SYKP 2014 Yerel Seçim Bildirgesi: Özgür Kentlerden Sosyalizme

Bugün dünyada hakim olan emperyalist-kapitalist sistem 1970’lerden itibaren içine girdiği ve derinleşmekte olan kriz nedeniyle giderek tekliyor. Sadece teklemi­yor; kendisiyle birlikte insanlığı, yerküredeki biyolojik yaşamı ve doğayı da bir yok oluşa doğru sürüklüyor.

  1. yüzyılın sonu itibarıyla kapital­ist dünya sisteminin ve uygarlığının insanlığı getirdiği nokta, aslında bir çıkmazdır. Çünkü:

kalan kentler çok dengesiz bir nü­fus dağılımıyla doğayı baskı altına almakla kalmıyor; gündelik yaşamı bir çileye çeviriyor ve her türden suç oranında yaşanan patlamayla birer toplumsal bunalım yatağı haline geliyor.

AKP baskıcı ve totaliterbir rejim inşa ediyorLakin Türkiye’de derinden derine işleyen, bazen şiddetlenerek kend­isini açığa vuran sistem krizinin yanında bir başka kriz daha yaşanıyor: Özellikle son 20 yıldır giderek keskinleşen, siyasi günde­min ilk sıralarından hiç düşmeyen ve toplumu kendi etrafında kutuplaştıran bir rejim krizi… Ülkenin çok dilli, çok kimlik­li, çok kültürlü ve çok inançlı yapısını tanımayan, bu çokluğa kendini ifade etme kanalları açma­yan, tek bir mezhep esası üzerinden dini devlet denetimine alarak resmileştiren, farklılıkları yok edici ve asimilasyoncu bir uluslaşma çizgisinde ısrar eden, sınıfsal hareketleri ve örgüt­lenmeleri “imtiyazsız, sınıfsız bir kitle” anlayışıyla bastıran, devleti kutsallaştıran, aşırı bürokratik ve merkezi bir rejim artık yürümüyor. Toplumun açığa çıkan dinamikleri, talepleri ve arayışları artık bu çerçeveye sığmıyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin rejim krizini köklü bir demokratik değişiklikleriyle yetinmesi, son düzenlemelerle aslında tamamını “özel yetkiliye” çevirdiği mah­kemeleri toplumsal muhalefetin üstüne sürmesi ve diğer baskıcı ve keyfi uygulama ve tertipler başka bir anlama gelmiyor.

AKP, aynı zamanda halkın ezici çoğunluğunun çıkarlarına karşı neo-liberal bir taarruzun koçbaşı olduğu için de demokratikleşmenin öznesi ve taşıyıcısı olamıyor. Zira hakiki bir demokratikleşme yol­una girmek, aynı zamanda ser­maye hâkimiyetinin emekçile­rin kolektif hak ve kazanımlarıyla sınırlandırılmasından geçer. Demokrasiyi dört yılda bir yapılan seçimlere indirgeyenler, aslında “halk    egemenliği” kavramınıniçini boşaltıyorlar. Gerçek bir demokratikleşmeye giden yol halkın kendi geleceğini gitgide kendi ellerine almasından, yaşamın her alanında söz ve karar sahibi olmasından, yönetim süreçlerine doğrudan katılmasından, dev­leti ve tekellerin hakimiyetini sınırlandırmasından, seçilenleri ve bütün görevlileri denetleme, he­sap sorma ve geri çağırma hakkına sahip olmasından ve günümüz Türkiye’si söz konusu olduğunda aynı zamanda onurlu bir barışın te­sis edilmesinden geçiyor.

Herhangi bir resmi ideolojiyi day­atmayan, ulusu ve vatandaşlığı et­nik temelde tanımlamayan, dev­letin yetkilerini sınırlayan, her kuşaktan bireysel ve kolektif in­san haklarını esas alan, cinsiyet özgürlükçü, doğaya saygıyı insana saygıyla bir tutan, Türkiye’nin büt­ün farklı kimliklerini, inançlarını, kültürel değerlerini koruyan ve halkın özyönetimine imkân tanıyan bir anayasa yapılmadan böyle bir yola girmek imkansızdır. Böyle bir anayasa esas olarak parlamento içi güç dengelerine bakılarak değil; halkın taleplerini görünür kılacak bir anayasal hareketin sokağa ve hak mücadelelerine yaslanmasıyla mümkün olabilir.

Türkiye’de köklü bir demokratikleşme ile Kürt soru­nunun çözümü ve onurlu bir barış arasında ayrılmaz bir bağ var. Çünkü “başka bir halkı ezen bir halk özgür olamaz”.

Ancak, yıllardır özlemini duyduğumuz, kalıcı bir barışa ulaşmak için, devlet ve hükümet katında kararlı bir “çözüm iradesi”nin bulunması gereki­yor. Kürt halkının temsilcileri aracılığı ile ortaya koyduğu talep ve beklentiler dikkate alınmadan ve uzun süredir İmralı’da süren görüşmeler bir an önce müzakere sürecine dönüştürülmeden bu yolda yürümek mümkün değil. AKPnin sefalet ve mülksüzleştirme, tüken- seçimler öncesi oyalama siyaseti mez ve bedava bir kaynakmışçasına izlenimi veren tutumu doğanın  talan   edip barış umutlarını gölgeliyor.

Neo-liberal küreselleşme saldırısı

Var olduğu günden beri, kapitalizmin in­san ve toplum hayatına yön veren belli başlı işleyiş ilkeleri hep aynı: Kaynağını emeğin sömürüsünden alan doymak bilmez bir kâr hırsı, olabildiğince kuralsız bir piyasa, bu piyasa içinde sürdürül­en kıran kırana ve kör bir rekabet, ken­di kendisini düzen – leyen ve dengesini kendiliğinden bulan bir piyasa anlayışıyla ekonominin siyas­etten ve toplumsal karar süreçlerinden kopartılması, eme­kçilerin tamamen korumasız hale get­irilmesi, bir uçta iler­leyen bir tekelleşme eşliğinde gittikçe yoğunlaşan bir servet birikimi, diğer uçta ise giderek artan bir

Var olduğu günden beri, kapitalizmin insan ve toplum hayatına yön veren belli başlı işleyiş il­keleri hep aynı: Kaynağını emeğin sömürüsünden alan doymak bilmez bir kâr hırsı, olabildiğince kuralsız bir piyasa, bu piyasa içinde sürdürülen kıran kırana ve kör bir rekabet, kendi kendisini düzenleyen ve dengesini kendiliğinden bulan bir piyasa anlayışıyla eko­nominin siyasetten ve toplumsal karar süreçler­inden kopartılması, emekçilerin tamamen korumasız hale get­irilmesi, bir uçta ilerleyen bir tekelleşme eşliğinde gittikçe yoğunlaşan bir servet birikimi, diğer uçta ise giderek artan bir se­falet ve mülksüzleştirme, tükenmez ve bedava bir kaynakmışçasına doğanın talan edilmesi ve kadının ev içi emeğine bedavadan el konulması…

