Bir milletin tarihini araştırırken mitolojik hikayelerinden, destanlarından ve sanatından faydalanmadan olmaz. Çünkü bir milletin, hele ki Türkler gibi binlerce yıllık geçmişi ve çok geniş bir coğrafyaya hükmetmiş devletleri varsa bu olay daha geniş bir açıdan bakmayı gerektirir. Daha önce de belirttiğim gibi Türkler konusunda yazılı kaynakların azlığı bizi güvenilirliği sorgulanabilecek kaynakları kullanmaya itiyor. Eski Çin yazmaları, Avrupa’da yer alan bazı kaynaklar ve teknolojinin gelişimi ile ortaya çıkarılabilmiş çeşitli mezar ve yerleşim yerlerinin yorumlanması …
Türkler tarih boyunca birçok devlet kurmuş ve her zaman çeşitli inançlara saygı göstermişlerdir. Bunu günümüzde çeşitli milletlere karışmış olan Türk boylarını incelediğimizde daha kolay anlayabiliyoruz. Örneğin bir Anadolu Türkü Alevi, Müslüman ya da Hristiyan, Bir Gagavuz Türkü Hristiyan, Türkistan’da ki bazı boylarda ise Budizm’i ve en eski dini inanç olan Şamanizm’i hala görürsünüz.
Aslında burada Şamanizm’e farklı bir pencere açmak gerekir. Çünkü Şamanizm aslında batının bu dine verdiği bir isimdir. Şamanların Tengri tarafından yaratılmış ruhları ritüellerde vücutlarına davet ettiğine inanılır. Bu sayede de şamanların bir nevi tanrı olduğu inancı da akla geldiğinden bu dinin ismini batı kaynakları Şamanizm olarak belirlemiştir. Gerçekteki durum ise bundan biraz farklıdır.
Türkler tabiat merkezli bir inanca sahipti. Yani tabiat ve içinde barındırdığı her canlı cansız varlığa saygı üzerine kurulu bir düzen düşünün. Başlangıçta sadece Gök Tengri vardı. Sonra onun yarattığı diğer tanrılar ortaya çıktı. Bu yeni yaratılan Tengrilerin her birinin bir görevi vardı. Kimi suyu, kimi toprağı, kimi yer altını kimi de insanları yönetirdi. Bir de ruhlar vardı. İyi olan ruhlar ve kötü olan ruhlar. Her maddenin kendi ruhu olduğu gibi Türkler hepsine karşı saygı gösterirdi.
Eski Türk kavimleri günümüz Laikliğine benzer bir şekilde Din ve Devlet işlerini farklı ele alırlar. Din adamları toplum içinde saygı görse de Devlet işlerine karışmalarına izin verilmez. Siyasi yapı daha baskındır ve Ruhban sınıfı diye adlandırabileceğimiz bir sınıftan söz edilemez.
Din kavramının ve Din adamlarının Türk devlet sisteminde etkinliği İslam dinine geçişten sonra çok yavaş ama özellikle Hilafet makamının Osmanlı İmparatorluğuna geçişinden sonra ivme kazanarak güçlenmiştir. Öyle ki Köktürkler zamanında Hakan’a asla karışamayan din adamları Osmanlı döneminde devletin neredeyse tüm yönetimini ele geçirmişlerdir. Padişahlar Şeyhülislam fetva vermeden neredeyse tuvalete gidemez haldedir. Burada akla hemen şu gelmekte; Osmanlı Devleti’nin yıkımına neden olan milliyetçilik akımının yanında aslında fitili ateşleyen konuyu çok uzakta aramaya gerek var mıdır? Bin yıl öncesi düzen getiren kurallar bin yıl sonra değişen ve gelişen insan profili, ekonomik ve siyasi yapı, icat ve buluşlar gibi etkenler karşısında ne kadar güçlü ve sürdürülebilirdir?
