, özgürlük var mıdır yok mudur tartışması yapmamıştır. Bunun yerine, insanların özgürlüğe bakışıyla ilgilenmiştir. Başka deyişle, Hume göre, insan anlarsa özgürlük vardır, anlamazsa yoktur. Zorunluluk, sadece olgulardadır. Oysa, gerçekte böyle bir zorunluluk yok. Yarın güneş doğabilir de, doğmayabilir de. Güneşin yarın doğacağını söylemek, bugüne kadar hep doğduğunu gördüğümüzden kaynaklanır. Başka deyişle, bir alışkanlık nedeniyle güneşin yarın da doğacağına inanıyoruz.
Tıpkı doğadaki art ardalık gibi, isteklerimizde ve eylemlerimizde de bir art ardalık var. Bu art ardalığı, bizdeki zorunluluk alışkanlığından dolayı, “zorunluluk” olarak tanımlıyoruz. Zorunluluk fikri, nesnelerin kendisinde değil, bizdedir. Bir oluşun art arda olması, her zaman olacağını göstermez. Her zaman böyle olacaktır diye zorunluluk ilişkisi kuran biziz.
Özgürlük, rastlantısal ya da nedensiz eylemde bulunmak demek de değildir. Anlama yeteneklerimiz sınırlı olduğu için, özgürlüğü yanlış tanımlıyoruz. Özgürlük, gördüğümüz sanal zorunluluğun ta kendisidir. Özgürlük, zorlamanın değil zorunluluğun karşıtıdır. Rastlantı ya da tesadüf diye bir oluş yoktur. Hareketsiz durmayı, hareketli olmaya tercih edersek, hareketsiz durabiliriz. Zorunluluk, tercih ettiğimizi yapmaktır.
Hume göre tartışma, tamamen dilseldir. Biz açık seçik anlatabilirsek, özgürlük tartışması ortadan kalkacaktır.
KANT:
Kant’a göre, “Özgürlük, ahlak yasasının varlık nedenidir. Ahlak yasası ise, özgürlüğün bilinme nedenidir”.
Kant, negatif özgürlük ve pozitif özgürlük olarak iki tanım yapar. Negatif özgürlüğü, saf akıl sağlar. Negatif özgürlük, zorunluluğa bağlı olmadan eylemde bulunma olanağıdır. Aklın kendi kendine yasa koyması ise pozitif özgürlüktür.
İnsan, ancak, öznel ilkeleri ahlak yasasına uygun olduğu zaman özgür olur. Kant’a göre, negatif özgürlük yoksa, pozitif özgürlük de yoktur. İnsanın ahlak yasasını istemesi, aynı zamanda iyiyi de istemesi olacağı için, böyle bir özgürlükte, hem kendimizi hem de başkalarını koruyabiliriz.
HEGEL:
Hegel açısından, geçekliğin en temel öğesi ‘ide’dir. Var olanlar, idenin bir görünümüdür. Gerçekliğin yapısı ide olurken, oluşmayı sağlayan ilke de diyalektik olmaktadır. İde, hem bir kavram hem de gerçek olandır. Her varlık idenin görünümüdür. İde, varlık bakımından ilk, bilinme bakımından ise sondur.
Hegel’e göre her varlık, zorunlu olarak işlerliği yapıyor. Önemli olan bu zorunluluğun bilincine varmaktır. İnsanı özgür kılan, aslında bu bilinçtir.Hegel, “doğulular bu bilince ulaşmadıkları için özgür değildirler” der.
Hegel’e göre ruh, her varlığın, her oluşumun temeli ve taşıyıcısı olan ideye doğru kendisini yavaş yavaş yayarak ilerler. İşte ruhun dünya tarihi içinde kendisini bu şekilde yayması, insanın da her türlü düşünme ve eylemde bulunmasını belirler. İnsanın özgürlüğü, ruhun kendisini yaymasına bağlıdır. ruh kendisini ne kadar yayarsa, biz de o kadar özgür oluruz.
Özetle belirtmek gerekirse, ruh, kendisini tam olarak yaydığında, başka deyişle, ideye ulaştığında, tamamen özgür olacaktır. İnsan ise, ancak bu diyalektik gidişi bildiğinde özgür olacaktır.
SCHOPENHAUER:
Hegel’deki idenin yerini, Schopenhauer’de “istek” alır. İstek, var olanı var kılandır. Görüntü olarak dünya, isteğin nesneleşmiş halidir.
İstek, değişmezdir, öncesizdir, sonrasızdır ve özgürdür. Kendisi obje haline getirilemez. Doğrudan doğruya bilgi konusu yapılamaz. Her varlık, oluş ve oluşumun temelidir, birdir ve tektir. Dünya denilen varlık, bu özellikleri taşıyan isteğin nesneleşmesidir.
Schopenhauer’e göre, var olma isteği, bizi sürekli olarak etkisi altında tutar. Sonunda kötülük ve acıdan başka bir duygu vermeyen davranışlara sürükler. Aslında önemli olan, bizim bireysel varlığımız değil, insan türünün devamıdır. Bu nedenle insanoğlu, evrensel isteğin bir oyuncağıdır. Dolayısıyla insan sürekli bir aldanış içinde bulunur. Ancak, bütün bu olumsuzluğa rağmen, yine de insanoğlu, kavrayış gücü ve zekası ile bu isteği ortadan kaldırıp yok edebilir. Böylece temiz ve ahlaki bir yaşam sürebilir. Acı veren bütün istek ve tutkuların ötesine geçebilir. Bunu başardığında ise, artık insan özgürdür.