Buna karşılık, halkın, ücret­li emekçile­rin, köylülerin, işsizlerin ve kadınların karşı hareketinin temel yönelişleri ve kalkış noktaları da neredeyse hep aynı olageldi: Ekonominin de özyönetimi, eko­nomik süreçlere kâr  hırsının değil toplumsal ihtiyaçların yön vermesi, toplumsal servetin, doğal ve beşeri kaynakların planlı kullanımı ve tahsisi, doğanın gelecek kuşaklara iyi durumda devredilecek bir emanet olarak görülmesi, kadının yeniden üretici ev içi emeğinin tanınması, sömürünün ortadan kaldırılması, çözülen toplumsallığın bireysel özgürlük, varoluş ve ifade alanlarını da genişletecek şekilde yeniden inşası, yıkıcı rekabete ve kapitalizmin empoze ettiği “in­san insanın kurdudur” anlayışına karşı toplumsal dayanışmanın, paylaşımın, imecenin, elbirliğinin ve ortaklaşmanın vücut bulduğu öz-örgütlenmelere yönelme, eme­kçilere, kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve engellilere koruyucu düzenleme ve sosyal güvence, teknolojik ilerlemelere ve artan emek verimliliğine paralel olarak çalışma saatlerinin düşürülmesi… Dünya kapitalizminin son 30 yıllık tarihine, sermayenin yukarıda anlatılan mantığının önündeki tüm engelleri temizlemeye ve başlıca kalkış noktalarını sıraladığımız karşı hareketi geriletmeye azmetmiş neo-liberal küreselleşme saldırısı damgasını vurdu.

Türkiye ‘70’lerin Türkiye’si değildir Aradan geçen 30 yıl boyunca Türkiye’nin çehresi, iktisadi yapısı, tarımı, dünya kapitalizmine eklem­lenme biçimi, sermaye birikim tarzı, toplumsal dokusu, nüfus dengeleri, sanayisinin coğrafi dağılımı ve ikti­dar bloğunun bileşimi ve iç dengeleri ciddi bir dönüşüm geçirdi.

Bu dönüşümün belli başlı çizgileri şunlar:

Toplumsal muhalefet mücadele arenasına boylu boyunca giriyor Lakin son birkaç yılda arka arka­ya yaşanan gelişmeler, yeni bir başlangıca doğru ilerlediğimizin işaretlerini ortaya koyuyor.

ABD Merkez Bankasının fai­zleri yükseltme, bono alımlarını yavaşlatma yoluna girecek olması “sıcak parayla” ayakta duran Tür­kiye ekonomisi için alarm zil­lerinin çalmasına neden oluyor. Sermaye bulmanın eskisi kadar ko­lay olmayacağının ortaya çıkması sağlamlığıyla övünülen ekonominin hiç de öyle olmadığını, kırılgan bir zeminde durduğunu kanıtlıyor. AKP’nin Suriye politikası tam bir hüsranla sonuçlandı. Komşularla sıfır sorun politikası iflas etti. Türkiye’nin nerede ise sorunlu olmadığı komşusu kalmadı. Böyle­likle Türkiye’nin İslam ülkelerine rol model olacağı hayali suya düştü. Esad’ı devirmek için El Kaide ve uzantılarına destek olan Türkiye mülteci akınına uğradı. 200 bini İstanbul’da olmak üzere 600 bin Suriye’li mültecinin Türkiye’nin başına ne tür belalar açabileceği El Kaide ve uzantılarının son dönemde yoğunlaştırdıkları tehditlerle görül­meye başlandı.

Polis eskisi akıl hocalarının da teşvikiyle Kürt hareketini “Sri Lan­ka” modeli yoluyla tasfiye etme siyasetine soyunan AKP Hükü­meti beklemediği gelişmelerle yüz yüze geldi. Askeri başarılarla Kürt gerillasının belini kırma düşüncesi gerçekleşmedi. Tam tersine, gerilla Hakkari üçgenini kurtarılmış bölge haline getirerek güvenlik güçlerinin bu alana girmesini neredeyse imkansız hale getirdi. Arka arkaya gelen KCK operasyonlarıyla Kürt gerillasının cephe gerisini kuşatma, BDP’yi etkisizleştirme, böylelikle AKP Hükümeti ile uyumlu alter­natif bir Kürt “muhalefeti” yaratma planı ise nerede ise anlamlı hiçbir sonuç üretmedi. Kürt hareketi KCK operasyonlarıyla yitirdiği kadroların yerine yenilerini getirme becerisini gösterdi, havuzun suyunu boşaltarak balığı yalnız bırakma politikası başarısız oldu. AKP’nin “Sri Lanka” modeli yoluyla Kürt hareketini tasfiye etme politikasının başarısızlığının en çarpıcı kanıtını ise Kürt gerillasının BDP milletve- killeriyle karşılaşma/kucaklaşma görüntüleri oluşturdu. Bu gelişmelere paralel olarak Rojavada Kürt hareketinin kazandığı olağanüstü başarı AKP’nin rota değişikliğine girmesini zorunlu hale getirdi.

Bütün bu gelişmeler, son seçim­lerde MHP’ye “Öcalan’ı niçin asmadınız?” diyerek milliyetçi­lik dersi veren Tayyip Erdoğan’ın, güvendiği istihbaratçısını, Hakan Fidan’ı İmralı’ya yollaması sonu­cunu doğurdu. Böylelikle Türkiye “çözüm süreci”nin kapısını araladı.

Araladı zira, AKP Hükümeti’nin her seçim dönemi öncesi nefes almak için Kürt hareketine uzattığı sahte zeytin dallarından birisine benzi­yor bu girişim. Bu nedenle “çözüm süreci”ni ilerleterek AKP’nin yüz geri etmesini engellemek Kürt hareketinin ve barış güçlerinin çabalarına bağlı.

Silahların susarak “çözüm süreci”ne girilmesi varolan toplumsal iklimi derinden etkiledi. Toplumsal mu­halefet dinamiklerinin silkinme, mücadeleye soyunma ve gider­ek güçlenme olanaklarını büyük ölçüde arttırdı.