Türk mitolojisini incelediğimizde hemen hemen her mitolojide gördüğünüz karakterlerin farklı yorumları ile karşılaşırsınız. Destanlar bile benzer özellikler taşır. Örneğin bugünün büyük dinlerine ve merak edilen mitolojilerine konu olmuş Nuh Tufanı konusu Türk Mitolojisinde de geçer.
Tengri Ülgen Nama dan dağın başında tahta bir sandık yapmasını ve bunu da her biri seksen kulaç uzunluğunda sekiz halatla yere sabitlemesini istemiş. Nama da bunu oğullarına ileterek yapmalarını sağlamış. Nama ailesini ve her hayvan türünden bir çifti de alarak bu sandığa (gemiye) bindirmiş.
Daha sonra bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlamış, yer altından sular kaynamaya ortalık kararmaya başlamış. Yedinci gün gemiyi bağladıkları halatlar kopmuş. Bu sayede su seviyesinin seksen kulacı geçtiğini anlamışlar. Yine bunu takip eden yedinci günün sonunda Nama oğlundan çevreyi incelemesini istemiş. Bunu yapan oğlu su haricinde sadece dağ zirvelerinin göründüğünü söylemiş.
Nama Gemi’den önce kuzgun sonra karga ve saksağanı sırayla kara bulmaları için göndermiş ama hiçbiri geri dönmemiş. Sonunda güvercini de gönderen Nama pek umutlu değilmiş ama güvercin ağzında bir dal parçasıyla geri dönmüş. Bunu gören Nama güvercine diğerlerinin neden dönmediğini sormuş. Güvercin ise diğerlerinin leş yemek için kaldıklarını söyleyince Nama bu üç kuşa şöyle bir beddua etmiş: “Şimdi ne yapıyorlarsa, kıyamete kadar onu yapsınlar!”. Destan böyle sürüp gidiyor ama aslında konunun özündeki olaylar hem bugünün dinlerinde ve büyük mitolojilerin hepsinde geçen konuyla aynı…
Bizlere ilkokuldan itibaren hep Türklerin zaten tek tanrılı inançlara sahip oldukları için kendilerine tebliğ edilen İslam’ı büyük kitleler halinde kabul ettikleri ve Müslüman oldukları anlatıldı. Lakin acaba durum böyle midir?
Bugün tarih ve mitolojiye ilgili olan her insan Türklerin tapındıkları ya da inandıkları birden çok tanrı olduğunu bilir. Gök Tengri, Ülgen, Yayık Han, Umay Ana, Erlik Han ve daha saymaya gerek görmediğim onlarca Tengri ve Ruha inanıyorlardı. Bu durumda sizin de kafanızı karıştıran bir şeyler yok mu?
Türklerin yeni inançlara kolay adapte olduğu bir gerçektir ama günümüzü inceleyince aslında tamamen kabul ettiklerini de göremezsiniz.
Bugün sokakta birine dinini sorsanız alacağınız cevap “Elhamdülillah Müslümanım” olur. Peki bu kişi gerçekte ne kadar Müslümandır? Ben bir din bilgini, alim ya da bu konuda ihtisas yapmış biri değilim. Sadece hayatı pek çok defa Din, Namaz, Hoca, Tarikat gibi kavramlarla kesişmiş, sorgulamayı bilen ve seven bir insanım. Bugün dilimize pelesenk olmuş laflardan tutunda ölüm ritüellerimize kadar hala şamanik yaşadığımızı biliyor musunuz? Bir örnek vermek gerekirse “Etekleri zil çalmak” tabiri şaman elbisesinden ileri gelen bir sözdür. Şaman ritüelleri sırasında elbisesinin etek kısmına ziller bağlar ve bu durum ayini daha etkileyici kılar.
Ölülerimizin arkasından okuduğumuz dua, yaptırdığımız mezar taşları hatta yedisi ve kırkı gibi kavramlar eski dinimizden bu dine aktardığımız adetlerden öte şeyler değil. Zaten İslam inancına göre kişi öldüğü zaman dua kapısı kapanır! Yani arkasından milyon defa toplanıp dua etsen de bir anlam ifade etmeyecektir.
