Nerelisin sorusunun cevabı “nereye” göre değişir? Doğuya göre batıda, batıya göre doğudaysan başına neler gelir?
2017 yılında New York’ta bir üniversiteye misafir araştırmacı olarak gittiğimde doldurmam gereken formlardan birinde nereli olduğumla ile ilgili bilgi isteniyordu. Ben İstanbulluyum ve Anadolu yakasında oturuyorum, dolayısıyla “Asyalı” seçeneğini işaretledim. Fakat sonradan öğrendim ki Asyalıdan kasıt çekik gözlü arkadaşlarmış ve Türkiye Orta Doğu ’daymış ve ben Orta Doğuluymuşum!
Doğu, batı, kuzey, güney gibi yön bildiren ifadeler günümüz politik jargonunda belli anlamlar taşıyor. Oysa coğrafi yönler, nereyi merkez aldığınıza göre değişir. Örneğin herhangi bir alan, bir noktadan bakınca doğuda bulunurken, başka bir noktaya geçtiğinizde batıda kalabilir. Peki, günlük dilde kullandığımız Doğu, Batı, Yakın Doğu, Uzak Doğu ve Orta Doğu gibi ifadeler hangi noktaya göre belirlenmiş? Başka bir şekilde soracak olursak; kullandığımız politik jargonun merkezi neresi?
Bugünün Orta Doğusu yarının politik gücüne göre Orta Batı olabilir.
Bugün kullandığımız politik jargonu oluşturanlar Avrupa kıtasındaki güçlü yapılardı. Tarih boyunca politik güç merkezleri sürekli olarak değişti ve şimdilerde gücün Çin’e (yani “Uzak Doğu”ya) kayıyor olduğu yönünde görüşler var. Bu da demek oluyor ki günümüzde Orta Doğu’da görülen Türkiye toprakları geleceğin politik jargonunda “Orta Batı” olarak tanımlanabilir ve biz bugün Orta Doğu dediğimiz yere –ki bizim için orası güneydoğu- Orta Batı diyebiliriz.
Güçlü olanın kendini merkeze koyduğu ve “diğerlerini” sınıflandırdığı bir dünyada yaşıyoruz.
Eğer gerçekten de politik güç Çin’e kayarsa, Çin’e gittiğimde beni Orta Batılı olarak sınıflandırabilirler. Peki, aslında ben nereliyim? Bana sorarsanız Avrasyalıyım, Asya ile Avrupa’nın birleştiği noktadayım. Ama Çinliler bana sormaz, tıpkı Amerikalıların sormadığı gibi. Çünkü güçlü olan sizi sınıflandırır ve bunu da kendini merkeze koyarak yapar.
Bir önceki yazımda değindiğim sosyomerkezciliğin bir yansıması olarak pek çok medeniyet, kendinden olmayanları “barbar” (medeniyetten uzak) olarak görmüştür. Hatta Yunanca kökenli barbar kelimesi asıl itibariyle Yunanca konuşamayan ve Yunan geleneklerine uymayan topluluklara verilen isimdi. Başka bir deyişle barbar, Yunan’ın “ötekisi” demekti. Antik Romalılar da Romalı olmayanlar için aynı kelimeyi kullandılar. Benzer şekilde Arapların İranlıları nitelemek için kullandığı “acem” kelimesi de, dil bilmeyen anlamına gelir. (Hatta dilimizdeki acemi kelimesinin kökeni de bu kelimedir.) Tüm bu ifadeler açıkça kendi grubunu iyi, kendinden olmayanı ise kötü gören bir yaklaşımın yansımaları.
Her ne kadar ötekinden korkmak ilksel-yaşamsal bir refleks olsa da, öteki ile temas kurmak insan türünün kendine has üretimlerini destekliyor.
Bizden olmayanları potansiyel bir tehdit olarak görmek aslında çok yaşamsal bir refleks. Tanıdığınız kişileri zaten bilirsiniz, fakat “yabancı” yenidir ve ürkütür. Ne var ki tarih boyunca medeniyet anlamında en büyük gelişmeler kozmopolit yapılardan ortaya çıkmıştır. Doğu ve Batı Roma İmparatorlukları, Osmanlı Devleti ve Endülüs Devleti yüzyıllar boyunca farklı din ve ırklardan insanların bir arada yaşadıkları yapılardı ve bilim, sanat ve felsefe gibi insan başarılarının en yoğun olarak görüldüğü yerlerdendi. Günümüzde de Londra, Roma ve New York gibi kozmopolit şehirlerin bilim ve sanat alanlarında öncü olduklarını görüyoruz. Demek ki her ne kadar ötekinden korkmak ilksel-yaşamsal bir refleks olsa da, öteki ile temas kurmak insan türünün kendine has üretimlerini destekliyor.
Şehirli insanlar kendilerine benzemeyen, hatta kendinin “ötekisi” olarak gördüğü kişilerle temas etmek durumunda kalıyor. Söz konusu temas kişilerin birbirini tanımasını ve aslında çok da farklı olmadıklarını anlamalarını sağlıyor.
Medenî kelimesi Arapçada şehir anlamına gelen medîne ’den türemiş bir ifade ve “şehirli” demek. Şehirler yüksek organizasyonlu yapılar olmaları bakımından pek çok farklı nitelikteki insanın bir arada çalışmasını gerektiriyor. Şehirli insanlar kendilerine benzemeyen, hatta kendinin “ötekisi” olarak gördüğü kişilerle temas etmek durumunda kalıyor. Söz konusu temas kişilerin birbirini tanımasını ve aslında çok da farklı olmadıklarını anlamalarını sağlıyor, böylece barış içinde bir arada yaşama kültürü oluşuyor. Yunus Emre’nin
Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Bu dünya kimseye kalmaz
ifadelerinde ortaya koyduğu üzere, insanlar tanış olunca işleri kolay kılınıyor ve hayat daha yaşanır hale geliyor. Sosyal etkileşimler sayesinde birbirimizi anlıyoruz ve aramızda bir sevgi bağı oluşuyor. Neticede insan denen canlıyı şu hayatta en çok mutlu eden duygular sevmek ve sevilmek değil mi?
Söylediklerim size romantik mi geldi? Aslında derdim romantizm değil, tek derdim insanın sağ kalımına hizmet eden ve hiçbirimize kalmayacak olan bu dünyada daha iyi yaşamamızı sağlayan yolları arayıp bulmak.
Romantizm demişken, haftaya bu yolları aramaya cinsiyet meselesi ile devam edeceğiz…
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Neden Kadın Filozof Yok?