Yukarıda işaret ettiğimiz son birkaç yılın gelişmeleri, İstanbul’un en önemli meydanında “üç beş ağaç” için başlayan mücadelenin 31 Mayıs akşamı yüzbinleri içine çeken bir anafor haline dönüşmesi, 1 Haziran ayaklanmasının gerçekleşmesi so­nucunu doğurdu.

Kapitalist kentlerin oluşumu ve yerel yönetimler Ortaçağ Avrupası’nda kentlerin gelişme tarihi, aynı zamanda de­mokrasinin yükseliş tarihine de tekabül eder. Feodal egemenlik alanı dışında bir varoluş arayan yeni gelişen ticaret ve sanayi burjuvazisi, bu varoluşu kendi çıkarlarını özgür­lük arayan serflerin ve işçilerin çıkarlarıyla kentte birleştirerek buldu. Feodal egemenlik alanının dışında kimi kentlerde, o kente ait, eşitlik temeline dayalı bir sosyal anlaşma ile yeni bir varoluş biçimi yaratıldı. Feodalite yıkıma giderken oluşan monarşiler bu kentleri kendi denetimleri altına almış olsalar bile, kentin özgürleştiriciliğini unutma­yan işçiler ve siyasal amaçlarına ulaşmak için onlarla yan yana durmayı zorunlu gören burjuvalar, kentlerin merkezden özerkliğinin savunucusu oldular. Demokra­tik devrimler kimi zaman burju­vazinin monarşilerle anlaşmasıyla sonuçlanmış olsa bile, merkezin gücünün sınırlanması kentlerin kendilerine bir miktar iktidar alanı ayırmaları ile mümkün olabildi. Demokratik devrimler, oluşan dev­letlere yerel yönetimleri bir kenara koyamayacak bir şekil verdi. 19. ve 20. yüzyıllardaki sınıf mücadele­lerinin dayatmaları sonucu yerel yönetimler daha da gelişti ve bur­juvazi, ezilenler ile daha fazla kon­sensüs aramasına yol açacak çağdaş biçimleri benimsemek zorunda kaldı. Artık yerel yönetimler toplum­sal yapının ayrılmaz bir parçası haline gelmiş bulunuyorlardı. Burjuva devletler çoğunlukla saf biçimleri içerisinde var olmamış, özellikle Fransız Devrimi’nin yarattığı ürküntü içinde hep feo­daliteyle bir kaynaşmayla birlikte burjuvazinin kabusudur.

Paris Komünü tam tersi bir eğilimi hayata geçirme işine girişti. Yerel ik­tidarlar (özgür kentler) ile merkezin ilişkisini burjuvazinin yaptığının tam tersi şekilde gerçekleştirme yol­una girdi. Marx bunu şöyle özetli­yordu:

“Paris Komünü, elbette Fransa’nın en büyük sanayi merkezlerine örnek hizmeti görecekti. Komün rejimi Paris’te ve ik­incil merkezlerde bir kez kurulduktan sonra eski merkezi hükümet, yerini taşra illerinde de üreticilerin kendi hükümetlerine bırakmak zorunda kalacaktı. Komünün geliştirme zamanı bulamadığı kısa bir ulusal örgütlenme taslağıyla, Komün’ün en küçük kırsal yerleşme merkezlerinin bile si­yasal biçimi olması ve kırsal bölgelerde sürek­li ordunun, hizmet süresi son derece kısa bir halk misiyle değiştirilmesi gerektiği açıkça ortaya kondu. Her ilin kırsal komün­leri, ortak işlerini ilin yönetim merkezindeki bir temsilciler meclisi aracılığıyla yönetecek ve bu il meclisleri de Paris’teki ulusal yetkililer kuruluna kendi temsilcilerini gönderecekler­di; temsilciler her an görevden geri alınabilecek ve seçmenlerinin emredici vekaletleriyle bağlı olacaklardı. Bir merkezi hükümete gene de kalan az sayıda ama önemli görevler, gerçeğe aykırılığı biline bi­line söylendiği gibi kaldırılmayacak, ancak komünal, yani sıkı sıkıya so­rumlu görevliler tarafından yürüt­üleceklerdi. Ulusun birliği bo­zulmayacak tam tersine, Komün anayasasıyla örgütlenecekti. Bu birlik, onun cisimleşmesi olduğunu ileri sürmekle birlikte, gerçekte ulu­sun asalak bir uru olmasına rağmen ulustan bağımsız ve onun üzerinde yer almak isteyen devlet iktidarının ortadan kaldırılmasıyla bir gerçek­lik haline gelecekti”.

Komün, burjuva devletlerin eğiliminin tam tersine iktidarı merkeze değil yerel iktidarlara veri­yordu. Çoğunluğun iktidarında eğilimin bu doğrultuda olması, yerel yönetimin erkinin elinden alınması değil, daha da güçlendirilmesinin söz konusu olması gerekir. Ancak böylelikle Marx’ın sözünü ettiği devletin sönmesi doğrultusunda il­erleyebilmek mümkün olabilir. Git­tikçe güçlenen bir merkezi aparatın sönmesinden söz edilemeyeceğine göre, gittikçe ortadan kalkan, belli fonksiyonları artık yerine getirmey­en, getirmesine gerek kalmayan bir devlet aparatıdır söz konusu olan. Burjuvazi devlet aparatını bir azınlık iktidarı olarak çoğunluğu bastırma zorunluluğunun gereği olarak elinde tutarken, çoğunluk burju­vaziyi bastırabilmek için onu elinde tutar. İşte bu nedenle çoğunluk iktidarında, yerel olandan merkezi olana esasında yok denebilecek ka­dar az iş kalır.

Çoğunluk iktidarında da azınlık iktidarında olduğu gibi yerel iktidar ile merkezin birleşmesi gerçekleşir. Azınlık iktidarında birleşme yerelin gücünü elinden alırken, her daim buna eğilimli olurken, çoğunluk iktidarı bizahati yerel iktidarın gücüne dayanarak birleşmeyi gerçekleştirir. Bu iki biçimde birleşmenin niteliği birbirinden tamamen farklıdır. Birbirlerine göre karşılıklı olarak baş aşağı durur­lar. Böylelikle demokratik ve sosyal cumhuriyet bulunduğu alanda ik­tidar sahibi olan özyönetimlerce oluşturulur.

Türkiye’de yerel yönetimler Osmanlı da olmadığı gibi Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de yerel ikti­darlardan (özgür kentler) bahsede­bilmek olanaklı değildir. Osmanlı da olabilmesi mutlak merkeziyetçilik çerçevesinde olanaklı da değildi. Böyle bir zorlama için kapitaliz­min gelişkinlik düzeyi zaten el­vermiyordu. Meşrutiyet bile zayıf iç dinamiklere karşın dış faktörl­erin dayatmasının sonucu ortaya çıkabildi.

