Rousseau’dan Serkisof’a zaman nasıl uçtu?

Serkisof saatleri, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte, tıpkı saat kuleleri gibi çağdaş dakikliğin ve zamanı iyi kullanmanın sembolü olarak da düşünülebilir.

Gözüne küçük bir kömür çapağı kaçmıştı, o zamanlar… Benim asistanlığımda… Pantokain solüsyonu eczanelerde yapılır, damlalıkta korunur ve kullanılırdı. Solüsyonu kullanarak çapağı çıkarırken, bir yandan da sohbet devam ediyordu:

-Bu kömür parçası nerden geldi de kaçtı?

-Makinistlerin gözüne her zaman kömür tozu kaçar. Ortalık toz dumandır ya! Şu damladan bize de verseniz de, yolda beydeyken çapak çıkarma işini kendimiz yapsak ya! -Ama bu damlayı gelişigüzel kullandınız mı, dokulara zarar verir.

-Olur mu? Bizim kafa, Serkisof gibidir, hata yapmayız biz…

Serkisof sözünü ilk kez duyduğumu utanarak söyleyince, cebinden çıkardığı cep saatini gösterdi:

-Babam da makinist idi, rahmetlinin emeklilik hediyesidir. Bak, Şimendiferli Serkisof bu işte! Tıkır tıkır çalışır.

Osmanlının batılılaşmasındaki en önemli adımlardan birisi de, “zaman”ın ölçülmesi ve kavranmasıdır. Osmanlıda yüzyıllar boyunca, zaman kavramı “namazi”dir, yani namaz vakitleri ile belirlenmiştir. Aslında namazi zamanlama, usturlap veya kadrant kullanılarak yapılırdı, ama hata payı çok yüksekti.

Usturlab (Yunanca Astro-Labon) yıldız yakalar anlamına gelir. M.Ö. 2’inci, 3’üncü yüzyılda keşfedilip, giderek geliştirilen bir zaman aygıtı idi. M.S. 8’inci, 9’uncu yüzyıllardan itibaren de İslam dünyasında gerek astronomi ve gerekse zamanın, özellikle namaz zamanlarının tespitinde kullanılması nedeni ile çok popüler olmuştu. Yıldızların, ayın zamana karşı hareketleri ve konumlarının tespitinde de kullanılırdı.

18’inci yüzyıldan itibaren, Osmanlı İmparatorluğu önemli saat pazarlarından birisi haline geldi. Zira zamanı daha iyi kullanma ve örneğin, özellikle ticari etkinliklerde randevulaşma ve biraraya gelip toplantı yapmanın dakikliğinin sağlanması yönünde bir bakıma, batılılaşmanın temel unsurlarından birisi olarak yer etmeye başlamıştı. Saatler, doğunun batılılaşmasında temel öğeye dönüştü. Bu durum, öncelikle saray ve çevresinde ve daha sonra da ticari çevrelerde oldukça rağbet görmüştü.Bir bakıma, Osmanlı, saat ile batının zaman kavramını da almış oluyordu.

SAAT KULELERİYLE BATILI ZAMAN KAVRAMI YAYGINLAŞTI

Sultan Abdülmecid, 1848 yılında İstanbul Tophane Nusretiye Camii saat kulesini yaptırarak, batılı zaman kavramını, halkın dikkatine ve hizmetine sunmuştur. Daha sonra, II. Abdülhamit Dolmabahçe Saat Kulesi’ni 1890’da yaptırmaya başlamış ve kule 1894’te bitmiştir. Daha sonra da tahta çıkışının 25’inci yılı nedeniyle (1901) yayınladığı ferman uyarınca, İstanbul dışında da İzmit, Kütahya, Bursa, Samsun, İzmir, Urfa, Zile, Mudurnu, Göynük ve Gerede başta olmak üzere birçok kent ve beldede çok sayıda saat kulesi tesis edildi. Bu süreç, gerçekten saray önderliğinde, zaman kavramı üzerinden bir batılılaşma süreci olarak değerlendirilebilir. Sarayın bu önderliğini, Dolmabahçe Sarayı’nda yer alan ve sergilenen çok büyük “oturtma” ya da “kuburlu” denilen değerli ve ender saatin varlığından da anlayabiliriz. Tüm Batılı konuklar ve diplomatlar, sarayın bu ilgisini getirdikleri hediyeler arasında saatlere özellikle yer vererek değerlendirmişlerdir. Bu nedenle, Osmanlı’nın modern saraylarını gezerken özellikle saatlere dikkat edilmesi, “Osmanlı’da zaman kavramı”nı daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.

