Yapageldiğimiz tarihsel inceleme göstermektedir ki göçebe Asya toplumlarından beri Ordu ve merkezî devlet siyasal yapının anahtarlarını oluşturmaktadır. Öyleyse Osmanlı toplumuna hangi kuramsal çerçeve uygulanırsa uygulansın bu iki veri her çözümlemede tartışılmaz yerlerini almak durumundadır. Merkezî Ordu ve merkezî devlet her yaklaşımın ortak noktasıdır.
Osmanlı ordusunun örgütlenişine ve ordu-devlet ilişkilerine geçmezden önce Osmanlılarda siyasal iktidarın toplumsal temelleri üzerine bazı aydınlatıcı tartışmaları anmakta yarar görüyoruz.
1960’lardan beri Osmanlı toplumu pek çok tartışmaya yol açmıştır. Bir çok kez ortaya atılmış ve bazen bu tezler birbiriyle çelişir nitelikleriyle bile Osmanlı toplumunun daha iyi anlaşılmasına yardım etmişlerdir. Fakat bu çabaların en zayıf yanı belki de böylesi sorunlar ilk kez alışılmadık bir açıdan yorumlandığı için Batı’da geliştirilmiş kalıpların hiç bir uyarlamaya başvurulmadan aynen Osmanlı toplumuna çakıştırılmak istenmesidir. Bu yüzden birbirinin tam tersi olması gereken Feodalite ile Asya üretim biçimleri her ikisi de aynı toplum için savunulabilmiştir. Bu objektiflikten de yaratıcılıktan da uzak tutumlar sonucu tarihsel gerçekliğin anlaşılması gecikmiş sayılabilir. Yine de bu tartışmalar sayesindedir ki Cumhuriyetin başından beri sürdürülen bir tarihsel kopukluk bir ölçüde kapatılmaya başlanmıştır.
Acaba çeşitli model uygulamalarından sonra bir de kendine özgü yanları klâsik şemalardan ayrı tutulmasını gerektirecek bir Osmanlı olgusundan söz edemez miyiz? Böylece Batı’daki gelişmelerde görülmeyen bazı gerçeklikler hak ettikleri yeri çözümlemede almış olamaz mı? Tartışma henüz kapanmadığına göre belki böyle bir Osmanlı “specificite”sinden (özgüllüğünden) söz etmek de yarar sağlayabilir.
Biz Osmanlı düzeni üzerine yapılan tartışmaların kesin sonuçlarını beklemeden veri olarak herkesin benimseyebileceği iki gerçeklik üzerinde durmak istiyoruz : Ordu ve merkezî devlet.
Bir bakıma Avrupa feodalitesiyle Osmanlı İmparatorluğunu birbirinden ayıran bu iki gerçeklik pek çok tarihçi ve düşünürün ortak noktalarıdır. Yalnız bu özellikler bile Türkiye gelişmelerini Batı’dan ayırır. Çağdaş dünyada görülen merkezî devlet ve meslekî ordu aslında Batı’da XIX. yy.’da ortaya çıkmışken Türk toplumları bu iki olguyu yüzyıllar önce tanımış bulunuyorlardı.
Türkler, kuşkusuz o günün teknolojik olanakları ölçüsünde daha göçebe aşamada bile uygulamaya çalıştıkları toprak bütünlüğü , siyasal iktidarın bölünmez ve karşıt tanımazlığı gibi ilkeleri çok önceleri tanımışken ki bu ilkeler sonraları çağdaş devletin niteliklerini oluşturacaktır.
Batı bu durumdan çok uzaktı. Batı’da, Türklerin çağdaşları ulusal bir birliğe ulaşmak şöyle dursun feodal parçalanmalarla hem toprak bütünlüğü hem iktidarın birliği ve bölünmezliği XIX. yy.’a kadar birer hayal olarak kalacaktır.
Kuşkusuz Türkiye’de de bazen çevre-merkez çatışmalarına rastlanmıştır. Merkezî iktidar bunalıma düştüğünde ya da zayıfladığında bundan yararlanmak isteyen “feodal” davranışlar görülmüştür. Fakat her seferinde de merkez üstünlüğünü kurabilmiştir. Çünkü merkezin konumu Batı krallıkları gibi başına buyruk Senyörlerin isteklerine kalmış, istikrarsız dengelemelerle kurulmamıştır. Osmanlılının ciddî birlik nedenleri vardır.
Bu nedenlerin başında ordu gelmektedir. Ordu ise tümüyle bir savunma örgütünden ibaret değildir. Özellikle taşra ordusu diyebileceğimiz Sipahi örgütü aynı zamanda bir toprak politikası aracı niteliğindedir. Yani ordu ve toprak yönetimi iç içe girmiş durumdadır. Böylece ordu-toprak ikilemi aracılığıyla askerî eylem ekonomik eylemden soyutlanmadan hatta onun bir bütünleyicisi olarak gerçekleştirilmiş olacaktır. Bu da adına İKTA denen bir toprak dağıtım düzeni aracılığıyla yapılacaktır.