Cumhuriyet ise sözde batının şekillenmesini örnek almış olsa da, batının demokrasi geleneğini değil, ona ait şekilleri sadece örnek aldı ve içini de Osmanlı mutlakiyetçiliği ile doldurdu. 2. Meşrutiyet’ten bile geri, mutlak merkeziyetçi bir yapı yarattı.

Meşrutiyet meclisi, sultanın bazı yetkilerini sınırlamak için ortaya çıkmış iken, Cumhuriyet meclisi M. Kemal’in yetkilerini desteklemenin aracı olarak şekillendi. Böyle bir merkeze tabi olarak ortaya çıkacak olan illerdeki yönetimleri de artık batıda kendi erkleriyle tarih sahn­esine gelen yerel yönetimlerle benzeştirmek olanaklı olamazdı. TC’nin idari bölünmesinde il çer­çevesinde kurulan yapılar yerel yönetim olarak tanıtılıyor. Ve hatta bunlar daha altında yer alan birim­leriyle sanki halkın iradesinin daha geniş yansımasının mekanizması oluşturulmuş gibi görünüyor. El­bette böyle bir yapı seçilen yerel meclislerin halkoyuna dayanması dolayısıyla belli bir düzeyde siyasete

katılım ifade edebilir. Ancak siyasete katılanların (ülke çapındaki seçim­lerin sonuçları da bu anlamda ben­zerdir) seçtiklerinin amellerini an­cak beş yılda bir denetleme hakları olduğu gibi, temsilci olarak seç­tiklerinin de yerel “idare” anlamında hiçbir yetkisi yoktur. Hiçbir yetkisi olmayan idarenin idare olduğundan söz edilemez. Ancak halk tarafından seçilen ama bir başkasının temsilcisi olma durumunda bulunurlar. Bu temsili yetki de “merkez” tarafından tayin edilmektedir.

TC’nin yerel yönetime ilişkin politikasının esasını, yerel olanı en sıkı bağlarla merkeze bağlamak oluşturmaktadır. Ülke çapında ik­tidar yürütmenin kurumları olan yapıların yerel düzeyde de uzantıları vardır ve bunlar seçilen il genel me­clisi ve belediye başkanının deneti­mi altında değil, doğrudan valinin denetimi altındadır. İş bu kadarla da kalmamakta, belediye başkanı da merkezin temsilcisi olan valinin de­netimi altında bulunmaktadır. Hali­yle hepsi birden İçişleri bakanlığının denetimi altında bulunmaktadırlar. Bu statüko ortadan kaldırılmadıktan ve seçimlerle gelenlere, sınırları yer­el yönetim anayasası ile belirlenmiş haklar çerçevesinde özerk davran­ma imkanı tanınmadıktan sonra, TC’de yerel yönetimin ve bu çerçe­vede demokrasinin olduğunu söylemek olanaklı değildir. Demokra­tik devrim gerçekleştirmiş olan tüm ülkelerde böyle bir yerel yönetim yapısına rastlanmaz. Adı vali diye geçen yerlerde de aslında seçimle gelmiş bir yerel yönetim başkanı söz konusudur.

Temsili demokrasi ile doğrudan demokrasinin eklemlenmesi Yerel yönetimler gerek burjuva cumhuriyeti gerekse demokratik ve sosyal cumhuriyet koşullarında en geniş kitlelerin toplum yaşamına müdahalelerinin olanaklarını su­narlar. Demokratik bir biçimde merkezileşmek ülke çapında va­rolan dengesizlikleri ortadan kaldırmak için gerekli iken, yığınların siyasete esas müdahale­sinin alanlarını yerel yönetimler oluşturmak durumundadır. Gerek demokratik ve sosyal cumhuriyette gerekse burjuva cumhuriyette işçi sınıfının/halkın toplum yaşamına müdahalesinin en etkin biçime kavuşması yerel olarak oluşan tem­sili demokrasi yapılanmalarının doğrudan demokrasi işleyişleri ile birleştirilmesini gerekli kılar. Burjuva egemenliği altında bu birleştirmenin nerelere kadar uzanacağı kestirilemezse de de­mokratik ve sosyal cumhuriyet koşullarında proletarya, doğrudan demokrasi işleyişlerini sürekli olarak temsili kurumlar karşısında artırmak suretiyle tam demokra­sinin egemenliğine doğru ilerler. Tam demokrasinin egemenliği ise herkesin yönetici durumuna geldiği ve dolayısıyla da kimsenin kimseyi yönetmediği bir ilişkiye ulaşılması yani yönetim ilişkisi olarak de­mokrasinin ortadan kalkması anlamına gelir.

Kentsel mücadeleler yayılıyor Son yirmi otuz yıldır, dünya dev bir şantiyeye dönüştü adeta. Şu veya bu ülkede patlayan konut balonlarıyla bazen hızları kesilse de, inşaat sektörü, müteahhitlik ve emlak firmaları, onları destekleyen bankalar ve kredi kuruluşları dur durak bilmiyor. Her gelir grubuna ve her beğeniye hitap eden konut reklamlarından geçilmiyor. Koop­eratifçilikle, sendikaların ve yerel yönetimlerin girişimleriyle konut sahibi olmak hemen hemen tarihe karıştı. Emekçiler bankalara bor­çlanarak girdikleri konutlara haciz gelmemesi için didinip duruyorlar. Kırılgan bir borçluluk zincirine yaslanarak hummalı bir faaliyet sürdüren inşaat ve emlak sektörü, kapitalizmin “yaratıcı yıkım”ının koçbaşı olarak işlev görüyor ve bir dizi başka sektörü peşinden sürükleyerek sermaye birikiminin çarklarını yağlıyor. Adına “kent­sel dönüşüm” denen acımasız ve despotik projelerle kurulu kent yapılarının üzerinden buldozer gibi geçiyor, yerlerinden söktüğü kent sakinlerinin alışılmış mahalli yaşamlarını allak bullak ediyor, onların şu veya bu dozda belirli bir komünallik ve komşuluk hu­kuku içeren eski mahallelerini artık erişemeyecekleri mutena ve “nezih” semtlere dönüştürüyor. Yetmedi, uydu kentler, banliyöler yahut şimdi en çok Çin’de görülen sıfırdan ye­pyeni kentler inşa ediyor, birçok fantastik projeye ve dev altyapı yatırımına imza atıyor. Ama bu dev ölçekli ve küresel imar ve inşa faa­liyeti konut ve barınma sorununu çözmeyi vadetmiyor. Aksine, kapi­talizmin tarihinde hep olageldiği gibi, bir kez daha yeniden üretiyor. Çok değil, sadece on yıl arayla dünyamızın uzaydan çekilmiş iki fotoğrafına karşılaştırmalı bir bakış, inşaat sektörünün yol açtığı çarpıcı değişiklikleri saptamaya yeter. Artık şu şüphe götürmez bir gerçek: İnşaat sektörü ve kentsel yatırımlar fazla ve atıl sermayeyi emmenin, bir numaralı alanı… Ser­maye birikiminin vicdansız ve kalp­siz mantığı kentleri ve sakinlerini hedef tahtasına, tam da bu nedenle yerleştirmiş bulunuyor.