SAAT YAPIMCILIĞINI GAYRİMÜSLİMLER BAŞLATIYOR

Aslında Türkiye’de saat yapımcılığı, 17’inci yüzyılda Galata’daki gayrimüslim saatçi kolonisi tarafından çok etkin bir şekilde başlatılmıştır. Görünüşe bakılırsa, Galata’daki en ilginç saatçilerden birisi de Isaac Rousseau idi. Isaac, çok iyi bir saat üreticisi ve tamircisi olarak İstanbul’da ünlenmeye başlamışken ve saraya alınmışken, ilginç bir olay sonrasında, İstanbul’dan ayrılmış ve saatçilik merkezi Cenevre’ye dönmüştür. Bu olay, aslında Aydınlanma Devrimi olarak da bilinen Fransız Devrimi’nin tarihteki yeri ve niteliğini, JJ. Rousseau üzerinden etkileyecek bir olaydır. Zira eğer Isaac, Cenevre’ye dönmemiş olsaydı, Fransız devrimi’nin en önemli isimlerinden birisi dünyaya gelmemiş olacak idi. Bu dünyayı nasıl etkilerdi varın siz düşünün…

J.J. Rousseau, “İtiraflar”ında bu konuya şöyle değinmektedir: “Babam, tek kardeşimin doğumundan sonra İstanbul’a doğru yola koyuldu ve orada saray saatçiliğine getirildi. Onun yokluğunda annemin güzelliği, zekâsı ve ev kadınlığı bir dizi hayranı cezbetti, bunların arasında Mösyö de La Closure en ısrarlı ilgi gösterenlerdi. Otuz yıllık bir sürenin ardından annemden söz ederken derinden duygulandığını gördüğüme göre, tutkusu olağanüstü şiddetli olmalıydı. Annemin erdeminden daha kuvvetli bir savunma silahı vardı. Kocasını şefkatle seviyordu. Onun geri dönmesi için diretti. O da tüm beklentilerinden vazgeçip, sarayı bırakıp Cenevre’ye koştu. Dönüşünün talihsiz meyvesi bendim.”

BİREYLER SAAT KULLANMAYA BAŞLIYOR

19’uncu yüzyılın sonu ve 20’inci yüzyılın başında, saray çevresi başta olmak üzere, Osmanlı kentlileri giderek saat kullanmada bireysel davranarak
cep saatleri taşımaya başladılar. Bu nedenle, Osmanlı iyi bir saat pazarı oldu. İngiliz ve İsviçreli saat imalatçıları, Osmanlı için özel saatler ürettiler ve getirdiler. Bunlar içinde en ilginçlerinden birisi, George-Favre Jakot tarafından, İsviçre’nin Le Locke kasabasında kurulmuş olan ve hala aynı adreste olan Billodes markasıdır ki adres, Rue de Billodes No: 34‘tür. Saatlerin üzerinde ilk dönemde, bu marka varken sonra Zenith ve daha sonra da, İstanbul’da saat ithalati ile uğraşan Rus asıllı Konstantin Serkisof tarafından satın alınıp Serkisof markası ile bir dönem üretimine devam edilmiş saatlerdir. Bu nedenle, Serkisof saatlerin Billodes damgalıları çok kıymetlidir.

SERKİSOF SAATLERİ, DAKİKLİĞİN VE ZAMANI İYİ KULLANMANIN SEMBOLÜYDÜ

Serkisof saatlerinin, Cumhuriyet döneminde de, Türkiye’ye ithalatı devam etmiş, hatta adeta belki de dakikliğin ve zamanın önemini vurgulamak üzere, Türkiye Devlet Demiryolları bu saatlerden özel olarak ürettirmiştir. Nitekim “Avcı Kasa” denilen iki kapaklı saatlerde, “te cim dal dal” yani TCDD ve damgası ile arka kapaktaki buharlı lokomotif kabartması, bu saatlerin şimendiferli (chemin de fer: demiryolu) diye anılmasına yol açmıştır. Uzun yıllar, TCDD, emekli olan personeline emeklilik hediyesi olarak bu saatleri vermiş ve birçok TCDD emeklisi bu saatleri bir ayrıcalık ya da birbirini tanıma aracı olarak büyük bir onurla yelek ceplerinde taşımışlardır. Şimdi bu saatlerin birçoğu antikacılarda, TCCD personelinin çocukları ve torunları tarafından satıldığı için bulunabilmektedir. Bir bakıma Serkisof saatleri, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte, tıpkı saat kuleleri gibi çağdaş dakikliğin ve zamanı iyi kullanmanın sembolü olarak da düşünülebilir.

Bu nedenle, ülkeyi bir baştan bir başa yıllarca istasyondan istasyona tam zamanında taşımak için canını dişine takmış bu insanların, ceplerinde çok önemli bir ayrıcalık olarak şerefle taşıdıkları bu saatlerin ortalığa dökülmesini, bir yönüyle kadir bilmezlik diye değerlendirenler de vardır.

Ama zaman böyledir işte: Bazı şeylerin anlamı elimizden hüzünle kayıp giderken, bazılarının da ne kadar zamansız ve gereksiz olarak yapıldığını hayretle izleriz. Saray saatçilerinden birisi olan Isaac Rousseau’nun ülkesine dönmesine izin vererek, dünyanın Aydınlanma Hareketi’ne “bir katre”de olsa katkıda bulunmuş bu toprakların şimdiki başkenti Ankara’ya kucak dolusu parayla onlarca meydan saati dikmek ve patlama şeklinde cep telefonu satın alan bu gençliğe, 19’uncu yüzyılın sembolleriyle hitap etmeye çalışmak ne kadar gereksiz ise onca Serkisof’un antikacı köşelerinde alıcı beklemesi de o kadar hüzün vericidir.

Bu yazıyı, çok uzaklardan yazan bir gurbet şairimizi, sevgili Nihat Ziyalan’ı hatırlayarak bitirelim.

Prof. Dr. Süleyman Kaynak

Ophthalmology Life 2014 20. Sayı