Hamd âlemlerin Rabbine, salat ve selam da O yüce Rabbin pak Rasulüne olsun.
Yazımıza inşallah bir hayalle başlayalım. En iyi dostunuzu düşünün. En zor zamanlarınızda yanınızda olan, sizi bir an bile yalnız bırakmayan, başarılarınızla sevinen, sizi hep doğruya ileten… Maddi ve manevi en büyük destekçiniz olan birini… Dosttan öte bir mürşid, bir hoca ve üstad… Ve bu dostunuzun, üstadınızın size bir şart koştuğunu ve o şartı gerçekleştirmezseniz sizin, kendisinin yanında bir değeriniz olmadığını söylediğini düşünün. Hiçbir kötülüğünü görmediğiniz ve sizi her zaman hayra sevk eden bu şahsın sunduğu şartı ne kadar da ciddiye alırdınız değil mi?
Peki sadece bir insan olan bu kıymetli şahsın sözü böylesine değerli ve etkili iken bizi yoktan var eden Rabbimizin sözünün yeri ne kadar büyüktür, öyle değil mi? Rabbimiz bizi yoktan var eden, bizi en çok seven, en çok düşünen, bizim için sonsuz güzellikte cennetler hazırlayan ve cehenneminde bile rahmet gizli olan Rahman ve Rahim olan Allah, bakınız ne buyuruyor:
“De ki: Duanız olmasa Rabbim size niye değer versin?” (Furkan, 77)
Ne güzel bir tehdit, hem acı hem tatlı…
“Neden duasız olmaz?”
sorusunun ilk cevabı bu ayet olsa gerek…
Efendimiz(sav) de,
“Dua, ibadetin özüdür.”
(Tirmizî, Deavât, 1) buyururlar. Bu demektir ki bütün ibadetler dahi duayla beslenir.
Düşündüğümüz ve inceden inceye gözlemlediğimizde görürüz ki bütün duygular dua vesilesidir. Sevinince şükrederiz, bu bir nevi duadır. Üzülünce o üzüntümüzün gitmesi için Allah’a yöneliriz. Hastalanınca şifa bulmak için, günah işleyince affedilmek için… Yağmur yağdığında veya kuraklık olduğunda, Güneş veya Ay tutulduğunda, şiddetli rüzgârda, depremde, selde… Eve girerken, evden çıkarken hatta tuvalete bile girip çıkarken dua…
Bütün bu dualarla insan, hayatın her alanına hükmeden varlığın ALLAH olduğunu itiraf ediyor. Dua, vermek için bahane arayan Kudret’ten istemenin ilmi… Dua, açılmaz görünen kapıları açan anahtar… Dua, gönüldekilerin bazen dille bazen de dilsiz, dudaksız, perdesiz, aracısız iletilmesi Rabbe…
Neden duasız olmaz? Neden olsun ki? Bakın ne güzel buyurmuş Hz. Mevlana:
“Neden duasız bırakıyorsun dilini?
Kapıyı çalmadan açılmasını mı bekliyorsun yoksa!..”
Bahar bile çatlayan toprağın, kuruyan papatyanın duasıdır. Rasûlullah(sav) “Biriniz, kopan ayakkabı bağına varıncaya dek her şeyi Allah’tan istesin.” buyururken, duasız nasıl yaşar insan? Nasıl durur Rabbinin kapısını çalmadan?
O kapı ki, orda prosedür yok, bekleme yok… Aksine “Beni çağırın, bana dua edin, size icabet edeyim.” buyuran bir Sultan(cc) var. “Yine mi sen?” diyen yok. Gördükçe, kendisinden istedikçe kulunun değerini artıran bir Mucib (cc) var.
Öyle bir kapı ki, bu kapıda surat asan, kötü davranan, engel çıkaran yok. “Teker teker konuşun!” yahut “Sıraya girin!” diyen yok. Vermemek için değil, vermek için sebepler arayan, almayı değil vermeyi seven Rabbin kapısı bu. Yeter ki “Dua ediyorum ama kabul olunmuyor.” deyip de geri çekilmeyelim. Hem öyle bir Zat ki dua dua kendisine yakardığımız, istediğimizi vermemesi de vermesi de bizim hayrımıza…
Duasız nasıl yaşanır ki, yer gök dua üstüne kurulu iken? Tehlikelerle dolu şu dünyada, başımıza bir apartmandan saksı düşse ölme ihtimalimiz, mikroorganizmalardan makro âleme kadar her şeyden zarar görebilecek bir yapımız varken nasıl olur da duasız kalırız? Hem “Dua bir iksirdir; toprağı gümüşe, gümüşü altına çevirir.”
Açılma saati belli mağazalarda indirim var diye, alacağı eşyaya para vereceği halde mağazanın önüne erkenden gelen insan, nasıl olur da mesaisi, dinlenmesi, uyku ve uyuklaması olmayan Rabbinden bedavaya alacağı şeylerden gafil olur?
Dua başlı başına bir ibadettir ve kelime-i tevhidin uygulamasıdır. “Başkalarından değil Sen’den istemeye geldim Rabbim!” demektir. Dolayısıyla insanın duası kabul edilmese bile, kazandığı ibadet sevabı ve o yönelişin muhabbeti ona yeter de artar bile. Ya başkasından isteseydi? Ya Allah’ı tanımasa yahut Allah’a değil de çeşitli vesilelere götürseydi hacetini?
Başkasından isteyen kişi en başta kendi sesinden rahatsız olur. Duyulmayan, önemsenmeyen sesini yükseltmeye, kendini göstermeye çalıştıkça kendisine olan saygısını da kaybeder insan. Halbuki Allah’tan istemek öyle mi? “Rabbinize alçakgönüllü olarak ve için için dua edin.” (A’raf, 55)
Dua, kiracılardan değil, mülkün mutlak ve yegâne sahibinden istemektir. Zira mülkün tamamı Allah’ındır. İsterse verir, isteyene verir, istediğine verir. Vermesi de hayırdır vermemesi de… Olmasını istediğimiz bazı şeylerin belki de olmaması hayırdır ve biz bazen bunu sonradan anlarız. Gözyaşlarımız eşlik eder mahcup dualarımıza…
“Bana dua edenin, duasına icabet ederim. Öyleyse kullar da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki, doğru yolu bulsunlar.”
(Bakara,186) buyurur Rabbimiz. O halde bize düşen istemektir.
“Rabbimiz bize hem dünyada hem de ahirette ver ve bizi cehennem ateşinden koru.”
(Bakara, 201)
“Rabbimiz bizi hidayete erdirdikten sonra, kalplerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı en çok olan Sensin.” (Âli İmrân ,8)
“Rabbimiz hesabın görüleceği günde beni, annemi, babamı ve bütün müminleri bağışla!” (İbrahim, 41)
“Rabbim! Onlar (anne ve babam) küçükken beni merhametle nasıl yetiştirdilerse, sen de onlara merhamet et.” (İsra, 24)
“Rabbimiz günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve ruhumuzu iyilerle beraber al.” (Ali İmran, 193)
Üstad Necip Fazıl’ın şu beyiti kulaklarımıza küpe olsun:
Verirler “Ben acizim, kudret Senin!” dedikçe,
Verenin şanı büyük, sen iste istedikçe.
Sezgin Özbay / Nisanur Dergisi, Ekim 2020