Türkiye, bu hal ve gidişatın en net bir biçimde gözlemlenebileceği, bütün kolaylıkların sağlandığı inşaat sektörüne “yürü ya kulum” denen laboratuvar ve eli kulağında yeni bir konut balonuna aday ül­kelerden biri. Her türlü kamusal denetimden muaf tutulan bir devlet kuruluşu olan, ülkenin bütün kent ve kasabalarında tekdüze ve çirkin konut kompleksleriyle boy gösteren Toplu Konut İdaresi (TOKİ), inşaat sektörünün şemsiyesi ve ami­ral gemisi. Ardında ve altında, sponsorluğunu yaptığı özel sek­törün irili ufaklı firmaları ve kentsel rantlara üşüşen akbabaları dizili­yor. Bunlar Büyükşehir Yasası’nın, Afet Yasası’nın, yurt savunması ihtiyacına dayandırılan “acele kamulaştırma”nın, bir seri bakanlar kurulu kararnamesinin ve yetkilerin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda toplanmasının kendilerine sağladığı ayrıcalıklarla halkı hiçe sayan hoy­rat kentsel dönüşüm projelerini be­lirli bir şiddet eşliğinde yükleniyor ve yürütüyorlar. Deprem ve afet ris­kini hayasızca kâra tahvil ediyorlar. Gerek nüfus gerekse uzamsal yayılım bakımından, kentleşmede önceleri aşılmaz sayılan eşikler birer birer aşılmakta. Azmanlaşan, birer uru andıran ve nüfusu on beş mi­lyonu aşan kent sayısında son za­manlarda dramatik bir artış oldu. Bazı kentler bulundukları ülkenin toplam nüfusunun üçte veya dörtte Kentler sermaye birikiminin sadece ortamı değil, artık en önemli kaldıracı… Dolayısıyla, anti- kapitalist mücadelel­erin de sadece sahnesi değil, aynı zamanda çok önemli bir ko­nusu. Kapitalizmin sürekliliğinin, ser­maye birikiminin devamının ve atıl sermayenin harekete geçirilmesinin git­tikçe daha çok mekân üretimine bağlı hale gelmesi, çok önemli olsa da, bunun yegâne nedeni değil. Kapi­talist üretim tarzının örgüsü içinde nötr bir alan olmak şöyle dur­sun, mekan, ama bil­hassa kentsel mekan, tıpkı sermaye gibi, bir toplumsal ilişki.

Ütopyacı tasavvurların ezici çoğunluğunun me­kândan yola çıkması veya mutlaka mekân­sal bir boyut taşıması nedensiz değil. Kentin üretimi ve yeniden üretimi kolektif emeğin çok karmaşık bir işbirliğinin ve birbiri­ni tamamlayan say­maya gelmez faaliyet türünün bir ürünü. Kent, üretici güçlerin durmadan ilerleyen toplumsallaşmasının mekân düzeyinde­ki ifadesi aslında. Bu niteliğiyle kent, dev bir müşterek alandır ve kent hakkı kaynağını buradan almaktadır. Kentsel ve mekânsal mahiyetteki müc­adele ve direnişler kendi anlam derinliklerine işte bu bağlamda kavuşurlar: Sermaye bu müştereği gasp etmeye ve dinamiklerini kendi çıkarları uyarınca yönlendirmeye çalışmakta, buna karşılık, emekçiler kendi kolektif emeklerinin mekân­sal ürününü temellük etmek için çok çeşitli biçimlere bürünen bir kavgaya girişmekteler. Bu kavganın başarıya doğru yol almasının, yeter­li olmasa da, iki gerekli koşulu var: Kent toprağının alım satım konusu olmaktan çıkarılması ve emekçilerin kenti biçimlendiren süreçler üzeri­nde söz ve karar sahibi olması. Hem müşterek bir alanı sahiplenme ve denetleme hem de mekânla birlikte kendimizi de değiştirme yetkisi de­mek olan kent hakkı, oracıkta verili ve sözcüğün alışılagelmiş anlamında bireysel değil. Onun kolektif ve yaptırımcı bir güce dayanması ve kazanılması gerekiyor.

Tahrir (Kahire), Sintigma (Atina), Purta del Sol (Madrit), Zucutti Parkı (New York), Plaza de Armas (San­tiago) ve tabii ki Taksim…. Meydan muharebeleri tam da bu kavganın bir biçimi. Bu kavgada ezilen­lerin tarafının algısı ve mesajı net: Nerenin “kamusal” alan olduğuna, yozlaşan temsili demokrasinin karşısına bütün hercümerci ve yaratıcılığı ile doğrudan demokrasi pratiklerinin ve deneyselliklerinin nerede dikileceğine, emekçilerin ve toplumsal muhalefetin şikâyet ve ta­leplerinin nerede seslendirileceğine, nerenin komünal bir sahneye çevrileceğine sermaye ve onun mer­cileri karar veremez. Bunu biz tayin ederiz.

Öte yandan, kentin üretimi ve yeniden üretimi, sermaye dolaşımının kentsel mekân içinde ve aracılığıyla tamamlanması ve boş zamanın değerlendirilmesiyle ilgili çok çeşitli işlerde çalışanların işçi sınıfının toplamına oranı giderek artıyor. Koşullar üretimle yeniden üretim, klasik meta üretimiyle me­kân üretimi, işyeri kaynaklı müc­adelelerle mekân ve mahalle tabanlı mücadeleler ve çalışma alanıyla yaşam alanları arasında yeni türden, akışkan, geçişken, birbirini karşılıklı olarak besleyen ve tamamlayan bir ilişki kurulmasını zorunlu kılıyor. Bu işçi sınıfının yeni bileşiminin karşımıza çıkardığı bir vecibe­dir aynı zamanda ve üstesinden gelindiği oranda, işçi hareketinin ve anti-kapitalist mücadelenin ufkunu, imkânlarını ve hitap alanını ciddi biçimde genişletecektir.

