Ruti̇n Bi̇r Türki̇ye Sabahı

BARBAROS, KAPTAN-I DERYA İKEN PARGALI İBRAHİM PAŞA’YA GİTMİŞ VE “İZİN VERİN, YENİ KEŞFEDİLEN BU KITAYA GİDEYİM. AKDENİZ BİZE YETMEZ. YENİ DÜNYALARI TANIYALIM. ORADA DÜZENİ KURALIM.” DEMİŞ VE KANUNİ 50 KADIRGA İLE ONU AMERİKA’YA GÖNDERMİŞTİ.

Sabah gerine gerine uyandı. Pencereyi açtı. Göl tüm durgunluğu ile gözüne çarparken pencereden içeriye kuş sesleri yayılmaya başladı. Duşa girdi. Buhar banyosu ve sauna arasında kararsız kaldı. İkisine de girmeden kurulandı. Aşağı kahvaltı masasına doğru yöneldi. Sıkılmış portakalın temiz kokusu burnuna geliyordu.

Çocuklar kahvaltısını yapmış ve kendi şoförleriyle beraber çoktan yola çıkmışlardı. Işıklı merdivenden süzüle süzüle aşağı inen eşine baktı. Kahvaltı masasına gelip oturmasını bekledi ve uzanıp yanağına bir öpücük kondurdu. Yardımcı kadından televizyon kumandasını istedi. Portakal suyunu içerken televizyonu açıp gazete sitesine girdi. Tuşa bastı. Her zamanki o şuh kadın sesli televizyon, açtığı sayfayı okumaya başladı. Durdu, geri sardı, tekrar dinledi. Amazon ormanlarındaki oksijen seviyesi düşmüştü, biraz üzüldü.

Kahvaltıyı bitirdi. Eşini tekrar öperek kapıya yöneldi. Açılmış olan arka kapıdan arabaya bindi. Tekrar televizyonu açtı. Dün akşam yarıda bıraktığı maçların sonuçlarına bakmaya başladı. Komşusu Ahmet arabasıyla yanından geçiyordu. Telefonu kaldırdı Ahmet’i aradı. Hâl hatır sordu. Ahmet yeni kola fabrikasının hangi ülkeye kurulacağından ve açılış zamanından bahsetti. Tebrik etti ve telefonu kapattı. Dışarda müthiş bir sıcak vardı. Bodrum ve Marmaris bu sıcakta nasıl yanmıyordu? Hayret etti. Oysa Türk Hava Kurumu’nun bu yıl istediği 65 uçaktan sadece 40 tanesini teslim edebilmişti çünkü Prusya ve Avusturya-Macaristan devletine öncelikli olarak 100 uçak teslim etmişti. Ada’da ise Kraliçe’den teminat mektubu istemiş ama mektup gelmemişti. Ada’ya göndermek istemediği uçakları Türk Hava Kurumu’na vererek üstündeki baskının azalacağını düşündü. Telefonu kaldırdı ve sanayi bakanına planını anlattı.

İş yerine her zamanki otoyoldan değil, orman içindeki yoldan gelmişti bu sefer. Sabah kuş sesleri hoşuna gitmiş ve alternatif beş yoldan orman yolunu tercih etmişti. Plazanın 125. katına çıktığında sekreteri Gül, elinde orta kahve ile kendisini karşıladı. Herkese “Günaydın.” dedi. Odasına geçti. Televizyonu açtı. Haberlere göz gezdirdi. Orta Doğu yine sessizdi. İhracat oranlarına baktı. Oldukça iyi idi ama bazı ithalatların da artık yapılması ve mali yönden geride kalan Avrupa’nın da güçlendirilmesi gerekiyordu. Bu fikrini geçen gün Başbakan’a söylemişti ama “Daha değil.” cevabını almıştı. Bu seneki Hac zamanına baktı. Avrupa, Amerika ve Asya’dan gelen talep sayısını inceledi. Evet, bu sene bir kez daha hacca
gidebilirdi. Mevsim ve katılan sayısı uygundu.

Televizyonda Kuzey Amerika haberlerini açtı. İç savaş hala devam ediyordu. 50 küçük devlet, 100 yıldır birbiri ile savaşmaya ant içmiş gibi bitmeyen bir kargaşa ülkede sürüyordu. Oysa kendileri ile defalarca barış görüşmeleri yapılmış ama nedense her görüşme sonrası savaş yine başlamıştı. Türk devleti yanlış yapmıştı. 100 sene önce toprakları bu cahil ve ilkel topluma demokrasi adına geri vermeyecekti. Amerika tam bir bataklıktı. Ayranından bir yudum aldı ve şöyle dedi: “Herkes kendi seçimini yaşar.” Sonra duvara döndü. Hızır Reis yani Barbaros Hayrettin Paşa, Kanuni Sultan Süleyman ve Pargalı İbrahim Paşa’nın resimlerine uzun uzun baktı. Barbaros, Kaptan-ı Derya iken Pargalı İbrahim Paşa’ ya gitmiş ve “İzin verin, yeni keşfedilen bu kıtaya gideyim. Akdeniz bize yetmez. Yeni dünyaları tanıyalım. Orada düzeni kuralım.” demiş ve Kanuni 50 kadırga ile onu Amerika’ya göndermişti.

Peki, “Kanuni bu teklifi kabul etmeyip Barbaros’u Amerika’ya göndermeseydi acaba ne olurdu?” diye düşündü.

Galiba çok bir şey fark etmezdi. Osmanlı yine dünyanın en güçlü ülkesi olmaya devam eder ve Anadolu ile Orta Doğu’nun üstün kültürel temasını dünya ile paylaşarak demokrasi için tüm dünyada gereğini yapardı.

Ophthalmology Life 37. Sayı