Eski Türk inanışına göre ruh bedeni 40 gün sonra terk etmektedir. Türk destanlarında kırk sayısı çok yer alır ve kırk yiğitler, kırk kızlar epeyce geçer. Manas destanında olduğu gibi, Dede Korkut hikayelerinde kırk yiğitler görülmektedir. Kırgız türeyiş efsanesinde de Sağan Han’ın bir kızı ve otuz dokuz hizmetçisi ile kırk kız bir gölün kenarına giderek sudan gebe kalmışlardır. Oğuz’un verdiği şölende, diktirdiği sırıkların boyu kırk kulaç uzunluğundaydı. Hikayelerde kırk gün ve kırk gece düğünler, kırk haremiler, kırk satır ve kırk katır çok geçer. Bazı ejderhalar(evrenler) vardır ki onlar yenilmez ve ölmezler, ancak bunların tılsımları bozulursa ölürler. Bu gibi ejderhaların kırk günlük bir uyku zamanı vardır. İşte bu zamanda ejderhanın üzerinden kırk tane kıl koparılır, ateşe atılarak yakılırsa ejderha da ölür.
Araplarda bir mezarın üzerine taş dikme adeti yoktur. Hatta bu durumu haram kabul ederler. Bu durum sadece Anadolu Müslümanlarına özgü bir durumdur. Eski Türklere baktığımızda ise durum biraz farklı. Eski Türklerde eğer ölen kişi önemli biriyse o kişi için Kurgan adı verilen mezar odaları inşa edilirdi. Kurganın iç duvarları kişinin hayatı boyunca yaptığı savaşları ve önemli olayları anlatan resimlerle süslenirdi. Ölen kişinin diğer alemde hayatını rahat sürdürebilmesi için özel eşyaları, kap kacak gibi günlük kullandığı malzemelerinin yanı sıra Atı ve bazı durumlarda Eşi ‘de öldürülerek bu odaya defin edilirdi.
Daha sonra üzerine bugünkü mezar taşlarının atası olan balballar dikerlerdi. Yani mezar süslemek aslında eski dinden bugüne aktarılmış bir adettir.
Ulu Ağaç, Ata gibi kavramlar şaman kültüründen bugüne gelen kavramlardır. Bildiğiniz gibi belli yerlerde mezarların üzerine ya da birtakım ağaçlara kurdele ve bez parçaları bağlayarak hayırlı koca, çocuk vb. isteklerde bulunmak maalesef ülkemizde çok yaygın bir durum. Bunu yapanları asla eleştirmiyorum ama Müslüman olup şaman ritüellerine devam ettiklerini de bilmeleri gerek ? Ölmüş kimselerin her kim olursa olsun artık kendine bile faydası kalmamıştır.
Son dönemde Instagram gibi sosyal mecralarda karşıma çok çıkan sayfaların başında Mevlit malzemeleri satan sayfalar geliyor sanırım. Bunun da şaman kültüründen bugüne sentezlenmiş bir adet olduğunu unutmayalım. İslam’da müzikle kuran okumak kesinlikle haram olduğuna göre bu adetin Şamanizm’den geldiğini anlamak için ermiş olmaya gerek yoktur ? Zaten Osmanlı tarihini incelediğimizde görürüz ki ilk Mevlit, 1409-10 yıllarında Bursalı bir fırıncı ustası olan Süleyman Çelebi tarafından yazılmıştır.
İslam’a göre Allah kişinin soluk alışverişi kadar yakınındadır ve her yerdedir. Bu mantıkla baktığımızda dua etmek için ya da Allah’ın yerini göstermek için gökyüzünü kullanmaya gerek yoktur. Tengri inancında Tanrının göğün katlarında insanları izlediği savına inanılır. Bu nedenle de dua ya da işaret ederken eller gökyüzüne açılır.