Gezi isyanı

On yıldan fazla bir zamandır ikti­darda olan AKP Hükümeti’ne yöne­lik tepki birikimi bütün Türkiye’yi içine alan bir yangına dönüştü. Başını Tayyip Erdoğan’ın çektiği AKP Hükümeti yangına su dök­mek yerine harlama yolunu tercih etti. Tayyip Erdoğan, seçimlerin yaklaşıyor olmasının da telaşıyla, Türkiye’yi bir tür erken seçim havasına sokmakla kalmadı, toplu­mu da keskin bir saflaşmaya sürükl­eme yoluna girdi. Varolan problem­lerin sorumluluğunu başkalarının üstüne yıkma, otoritesinden bir şey kaybetmediğini gösterme, itibarının zedelenmesini engelleme motifle­riyle oluşturulan bu politika, oy oranının düşmesini engellemek için saf değiştirmenin nerede ise mümkün olmayacağı bir toplum­sal saflaşmanın kışkırtılmasına dayanıyor.

Tayyip Erdoğan, böyle bir toplum­sal atmosfer yaratabilir ise AKP iktidarından tek bir tuğlanın sökülmeyeceğine, varolan oy oranını koruyabileceğine inanıyor. Böylesi bir toplumsal yarılma ortamında sapla samanın birbirine karışacağı, halkın sesinin duyulmaz hale geleceği, boruyu elinde silahlı güç de dahil olmak üzere devletin olanaklarını bulunduranın çalacağı açık.

AKP Hükümeti, yaratmaya çalıştığı toplumsal yarılma ortamının verdiği olanağa da yaslanarak, gezi direnişi ile birlikte ortaya çıkan hareketi en şiddetli çatışmaların içine çekerek tasfiye etmeyi amaçlıyor. Şimdiye kadar yaşanan gelişmeler gösteri­yor ki AKP bu amacına ulaşmakta başarılı olamadı. Ancak her olanağı bunun için değerlendirdiği, yeni gündemleri topluma dayatma­ya yeltendiğine tanık oluyoruz. Öğrenci evlerinde kızlı-erkekli kalındığı tartışmasının da aynı maksatla devreye sokulduğu, toplumsal yarılmanın yığınların en geri duygularını kışkırtarak derinleştirilmeye çalışıldığına kuşku yok.

Gezi direnişinin ortasında Lice saldırısına tepki gösteren BDP mit­inglerine azgınca saldırarak da bu sonucu almak istemişti AKP Hükü­meti. Ancak Fırat’ın batısının “Diren Lice” şiarlarıyla sunduğu destek bu politikayı boşa çıkardı. Kızlı-erkekli evler tartışmasıyla yaratmak istediği saflaşmada da Tayyip Erdoğan işi eline yüzüne bulaştırmış görünüy­or. Bırakalım toplumsal saflaşmayı derinleştirme başarısını göstermeyi, 40 yıllık yol arkadaşıyla, Bülent Arınç’la arasına kara kedi girdiğine tanık oluyoruz. Tayyip Erdoğan’ın bu yolda ilerlemek için elinden geleni ardına koymayacağı, her tür­lü provokasyonu devreye sokmaya yelteneceğinden kuşku duyulamaz. Duyulamaz zira, kaderini böyle bir toplumsal yarılmanın yaratılmasına

şeye saldırmak ihtiyacı duyuyor. Bir zamanların yığınları uyutma aracı olarak görülmüş olan stadyum­lar iktidarın korkulu rüyası haline geldi. Tayyip Erdoğan üniversiteleri polis işgali altına sokma planlarını ilan ediyor. Bunlar gösteriyor ki, iktidar katından bakılınca da artık eskisi gibi rahat bir hegemonyanın sürdürülemeyeceği, yeni ege­menlik biçimlerinin geliştirilmesi gerektiği düşüncesi AKP iktidarının düşüncesi haline geliyor.

Uzun yıllardır atomize olan, örgütsüzleşen, örgütün, ideolojinin “kötü”, “bela” olduğunu öğrenen yığınlar, büt­ün “bu kötülüklerin” arasından kafasını kaldırıp, “kötülüklere” karşı korunmaya çalışırken kendi yolunu bulmaya çalışıyorlar. Gezinin gösterdiği en önemli gerçeklerden biri budur. Gezi’de or­taya çıkan muhalefete eskinin bilinen yön­temleriyle müdahale etmek hiçbir sonuç vermez. İktidar bu­nun için çok uğraştı; Hareketin eski marjinal yapılara bağlı olduğunu anlat­mak için her yolu denedi; Çünkü biliyor ki, eski yapılar onun kolayca yenebildiği yapılardır; Düşman olarak onları karşısında görmek is­temektedir.

Eski kurumsallaşmış yapılar ele geçirme çabalarında hareketin kıyısında kaldılar. Kendilerini değişime uydurabilenler hareketin tarihten yararlanabilmesine olanak sağlayarak, tekerleği de yeniden keşfetmeye kalkışmadan ilerlem­esine yardımcı oldular ve bundan sonra da olabilecekler. Eski muhale­fetin bu hareketten öğreneceği en önemli şey, kendi muhalefet biçim­lerinin boyunun hiç uzamamasına karşın bu yeni hareketin nasıl yığınları kapsadığını anlamaya çalışmak ve kendini buna göre dönüştürmektir.

İktidar bloku gün geçtikçe daha da çatırdıyor olsa da geniş kitleler üzerindeki ideolojik hegemonyasını henüz kaybetmemiş durumda. Bu mücadeleyi silahsız süren bir gerilla mücadelesi gibi görmek, iktidarın saldırdığı yerde fazla zay­iat vermeden çekilmeyi bilmek, bir başka alanda nefeslenip, yeni saldırı noktalarını iyi tespit edip, güçlerini toparlayarak bir bıktırma savaşı stratejisi izlemek gerekiyor. İktidara karşı verilen bıktırma savaşı aynı zamanda en geniş yığınları neye davet ettiğinin örnekleriyle doldu­rularak direniş tam bir alternatif üretimine yönelmelidir. Taksim mücadelesi kendiliğinden bunun en güzel örneklerini verdi. Hareke­tin nispeten geriye çekildiği aylarda dayanışma ve doğrudan demokrasi örneklerinin üretilmesine girişildi. Parklardaki forumlar, çalışma grupları, mahallelerdeki insiyati- fler şimdiden bir örgütlenmeyi ve hedeflerin hareketin taşıyıcıları tarafından ortaya konulması anlamında programını üretmenin ilk adımlarını oluşturuyorlar.