İkta , Selçuklular zamanında da uygulanmakla birlikte asıl, devletin toprak temelini oluşturacak biçimde Osmanlılarda uygulanacaktır. İktanın dayandığı ilke “ toprağın özel mülk sayılmaması “dır. İmparatorluğun bütün toprakları, özellikle en verimli olanları kişiler arasında alım, satım, miras ve benzeri özel hukuk işlemlerine konu olamaz.
Demek ki toprak üzerinde özel mülkiyet söz konusu değildir. Toprak, tanrı adına, devleti kişiliğinde temsil eden Sultana aittir. Sultan bu toprakların belirli süreler için ve belirli koşullarla asker, sivil ve din seçkinlerine kullanım hakkım verir. Karşılığında da belirli bir vergi alır. Kuşkusuz bu dağıtımın ölçütü özellikle düzenin iyi işlediği zamanlarda, yani XVI. yy. sonlarına kadar, savaşta gösterilecek kahramanlık, devlete gösterilecek hizmet gibi bir çeşit kamu yararı niteliğinde idi.
Özet olarak, kaim çizgisiyle verilen bu düzen Osmanlı iktidar yapısının bel kemiğini oluşturur. Çünkü bir yandan merkez otoritesini taşra güçlerinin gelişmesinden koruyucu, öte yandan İmparatorluğun en önemli ögesi olan orduyu başlıca üretim aracı olan toprak ile kaynaştırıcı olmaktadır. Bu temel çerçeve belirli bir zenginlik sınırını aşan devlet görevlilerinin mallarına el konması , (müsadere) gittikleri yerlerde zamanla devlete karşı bir güç oluşturacak ölçüde güçlenmemeleri için sık sık görev yerlerinin değiştirilmesi v.b. önlem ve politikalarla merkezin hem devlet kadrosu hem de halk üzerindeki üstünlüğü pekiştirilmektedir.
Devletin halk üzerindeki egemenliği o ölçüdedir ki kişisel girişimlere, zenginleşmelere, daha belirgin bir anlatımla sermaye birikimlerine hemen hemen olanak yok gibidir. Küçük sanayi ve zanaat kolları da ya doğrudan doğruya devletin, ya da devletin “çok ileri giden” bireyi durdurma eğilimine uygun anlayışta loncaların denetimleri sonucu önceden belirlenmiş kısıtlı bir gelişme çizgisi izlemek durumundadırlar. Ticaret ise sanki gelişmesini sınırlı tutmak için ne kadar vergilendirme varsa düşünülmüştür. Bir ilden diğerine hem giren hem çıkan maldan vergi alacak kadar. Osmanlılarda ticaretin küçümsenmesi anlamsız değildir.
Bütün bu kısıtlayıcı, denetleyici eğilimlerin anlamı nedir?
Herhalde devlet her şeyin ve herkesin üstünde olmak istemektedir. Ve işte burada da Batı’daki gelişmelerden farklı bir durumla karşılaşıyoruz. Feodalite bıraktığı kaçaklar, sızıntılarla, birikimlerle kapitalizme gebe kalırken Osmanlı devleti değişmez bir düzen (nizam-ı kadim) kurmak iddiasıyla sistemin her yanını sıkı sıkıya tıkayarak değişen dünya içinde değişmeyen bir dünya olmaya çalışmıştır.
Kuşkusuz henüz değişmemiş bir dünya ortamında böylesine istikrara yönelik bir devlet düzeni hem insan hem toprak üzerinde çağdaşlarından daha etkin olacaktı. Nitekim zamanının en geniş siyasal sınırlarına egemen olabilmek ve yine en kozmopolit bir nüfuzu altı yüzyıl boyunca yönetebilmek ister istemez kişilerin aleyhine ve devletin lehine bir otorite düzeniyle olabilmiştir. Böylece merkezde güçlü ve istikrarlı, çevresinde ise saldırgan ve yayılgan bir dünya devleti ortaya çıkmıştır.
İşte bu otoriter/totaliter devlet yapısı yeryüzünün büyük dönüşümlerinden uzak kaldığından “ Büyük Türk ” durağan bir dünyanın özenilen bir oyuncusu iken değişen dünyanın şaşkın ve uyumsuz bir seyircisi oluverecektir.
Bir başka devlet geleneği, iktidarı kişiselleştiren bir gelenek de yine merkeziyetçiliği ve ordu ağırlıklı toplumu pekiştirmiştir. Osmanlılarda iktidarı “Tanrının gölgesi” Sultan kişileştirir. Sultan böylece hem gökyüzünü hem yeryüzünü yargılar. Onun için din gücüyle devlet gücü çatışması baştan dışlanmıştır. Bu iktidar mutlakiyeti devletin parçalanması, bölüşülmesi olasılıklarını da ortadan kaldırmaktadır. Hatta bunu sağlamak için Sultanların öz kardeşlerini öldürmeyi bile göze aldıkları çok sık olmuştur.