NİETZSCHE:
Nietzsche, özgürlük açısından insanları sınıflandırmıştır.
Sürü insan; içinde bulunduğu değerleri yüklenerek, onlara uyarak, onların dışına çıkmadan ömür boyu yaşamaya devam eden insandır.
Nihilist insan; bu tip tüm değerlere hayır der. Hiçbir değer onun için bir anlam ifade etmez.
Nihilist tip de kendisini iki şekilde gösterir:
Aktif nihilist (anarşist); saldırgan, kırıp döken, yerine bir şey koymayan insandır.
Pasif nihilist; kendi köşesine çekilen, tüm dış dünya ile ilişkisini kesen insandır. Bu tip insan hiçbir değerlendirme yapmaz.
Nietzsche’ye göre nihilist dönem mutlaka aşılması gereken bir dönemdir. Bu dönemde kalmak çok tehlikelidir. Bu dönem aşılmazsa kişiyi yok olmaya, çöküntüye götürür.
Yaratıcı tip; en belirgin özelliği özgürlük olan insandır. Yaratıcı insan, özgürlüğe, bilinen bütün değerlere hayır diyebilme durumu olarak bakar. Özgürlük, kişinin kendisini aşmasında zorunlu olarak geçirmesi gereken bir ara dönemdir. Özgür insan, aslında, ‘üst insan’dır. Yaratıcı insanda, üst insan olma donanımı vardır. Aslında her insanda bu donanım vardır. Ancak, sürü insan ya bunun bilincinde değildir ya özgür değil ya da hayır demeyi başaramamıştır. Dolayısıyla da, böyle bir durumda da, yapıp etmelerinin hiçbir değeri yoktur.
Camus’a göre, insan türünün özgür olmadığı apaçıktır. Eğer insana özgürlüğü tanrı vermişse, ölümlü olduktan sonra bu özgürlüğün ne önemi vardır. Bu uyumsuzluğun ya da saçmalığın (absürtlüğün) bilincine varmak, insana sınırsız bir eylem özgürlüğü sağlıyor. Bu durumdaki insan, ya kendi köşesine çekiliyor ya intihar ediyor ya da başkaldırıyor. İnsan, ölümlü olmaya da tarih içinde kendisine koyulan koşullara da başkaldırabiliyor.
Camus’ye göre, absürdün bilincine varan insanın, kendisine sınır çizerek eylemde bulunması, “iyi özgürlük”tür.
Camüs açısından üzerinde durulması gereken soru şudur: “Yaşamakta olduğumuz hayatın anlamı sorulduğunda ve bunda bir anlam görülmediğinde intihar etmeli miyiz yoksa etmemeli miyiz?”
Böyle bir soruyu, sıradan insan ve ahrete inanan bir insan sormaz. Bu soruyu sorduğun da ise, insan kendisini bir uyumsuzluğun içinde bulur. Böyle bir durumda insanın varlığı tehlikededir. Nedeni, artık kişi, her şeyi saçma ve anlamsız olarak görmeye başlar. O halde insanın korunabilmesi için, özgürlüğe sınır çizilmesi gerekir. Bu anlamda iki tür eylemde bulunulabilir: (1)İnsanın eylemlerine sınır koymak, başka deyişle, insana şu an olanı vererek onu korumak; (2) İnsanın eylemlerine sınır koymak. Görüldüğü gibi ikinci şık, negatif bir özgürlüktür. Negatif özgürlük, çok tehlikelidir. Bir bakıma, insan varlığının ortadan kalkması söz konusudur.
J.P.SARTRE:
Sartre göre, “Varoluş, özden önce gelir”. Önce insan vardır. İnsanın özü, insan var olmadan önce tasarlanıp belirlenmemiştir. Başka deyişle, insan doğası belirlenmemiştir. İnsan, olmak istediğidir. Kendisini ne yaparsa odur. Kendisini kendisinin tasarladığı varlıktır. İnsan hem kendisi yapar, hem de yaptıklarıyla kendisini tanır.
İnsan, kendi başına bırakılmıştır. Bu nedenle, özgür olmaya mahkumdur. Dolayısı ile insan, her tür yapıp etmesinden sorumludur. Kişi, hem kendisinden hem de çağdaşlarından sorumludur. Nedeni, insan, hangi çağda gelmek istediğini kendisi seçer. İsterse, ilk çağ koşullarında, isterse son çağ koşullarında yaşar.
İnsan kendisini seçerken, başkalarını da seçer. Bu nedenle başkalarından da sorumludur.
Sartre, “tanrı olsaydı sorumlu olmayabilirdik, ama tanrı yok” der.
Yukarıda kısaca, düşünürlerin “özgürlük” kavramının içini nasıl doldurduklarına değinilmiştir. Türkiye’de hemen her gün dillerden düşmeyen, bu önemli kavramın yeterince bilinip bilinmediğini okuyuculara bırakıyorum.