Şimdi dayanışmanın ve doğrudan demokrasinin var olan rekabetçi alanlara ve temsili demokra­siye nasıl müdahale edip onları dönüştüreceğinin yollarının bulunması zamanıdır. Bu sadece Türkiye’nin mücadelesi değil. Tüm dünya, direnişlerle, işgal hareketleri­yle, Arap ayaklanmalarıyla aynı kavgayı veriyor ve son derece zengin deneyler sergiliyor. Birbirimizden alıp vereceğimiz çok şey var. Hareketin ortak paydasını iktidarın uyguladığı şiddete, o şiddetin saçtığı, totalitarizm, kibir, bir başkasına söz hakkı bırakmayan toptancılığına karşı çıkış oluşturdu. Ama bu hareket sadece bir kaosu anlatmıyor. O kaosun içinden geleceğe taşınacak son derece değerli filizler fışkırıyor. Genç nesiller, önceki nesillerin ön­lerine koyduğu şeyleri kendi bil­dikleri gibi değerlendirecekler veya bir kenara atacaklar. Şimdiye kadar yürüdükleri doğrultuda ne yapar­larsa iyidir. İster atsınlar, ister aynen kullansınlar, ister değiştirsinler ama devrimci bir geleneği ve geleceği kuracaklarına hiç kuşku yok.

20 yüzyılın ikinci yarısında hayata müdahale etmeye girişen 68 kuşağı ve devamı son elli yıllık hayata damgasını basmış olsa da uzun zamandır ki, değişen dünyanın ihtiyaçlarına yanıt verecek bir çer­çeveyi ortaya çıkaramadı. Eski yapılar kemikleşti, daraldı ve ken­dilerini parçalanarak tekrarlayıp duruyorlar. Buna karşılık yeni ne­siller örgüt anlayışı ve eylem biçimi açılarından eskinin tam benzeri ol­mayan yeni biçimlerle hayata mü­dahalelerde bulunuyorlar; Adım adım yeni duruma uygun yeni bir hareket türü ve gelenek yaratıyorlar. Kuşkusuz bir kesim sosyalist bu­nun farkına varmış ve buna uy­gun bir davranışı sergilemeye çalışmaktadırlar. Ancak önemli bir kesimin bu yeni hareketi kendi eski örgütlenmelerinin gelişme alanı olarak gördüklerine de kuşku yok. Eğer ikinciler başarılı olurlarsa Gezi direnişiyle başlamış olan hareket de kendini tekrarlayan eskiye dönüşerek bitmiş olacak. O yolun bitmiş olduğunu, bir salto mortalenin gerçekleştirilmesi gerektiğini hareketin bütün fedakarlıklara rağmen düşük yoğunluklu olarak devam ediyor olması bize kanıtlıyor. Burada artık büyük ölçüde yeni bir dil konuşuluyor. Eski hareket yeninin içinde kendisini var etmek istiyorsa öncelikle bu dili öğrenmeli ki, bu hareketin anlattıklarını anlayabilsin. Türkiye bunu tek başına yaşamıyor. Kuzey ve Güney Amerika’lardan, Avrupa’dan Afrika’dan Asya’ya ka­dar eskiyi aşmaya kararlı olduğunu her adımda gösteren yeni bir hareket dalgası gelişiyor. Artık kırlardan şehirleri kuşatmaya niy­etlenen gerillaya değil, ülke nüfu­sun %70’ini bünyesinde barındıran kentlerin tüm sokaklarında cereyan eden gerilla mücadelesine tanık oluyoruz. Ama bu gerilla müc­adelesi de bildiğimiz eski şehir gerillası değil. Devlet bütün şiddet araçlarıyla üstüne giderken sivil itaatsizlik en önemli mücadele yön­temini oluşturuyor. Ama bu kadarla da kalmıyor. Kendini savunmak için adım adım gerekli yeni yöntemler eskilerle birleştirilerek mücadele­nin o evresine uygun bir biçimde hayata sokuluyor. Yer yer ölçünün kaçtığı, hareketin meşruiyetini zedeleyebilecek şiddet öğelerine başvuranlar olsa da hareket kendi içindeki uyarıcılarıyla bir negatif geri besleme devresi gibi işleyerek bunların doğru biçimlerinin or­taya çıkmasına yardım ediyor. Büyük bir özenle meşruiyet ko­runuyor ve bu meşruiyetin üzeri­ne basıp geçmek isteyen iktidar güçleri yığınların öfkesini yeniden yeniden alevlendiriyor. Haziran isyanının gelişimi özünde, isyanın meşruiyetinin yükselmesi, Hükü­metin ise meşruiyet yitimine uğrama sürecine tekabül ediyor. Hareket bundan sonra hangi evrelere tam olarak uğrayacak, bunu kimsenin kestirmesi olanaklı değil. Kuvvetlerin birbirleriyle mücadelesi hayata her gün yeni faktörler ekleyip bir başkalarını ortadan kaldıracak. Sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok entiteli dinamik bir matriks oluşturan mücadelenin her bir evresinin ne olacağını şimdiden kestiremeyecek olsak da nerelere varabileceğini tahayyül edebiliriz. Başlayan yeni bir devrimci süreçtir. Buradan başlayan hareketin düz bir çizgi üzerinden ilerleyerek devrime gideceğini söylemek olanaklı değildir. Hareket nerelerden geçer, hangi çukura girer, hangi tep­eye tırmanır, bunların hiç birini şimdilik bilmek olanaklı değildir. Gezi direnişiyle birlikte ortaya çıkan, Paris Komünü’nde ve Ekim Devrimi sovyetlerinde gördüğümüz “özgür kent”lerin bir embriyonudur.

Özgür Kent “bildiğimi okurum” tarzıyla yönetmeye kalkışan Tayyip Erdoğan’a karşı tüm Türkiye halklarının ortak özlemi olarak bir demokrasi gündemi dayatmış oldu. On iki ağaç, kökleri sökülmek istenirken, kök saldı, dal verdi ve çevrenin nasıl bir demokrasi mücadelesinin kıvılcımı olabileceğini gösterdi.

Şimdi kesintisiz bir biçimde so­syalizme ilerleyebilecek bir yeni de­mokrasi mücadelesi başlıyor. Gezi kendi kaderine hakim, merkezden bağımsız dayanışmacı Özgür Kent istiyor. Onun da tarihin gerisinde kalan bürokratik pratikleri aşarak gerçek demokrasinin ifadesi olacak sosyalizme ulaşması sadece bir hay­al değil.