Buna benzer Orta Asya’dan bugüne kadar ulaşmış ve Şamanizm’den İslam’a sentezlenmiş olayları derinlemesine incelersek abartmadan yüzlerce duruma şahit olabiliriz. Vay be o da mı Şamanizm’den dedirtecek pek çok şey hala varlıklarını sürdürmektedir.
Destanları incelediğimizde karşımıza hemen hemen tüm mitolojilerle paralel olaylar çıkar. Yaratılış Destanında önce su vardı sonra toprak oldu vs. şeklinde bir anlatım görürüz. Şeytan’ın Türk mitolojisindeki karşılığı Erlik HAN, Yunan mitolojisindeki karşılığı Hades, Mısır mitolojisindeki adı ise Anubistir. Hepsi en güçlü Tanrı’ya ya da onun yarattığı insanlara karşı suç işlemiş ve bu nedenle de cezalandırılarak yer altındaki cehennemde yaşamaya mahkûm edilmiştir.
Bu konuda daha önce yazmış olduğum mitolojideki 10 varlık başlıklı yazımda da bahsettiğim varlıkların çoğu hala Anadolu insanı tarafından inanılan, sakınılan varlıklardır. Bu gerçek bile bizim hala Şamanizm’e bağlı bir yaşam sürdüğümüzü göstermektedir.
Bir önceki başlıkta değindiğim Türklerin İslamiyet’i kabulü konusu benim açımdan çok fazla soru işaretine sahip. Bize geçmişte anlatılan “Türkler zaten tek tanrılı bir inanç sistemine sahipti ve İslam’ı o nedenle kolayca ve büyük kitleler halinde kabul ettiler” şeklinde ki bilgi günümüzde özellikle bilgiye ulaşmanın kolaylığı sayesinde doğruluğunu kaybetmiştir.
Türklerin Gök Tengri inancı tek Tanrılı bir inanç gibi görünse de aslında Yunan mitolojisindeki Zeus gibi bir karakteri yansıtmaktadır. Yine Yunan mitolojisindeki gibi pek çok tanrı vardır ve o dönem yaşayan insanlar hangi konuda dua edeceklerse ona göre bir tanrıya dua ederlerdi.
Türk tarihini incelediğimizde kafa karışıklığı biraz daha artar. Tarih siyasetin ciddi malzemelerinden biridir ve tarihte olmuş ama günümüzde dengeleri sarsabilecek hadiseler hem devlet hem de tarihçiler tarafından açıklanmayabilir ya da gerçekleri manipüle ederek yönettikleri halkı yönlendirme gereği doğabilir. Bu nedenle az sonra kısaca bahsedeceğim ve sizin de aklınızda soru işaretleri oluşturacak konulara bu perspektiften bakmanızı rica ediyorum.
TALKAN KATLİAMI: Arapların İslam’ı yaymak amacıyla Türklere ilk saldırıları Buhara kentinde olur ama ilk denemelerinde şehri kuşatan 2700 kişilik Arap birliği bölgede yaşayan Türkler tarafından yol edilmiştir. Daha sonra Kuteybe isimli Arap bir komutan Türklerdeki iç karışıklığı da fırsat bilerek bu şehri kuşatarak bu şehri türlü zorbalıkla İslamlaştırmaya çalışır. Buhara’da olan olaylar diğer Türk beyliklerini de etkiler. Burada yaşananların kendi başlarına da geleceğinden çekinerek kendi içlerinde birleşip karşı durmak yerine sessiz kalmayı tercih ederler. Kibaç Hatunla başlayan talan etmeler ve zorla İslamlaştırma durumları bu duruma sessiz kalan diğer beyliklerin de başına gelmiştir. Özellikle Talkan şehrini yöneten Sehrek’in Kuteybe gelmeden şehri terk ederek kendi kaderine bırakması ile başsız kalan halk direniş gösteremeden Kuteybe’nin güçlerine şehri teslim etmiştir. Şehre giren ordu direnç göstermemelerine rağmen eli kılıç tutan tüm erkekleri kılıçtan geçirmiş ve 24 km uzunluğundaki yolun kenarlarındaki ağaçlara astırmıştır. Tahmini olarak burada katledilen Türk sayısı ise 40.000 civarıdır.