Osmanlı düzeni mutlak monarşinin bütün belirgin özelliklerini taşır. Sultan sınırsız bir iktidar kullanır, denetilemez, görevden almamaz… Sultan bu sınırsız yetkilerle kendini toplum üzerinde, bir Sultanın deyimiyle sürü gibi yönetilmesi gereken halkın (Reaya) çobanı gibi görmektedir. Bu tepeden inen devlet anlayışı (providentialisme) toplumun hem tepesinde hem de tabanında öylesine derinden yerleşmiştir ki belki de çağdaş Türk toplumunun kendi kendini yönetme denemelerindeki zorluklar, başarısızlıklar en eski kaynaklarını buradan almaktadır.
Sultanın düzen içindeki yeri o denli önemlidir ki bunu vurgulamak için Osmanlı düzenini bazı düşünürler kendi adıyla adlandırmışlardır : Sultanizm .
Burada birey-toplum-tarih ilişkileri ve rol dağılımı anılarak toplum ve tarihte kişilerin önemini küçümseyici eğilimlerin sakıncalarına değinilebilir.
Osmanlılarda din kurumunun iktidar yapısı ve askerîlikle ilişkileri oranında ele alınmasında yarar vardır. Kuşkusuz din Osmanlılarda son derece önemde bir yer tutmaktadır. Ancak buradan, özellikle İmparatorluğun yayılma dönemlerinde, tipik bir teokratik devlet sonucuna varmak da doğru değildir. Örneğin Katolik Roma’daki gibi kendi başına bağımsız bir ruhanî iktidar söz konusu değildir. Yasama ve yargı düzeyinde bile din kuralları ayrımsız bir uygulama alanına sahip değillerdir. Dine karşı diyemesek bile en azından din dışı bazı yasama uygulama kuralları bulunduğu bilinmektedir. (örfî hukuk) Din ve din adamları siyasal iktidarın emrinde denemese bile güdümündedirler. Dinin devlet yaşamındaki en büyük işlevi de savaş için bir moral kaynak oluşturmasında görülebilir. Bu arada ülke içi uygulamaların uyruğa benimsetilmesi için açıklama ve haklı gösterme işlevi sayılmalıdır.
Bazı Batılı tarihçiler dinin Osmanlı devletinin genişlemesinde baş etmen olduğu biçiminde görüşler ileri sürülegelmiştir. Osmanlı genişlemesini “ İslâmm kılıcı ” sayarak tek nedene indirgeyen bu yorum ne kadar gerçek payı taşırsa taşısın tarihsel gerçeğin ancak bir boyutunu oluşturur kanısındayız. Sünnîliğin egemen olduğu bir toplumda Bektaşîlik gibi bir tarikatın Yeniçerilik kurumunun içine kadar girebilmesi de bu konuda kesin yargılar oluşturmaktan çekinme gereğini vurgulayan bir örnektir.
Osmanlı iktidar yapısıyla ilgili gözlemlerimizi son bir belirtmeyle noktalayalım: Çağdaşlarından çok ayrı bir devlet-toplum ikilisi sunar. Bu yüzden Osmanlı devleti toplumuyla yabancılaşma ilişkileri içinde bir siyasal iktidar örneği oluşturmaktadır. Öncelikle kurucu öge Türklere karşı yabancılaşmış fakat diğer bütün halklar karşısında da değişik ölçülerde yabancılaşma eğilimleri taşımıştır.
İstikrarlı toplum kurma kaygısıyla oluşturulan kurumlar ve kurallar sonunda karşımıza halktan kopuk bir devlet türü çıkarmıştır. Bu devlette geniş toplumsal kitleler hiç bir biçimde kendilerini iktidar katına duyuramazlar. Devlet kadroları olabildiğince çeşitli toplumsal çıkar ve özlemlerden arındırılmış bir anlayışla kurulmaya çalışılır. Bunun en güzel örneği göreceğimiz gibi Yeniçerilik kurumudur. Osmanlılıkta devlet neredeyse a-sosyal, toplum-dışı bir olgudur. Toplum dışından oluşan devlet, dönüp topluma yol ve yön verir.
Bu durumda Batı’daki gelişmelerden apayrı bir yolun Osmanlılar için açılmasına tanık oluyoruz. Bir yandan tepeden inmeci bir siyaset geleneği, öte yandan kendi doğal gelişmesine bırakılmamış bar toplum. Bu iki siyasal ve toplumsal gerçektir ki Batı’daki kendiliğinden, organik gelişme türüne karşılık, Batı gelişmesi ve saldırganlığı karşısında uyarılmış, savunmacı gelişme türünü yaratmıştır.
İşte Orta Asya’dan kıskançlıkla korunarak getirilen askerîlik böyle bir siyasal yapı içinde yeniden biçimlenecektir.