Özgür Kent İstanbul komünü olabilir

“İstanbul Komünü”, Gezi’nin ağaçlarına sahip çıkarak, beden­ime dokundurtmam, ciğerlerimi söktürtmem dedi; devletin azgın saldırısının karşısına korkuyu bir yana koymuş olarak dikilen kadınlarıyla benim hayat tarzımı belirlemeye kalkışacak otoriteyi tanımam diyerek öz yönetimini, dev­letin şiddet aygıtlarını yerle bir eder­ek öz savunmasını gerçekleştirmeye girişti; kendi kaderime ben mü­dahale ederim diyerek doğrudan demokrasiyi hayata geçirdi; üretim araçlarını değilse bile tüketim nesnelerini ortaklaşa kullanmaya başlayarak kolektivist bir yaşamın örneğini verdi; Galatasaraylının Fenerbahçeliyi devlet şiddetine karşı savunmasıyla rekabet teme­linde kurulu olanın nasıl aşılıp dayanışmaya dönüştürüleceğini ispatladı; toplumsal alt kültürü­müzün ayrılmaz parçasını oluşturan cinsiyetçi küfürlerle kendisini açığa koyan cins ayrımcılığına, homofo- biye karşı kadınların, LGBTİ’lerin nasıl “aşk”a dönüştüreceğinin yolu­nu açtı; çocukları askerde öldürülen analarının, çocuklarını artık kims­enin askeri yapmak istemedikleri­ni haykırmalarıyla militarizmin kökünü nasıl kazıyabileceklerini gösterdi; “Apo’nin itleri” diye uluyan faşistlere karşı “faşizme karşı omuz omuza!” deyip, Kürt kardeşleriyle dayanışarak enternasyonalizme nasıl hayat kazandıracaklarının pratiğini sergiledi; Miraç kan­dilini, devlet merasimi olmak­tan çıkarıp, dini egemen sınıfın yığınları uyutma aracı olmaktan kurtarıp, Kürdistan’da olduğu gibi nasıl bir halk hareketinin öğesine dönüştürebileceğini, sosyalis­tlerin inananlarla bir sorununun olmadığını gösterdi.

Gezi direnişiyle birlikte, sadece bir direniş değil hangi evrel­erden geçeceği bugünden bilinemeyecek ama kesintisiz bir biçimde özgür kentin tüm Türkiye’nin re­alitesine dönüşeceği demokra­tik ve dayanışmacı bir yaşamın kuruluşuna ilerleyen alternatif bir yürüyüş başladı.

Özgür kente nereden yürüyebiliriz? Bugünün örgütlenmesi ve bilinç düzeyinin gerçekten demokratik ve sosyal bir cumhuriyeti şu anda yaratmaya yetmeyeceği herkesin bildiği bir gerçek. Ama hareket herkesi hızla eğitiyor. Türkiye’nin tüm sokakları sanki bir demokrasi akademisine dönüşmüş durumda. Artık herkesin bir biçimde kabul etmek zorunda olduğu bir başka gerçek de Türkiye’nin merkezden belirlemelerle yönetilemeyeceği ve yerel yönetimlerin özerkleşmesi gerektiğidir.

Kent yönetimleri burjuvazinin bütün engellemelerine, siyasal gericiliğin hakimiyetine rağmen özerkliklerini bütünüyle teslim et­memeyi başararak Batı demokra­sisinin temelini oluşturdular ama Cumhuriyet bu nispeten özerk kent yönetimlerini örnek almak yerine, Osmanlının Fatih kanunnameleri­yle oluşturduğu ve merkezin kentte yarattığı pisliği temizlemenin aygıtı olarak kurulan Şehremanetini ve Şehreminini, belediye ve belediye başkanı diye niteleyerek devraldı.

Cumhuriyet de bir zaman tam Sultan’ın divan hocalarından biri­ni Şehremini olarak ataması gibi içişleri bakanının valisini belediye başkanı olarak atadı.

Avrupa birliği ile olan ilişkiler çerçevesinde Türkiye, yerel yönetimlerin özerkliğini savu­nan Avrupa Özerklik Şartını, demokratikleşmeye ilişkin can alıcı maddelerine itiraz şerhi koyarak imzaladı. Yeterli olmamakla birlikte özgür kente adım atabilmek için bu şerhler kaldırılmalı ve asıl olarak, merkezden, idari ve mali açıdan bağımsız, kentlilerin kendi kend­ilerini yönetmelerinin önündeki engelleri kaldıran bir yasa benim­senmelidir. Bu çağdaş demokrasinin gereği, Tüm Türkiye halklarının, işçi sınıfının, kadınların, inanç gruplarının ve 30 yıldır silahlı direniş sürdüren Kürt hareketinin ortak talebidir. Bu talep aynı za­manda, kapitalist özel mülkiyetin sınırlarından kurtulmanın müm­kün olduğu bir devrimle kapital­izmden kolektivist topluma geçişi sağlayacak siyasal modele de temel­lik edebilecek taleptir.

Özgür kent için:

****

Özgür kentlerin oluşumu, kapi­talist özel mülkiyet devam ettiği müddetçe kuşkusuz, kolektivist bir toplumun kurulmasına tekabül et­mez. Lakin özgür kentler gerçek bir demokrasi okuludur. Bu okulda eğitim görenler geleceği tasarlama ve elde edecekleri iktidarı daha önceki deneylerde yaşandığı gibi başkalarına kaptırmamanın nasıl mümkün olacağının yollarını da öğrenirler. Kapitalist özel mülki – yet temelinin ortadan kaldırıldığı koşullarda gerçekleşecek bir özgür kent modeli ve özgür kentler­in iradelerini teslim etmeden oluşturacakları bir merkezileşme de doğrudan demokrasinin git­tikçe temsili demokrasiyi yutması ve temsili demokrasinin yerini alması ile gerçekleşeceğini bize anlatır. Doğrudan demokrasinin tümden egemen olduğu yerde artık herkesin yönetici olduğu, yani yöneticinin kalmadığı ve yöne­ten yönetilen ilişkilerinin düzen­lenmesi anlamında politikanın ve devletin de son bulduğu, devletin söndüğü noktaya ulaşılmış olur. El­bette bu yerel bir olay değil global bir olay olmak zorundadır. Kendi başına tecrit edilmiş bir komünizm adacığının oluşturulamayacağını teori kanıtlayabildiği gibi sosyaliz­min yaşanan tarihi de bundan başka bir şeyi kanıtlamamıştır.