CURCAN KATLİAMI: Kuteybe ve Haccac’ın ölümü, Arapların Türkleri Müslümanlaştırmak ve Türk şehirlerini talan etmek politikalarında bir değişiklik yapmamıştır. Öncelikle, Araplardaki Türklere karşı olan korku ortadan kalktığı için, Araplar, Kuteybe ’den sonra da aynı şekilde Türk yurtlarına saldırılarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Kuteybe’nin öldüğü aynı yıl olan 716 da, Yezit ibni Muhelleb Horasan’a vali atanır.. İlk iş olarak Dağıstan’ı işgal eder.. Dağıstan meliki Saltekin, Yezit’e karşı uzun süre dayanır.. Sonunda Dağıstan düşer… Şehir yağmalanır ve 14000 kişi öldürülür. Dağıstan’dan sonra Curcan’a yönelir… Curcan 300.000 dirhem karşısında savaşmadan teslim olur… Yezid, Curcan’a bir bölük asker yerleştirerek, Taberistan’ a doğru yola koyulur… Taberistan Meliki, İsfehbed, Deylem melikinden 10000 kişilik bir yardım alarak savaşa başlar… İsfehbed savaşırken, Curcan halkı da ayaklanarak Esed ibni Abdullah komutasındaki askerleri imha ederler… Yezid öfkeye kapılır, Curcan’lı Türkleri yendiğinde kanlarından değirmen döndürüp ekmek yiyeceğine dair Allah’a yemin eder.. Askerlerini toplayarak Curcan üzerine yürür… Curcan beyi, şehirden çıkarak Curcan kalesine çekilir. 7 ay süren savaştan sonra, kale düşer. Curcan beyi öldürülür. Kaledeki askerler esir alınır. Araplar, daha sonra Curcan şehrine girerler. Burada da aynı şekilde Kurtcebe’nin yaptığı katliama benzer bir katliam yapılır. Türkleri öldürerek, 4 fersah boyunca sağlı sollu ağaçlara astırır. Allah’a verdiği sözü yerine getirmek için, esir aldığı binlerce Türk’ü, Enderiz vadisindeki nehrin kenarına sürükler, orada askerlerine korumasız Türkleri öldürtür. Öldürülen Türklerin kanlarını nehre akıtır. Nehrin suyuyla akan kanlardan, ilerideki değirmenden un ve ekmek yaptırarak yer ve Allah’a verdiği sözü yerine getirir. Katliamdan geriye kalan kız ve kadınlardan beş de biri cariye olarak halifeye ayrıldıktan sonra, geriye kalanlar askerler arasında ganimet olarak paylaştırılır.
Tabi ki anlatıda abartılar olabileceği gerçeğini de göz ardı etmemek lazım. Bir Müslümanın insan kanı içeceğine inanmak istemiyorum. Gerçi günümüzde IŞID’ın yaptıklarını düşününce de irkilmiyor değilim… Bu olaylar her ne kadar tarihçiler ve devlet adamları tarafından yalanlanıyor olsa da benim midemi biraz bulandırmış durumda. Tabi bu bulantının ortadan kalkması için tüm tarihi arşivlere erişimin sizin benim gibi insanlara da açık hale gelmesi gerekiyor.
Bu konuyu öyle bir iki yazı da bitirmek mümkün değil. O nedenle hem konuyu şişirmemek hem de sizi sıkmamak adına yazımı burada kesip bir sonraki yazıda görüşene kadar hepinize sevgiler diliyorum ? Kendinize iyi bakın…